Değerli okurlar, bir arkadaşım, yere bıraktığında sanki kurulmuş oyuncak gibi koşmaya başlayan hiperaktif ve biraz da yaramaz oğlu için "yahu çocuktur ara sıra vukuatları da olacaktır ama her gün her saat bir vukuat olur mu" diye yakınırdı.
Bizim neslin ömrü de Demokrat Partinin iktidara geldiği 1950 yılından itibaren hiç hak etmediğimiz vukuatlar ve çalkantılar içinde geçti. Her virajda ayrı bir heyecan ayrı bir üzüntü. "Görülen lüzum üzerine" kararı ile işten çıkarılanlar, üniversiteden atılanlar, suikastlar, tutuklanmalar, işkenceler, faili meçhuller vs.
12 Mart denince aklıma önce İstiklal marşımızın kabulü sonra da 12 Mart Muhtırası gelir. Kulağımıza küpe etmemiz gereken "Allah bu ülkeye bir daha "İstiklal Marşı" yazdırmasın" dileği ile kalplerimize kazıdığımız nurlar içinde yatsın, büyük şairimiz Cennetmekân Mehmet Akif Ersoy gelir.
Renault-Mais'de istihbarat elemanı olarak çalıştığım 1970'li yıllarda Amerikan Türkiye'ye uyguladığı ambargo sonucu ülkemizde akaryakıt sıkıntısı olmuştu. Kendilerine araç tahsis edilen bazı müdürler Bursa'dan biz dört arkadaşın kullanması için gönderilen benzini hafta sonu araçlarına koydurarak geziyorlardı. Ben bunu hazmedemedim ve bir dilekçe yazıp üç arkadaşıma da imzalatarak Genel Müdürlük makamına takdim ettim. Bir saat geçti geçmedi Genel Müdür Muavini bütün müdürleri toplantıya çağırdığı haberini, sonra da azarladığı duyumunu aldık. Azarladığı şuradan doğruydu, bizim bağlı olmadığımız bir müdür kendi personeline "buna dört imzalı muhtıra derler, ben bunu yanlarına bırakmam" demişti. Hiç birimize bir şey olmadı çünkü Renault-Mais Türkiye'nin kurumsallaşmış en büyük kuruluşlarından birisiydi.
Değerli okurlar, 12 Mart Muhtırası, bundan 52 yıl mukaddem, 12 Mart 1971 tarihinde Türk Silahlı Kuvvetleri komuta kademesinin; Genelkurmay Başkanı Orgeneral Memduh Tağmaç, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Faruk Gürler, Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Celal Eyiceoğlu ve Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Muhsin Batur imzasıyla Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay'a bir muhtıra vererek 32. Türkiye Hükümetini istifaya zorladığı askerî müdahaleydi. Türk Demokrasi tarihinde 27 Mayıs 1960 Askeri Darbesinin getirdiği askeri vesayet anlayışının bir sonucuydu.
1961 Anayasası ile fikri hayatın kavuştuğu serbestlik, sendikalaşma, düşünce
özgürlüğüne verilen önem askerler ve sermaye sahipleri tarafından kabul görmedi. Rahmetli Ecevit'in Çalışma Bakanlığı döneminde çıkardığı iş yasaları, Köy Enstitüleri gibi devrimler hem ülkede hem de Silahlı Kuvvetler içerisinde sorgulanmaya başlanmıştı. Askerler zaten oldum olası sola karşıydılar.
Buna karşın, ordu içindeki devrimci genç subaylar ve onları destekleyen bazı yüksek rütbeliler, askerî bir müdahale ile sosyalist devrimin gerçekleşmesi gerektiğini savunmaya başladılar.
Amiral Vedii Bilget, odasında Disk'ten yana olan genç deniz subaylarının olduğu bir gün içeriye heyecanla giren bir albayın, ‘işçiler ayaklandı, komünist ihtilal oluyor’ sözleri karışında söz konusu albayı genç subayların elinden zor aldığını ilginç bir anekdot olarak anlatıyordu
Devrimci emekli subayların da konuşmacı olarak katıldığı açık oturumlar yapılmaya başlandı. O yıllarda Üniversite öğrencisi olan bizler bu açık oturumlara, söyleşilere heyecanla katılıyorduk.
Doğan Avcıoğlu'nun başı çektiği Yön ve Devrim dergileri Millî Demokratik Devrim'in savunucusuydu. Avcıoğlu'nun yazıları ve kitapları ordu içerisindeki bazı genç subaylar tarafından benimseniyordu. Çeşitli cunta planları yapılıyor ve lider olarak Muhsin Batur ve Faruk Gürler görülüyordu.
İstanbul'da 15-16 Haziran 1970 işçi yürüyüşleri sonucu TÜRK-İŞ, olaylarla ilgili olarak DİSK’i komünistlik ile suçlayarak şu açıklamayı yayınlamışlardı. "İstanbul ve Kocaeli civarında başlatılan can ve mal güvenliğini tehdit eden yürüyüş ve direnişlerin, taşlı-sopalı saldırıların ekmek kapımız olan fabrikaları tahriplerin başlıca teşvikçilerinin Türk hâkimi tarafından yıllarca önce mahkûm edilmiş militan komünistler ve onların işbirlikçileri oldukları kesinlikle ortadadır."
27 Mayıs 1960 Askeri Darbesinin ardından sivil yönetime geçiş, 15 Ekim 1961 tarihinde yapılan genel seçimler ile gerçekleşmiştir. Seçimler, Yassıada yargılamaları sonucunda idamına hükmedilen sabık başbakanın toplum üzerinde yarattığı derin şok etkisi üzerine yapılmış ve bu şok hali ilerleyen yıllar boyunca parlamenterlerin üzerinde etkili olmuştur. 1960’lı yıllar boyunca hüküm süren askeri vesayetin, bu durumun doğurduğu sonuçlar üzerinde etkisi olduğu düşünülmektedir. Orhan Erkanlı, “Halk bütün baskılara rağmen yeni partilere kaymaktadır. Yeni Partiler DP’nin varisi olduklarını açık kapalı ilan ederek oy toplamak çabası içindedirler diyordu.
5 Ekim 1961 seçimlerine katılacak olan adayların belirlenme yöntemi 25 Mayıs 1961 tarih ve 306 sayılı Siyasi Partiler Kanunu çerçevesinde gerçekleşmişti. Bu seçimlerde seçmen, TBMM içerisinde görev yapacak Millet Meclisi milletvekilleri ile Cumhuriyet Senatosu’nda yer alacak senatörleri seçmiştir. Senato, 9 Temmuz 1961 tarihinde gerçekleştirilen halk oylaması sonucu kabul edilen 1961 Anayasasına göre TBMM’nin bir kanadını oluşturan kurum olarak yerini almıştır. TBMM 450 milletvekilinin oluşturduğu Millet Meclisi ile 150 senatörün oluşturduğu Cumhuriyet Senatosu’ndan meydana gelmektedir.
Seçimler yeni seçim kanunu çerçevesinde barajlı d’Hondt sistemi üzerinden değerlendirilmiş ve seçim sonuçlarına göre hiçbir parti tek başına iktidar olacak yeter sayıya ulaşamamıştır.
1961 seçimlerinde, kapatılan DP’nin devamı olarak nitelenen Adalet Partisinin almış olduğu % 34,8'lik oy dikkat çekmektedir. Nitekim seçimlerden sonra AP Genel Sekreteri Şinasi Osma ileyapılan bir röportajda Osma, "AP’nin DP’nin devamı olduğu doğru mudur" şeklindeki birsoruya kaçamaklı bir şekilde “Biz AP’nin DP’nin varisi olduğu şeklinde bir beyanattabulunmadık. DP’ye bağlı kalanlar DP’nin programını beğenenler milyonları aşar. Biz buprograma göre hareket edeceğimizi söyledik. Böylece önceden DP’ye oy verenlerin çoğubizim partiyi tuttu.” demişti.
Seçim sonuçları sağ çizgideki üç partinin toplam oyun yaklaşık %62,5'ini aldığınıgöstermekteydi.
Muhsin Batur 12 Mart 1971 günü sürecin nasıl geliştiğini ise şu şekilde anlatmaktadır,
“12 Mart sabahı 9.30’da dördümüz Genelkurmay’da toplandık. Korg. Kemal Taran,
hazırladığı metni okudu. Aramızda müzakere ettik, metni çok uzun bulduk, içeriği de bizim
isteklerimizi pek karşılamıyordu. Ben yeni bir müsveddeyi yazarken, Faruk Paşa ve Oramiral
Eyiceoğlu yanıma gelerek yardımcı oldular. Metin ortaya çıktı, daktilo edildi, imzaya hazırdı.
Memduh Paşa gene derin bir düşünceye daldı, uzun süre imzalamak istemedi, gözleri yaşardı. Haklı idi de, sonunun nereye varacağı belli olmayan önemli bir adım atılacaktı.
Saat 12.05’de metin imzalandı ve Tuğgeneral Musa Öğün başkanlığında bir heyetle okunmak üzere TRT’ye gönderildi. Böylece 12 Mart Muhtırası 13.00 Haberlerinin başında Türkiye’ye ve dünyaya duyuruldu.
12 Mart Muhtıra’sının metni ise şu şekildedir:
1.Parlamento ve Hükümet, süregelen tutum, görüş ve icraatıyla yurdumuzun anarşi, kardeş
kavgası, sosyal ve ekonomik huzursuzluklar içine sokmuş, Atatürk’ün bize hedef verdiği
çağdaş uygarlık seviyesine ulaşmak ümidini kamuoyunda yitirmiş ve Anayasanın öngördüğü
reformları tahakkuk ettirememiş olup, T.C.’nin geleceği ağır bir tehlike içine düşürülmüştür.
2. Türk Milleti’nin ve sinesinden çıkan Silahlı Kuvvetlerinin bu vahim ortam hakkında
duyduğu üzüntü ve ümitsizliği giderecek çarelerin, partiler üstü bir anlayışla, Meclislerinizce
değerlendirilerek mevcut anarşik durumu giderecek ve Anayasanın öngördüğü reformları
Atatürkçü bir görüşle ele alacak ve inkılap kanunlarını uygulayacak kuvvetli ve inandırıcı bir
hükümetin demokratik kurallar içinde teşkili zaruri görülmektedir.
3. Bu husus süratle tahakkuk ettirilemediği takdirde Türk Silahlı Kuvvetleri kanunların
kendisine vermiş olduğu T.C’ni korumak ve kollamak görevini yerine getirmek, idareyi
doğrudan doğruya üzerine almaya kararlıdır.
Bilgilerinize.
Faruk Gürler- Orgeneral-Genelkurmay Başkanı
Memduh Tağmaç -Orgeneral-Kara Kuvvetleri Komutanı
Celal Eyiceoğlu-Oramiral-Deniz Kuvvetleri Komutanı
Muhsin Batur-Orgeneral- Hava Kuvvetleri Komutanı
52 yıl önce bugün TSK, siyasi iktidarın “tutum, görüş ve icraatı ile yurdumuzu anarşi, kardeş kavgası, sosyal ve ekonomik huzursuzluklar içine soktuğu” gerekçesiyle muhtıra verdi. Sonrasında CHP Milletvekili Nihat Erim’in başbakanlığında “partiler üstü reform hükümeti” iddiasında bir hükümet kuruldu. Hem orduda birçok komutan emekli edildi hem de aralarında İlhan Selçuk ve Doğan Avcıoğlu’nun da bulunduğu birçok yazar işkenceden geçirildi.
12 Mart 1971'de askerlerin verdiği muhtıra sonrası İlhan Selçuk, asker-aydın ittifakından oluşan ve Türkiye'de rejimi değiştirmek amacıyla kurulan başka bir örgütlenme içinde olduğu gerekçesiyle gözaltına alındı.
"Gözlerim bağlı olduğundan hiçbir şey görmüyordum. Ayak bileklerime bir alet geçirilmişti. Bir manivelanın ya da vidanın sıkıştırıldığını duyumsuyordum. Öyle bir an geldi ki, bacaklarımı kıpırdatamaz oldum. Bir yağ mı sıvı mı sürüyorlardı tabanlarıma, sonra sopa inip kalkmaya başladı. Kendimi acıya katlanabilir sanırdım. Ancak falakanın verdiği acı hiçbir acıyla kıyaslanamaz. Olayın bir de ruhsal yanı var ki, bedensel acının üstüne biniyor. Kendini aşağılanmış olarak görüyorsun."
12.03.2023
OKUR YORUMLARI
Alim Gürerk
12.03.2023 19:27:27
Sayın Çapanoğlu, Bazen insan arzu etmediği halde, önemli olayların içinde kendini bulabiliyor. Allahtan birbirimizi tanıyor ve yurtseverliklerimiz konusunda şüphe duymuyoruz. Burada 12 Mart'ın ne ülkemize yarar sağladığını ne de zararını anlatmak değil maksadım. Sabice o tarihteki çok genç bir subayın, tanık olduğu olayların özetini yapacağım. 12 Mart 1971 Muhtırası
Etimesgut’taydım. Tank Okulundan bir ara tayinle 1. Alay 1. Tabur 3. Bölüğe Takım Komutanı olarak atanmıştım. Teğmenliğe terfi etmiş, sonunda her genç Harbiyelinin hayal ettiği rütbeyi almış, yıldızımızı omuzlarımıza takmış ve görevimize başlamıştık. Ancak kıtadaki günlük yaşam pek öyle kitaplarda yazdığı, filmlerde olduğu gibi geçmiyordu. Genellikle eğitim alanında, gün boyu yeni silahaltına alınmış gençlere temel askerlik eğitimi ve tank uzmanlık eğitimi veriyorduk. Diğer yandan da yaşımızın ve dönemin gereği her şeyden anlamaya, her telden çalmaya gayret ediyorduk.
Ülkenin durumu hiç iyi değildi. Kendilerine “Devrimci” adını veren bir kısım gençler ki bunlar bizim yaşımızdaki üniversitelilerdi, kendi inançlarına göre daha iyi bir Türkiye için vuruyorlar, vuruluyorlardı. Polisle, karşıt gruplarla çatışıyorlardı. Ama bir kaç sene sonra yine hortlayacak sağ-sol çatışmalarında olacağı gibi, ölümle sonuçlanan olaylar henüz tek-tük meydana geliyordu.
Devrim diye bir gazete okumaya başlamıştım o aralar. Doğan Avcıoğlu çıkarıyordu bu gazeteyi. Kendisinin yazdığı, gündemde önemli bir yer tutan ve özellikle sol görüşlülerin ellerinden düşmeyen bir kitabı vardı: Türkiye’nin Düzeni. Ben o kitabı sonuna kadar okuyamayışımın eksikliğini her zaman hissettim. Günümüzün ünlü gazetecilerinden olan ve 1. Dünya Savaşında Kanal Harekatına katılan Cemal Paşanın torunu olduğunu daha sonraları öğreneceğim Hasan Cemal de Devrim gazetesinin genç yazarlarındandı. Gazetenin ve yazarlarının o dönemdeki sloganı “Ordu Millet El Ele, Milli Cephede!” idi. Sempatik gelmişti bu slogan benim gibi düşünenlere. 1960 yılında Demokrat Parti iktidarına karşı 27 Mayıs ihtilalini gerçekleştiren subaylardan biri olan Emekli General Cemal Madanoğlu ’da bu grubun içindeydi.
Yenişehir'deki Orduevinde kalıyordum. Akşamları mesai bitiminde Orduevinin arkasından geçen caddede servis aracından iniyor ve kısa bir yürüyüşle hem Kızılay'ın o saatlerdeki havasını teneffüs ediyor hem de bütün gün kışla içerisinde geçen ağır mesainin yorgunluğunu üzerimden atmaya çalışıyordum. Bazen üzerine asker parkası giymiş üniversiteli gençlerin yanından geçerken orduevleri, subaylar ve Türk Silahlı Kuvvetleri hakkında olumsuz laf attıklarına tanık oluyordum. Bunlar da kendilerine “Devrimci” adını verenlerdendi. Ancak bunlar, Doğan Avcıoğlu ve arkadaşlarının, ordunun desteğini almadan bir devrim yapılamayacağı görüşüne katılmayan, bazı diğer gruplara mensuptular. Zaten o kadar çok değişik gruplar vardı ki.
Ne acıdır ki, ordu içinde de genç subaylar arasında bazı gruplaşmalar ortaya çıkmıştı. Özellikle Deniz ve Hava Kuvvetleri’ne mensup bazı genç subaylar, imzasız mektuplar yayınlıyorlar, bazıları sempatizan, bazıları ise ufak tefek eylemleri destekleyici olaylara katılıyorlardı.
Benim de görev yaptığım Etimesgut’taki Zırhlı Birliğinin komutanı Tümgeneral rahmetli Turhan Olcaytu, bir gün tümen personelini, sinema salonuna toplayarak yaptığı konuşmada, tümenin tamamının mevcut düzenin ve iktidarın yanında olduğunu söylüyor, aksine hareket edenlerin bizzat kendisi tarafından cezalandırılacağını belirtiyordu. Bunu sert bir ses tonu ile ifade ederken, bir taraftan da beline taktığı iki adet tabancayı gösteriyordu.
Diğer yandan da tümenin içerisinde, hem de eğitim alanının tam ortasındaki bir çadırda, binbaşı rütbesindeki bir subay, kendisine yakın gördüğü bir kaç üsteğmen ve yüzbaşının tespit edip önerdiği genç teğmenleri yanına çağırıyor ve onlarla yaptığı görüşmelerde şunları söylüyordu:
-Ülkemizin şu anki durumundan memnun musun?
-Gelir dağılımındaki adaletsizlikler, adam kayırmalar, eğitimdeki eşitsizlik, seni rahatsız etmiyor mu?
-Türkiye’nin, Atatürk’ün en çok önem verdiği tam bağımsızlık ilkesinden uzaklaştırıldığını görmek seni üzmüyor mu?
-Bu durum karşısında genç bir Türk subayı olarak kayıtsız kalmak mümkün müdür?
Bunları zaman zaman arkasındaki Türk Bayrağına ve Atatürk posterine göz atarak özenli ve davudi bir sesle anlatan binbaşı daha sonra şunları ilave ediyordu:
“Milletimizin içine düşürüldüğü bu durumdan çıkarılması için ülkemizin zinde güçleri uzun zamandan beri hazırlıklar yapmaktadır. Biz de bu tümende sözünü ettiğim zinde güçlerin oluşturduğu zincirin bir halkasıyız. Harekete geçme anı geldiğinde, önce tümen nizamiyesinde tümen komutanının yolunu kesip araçtan indireceğiz ve dizleri üstüne çöktürüp kafasına bir kurşun sıkmak suretiyle infaz edeceğiz.”
Binbaşı çadırın içinde kendisini ayakta esas duruşta önceleri merakla, konuşmalar ilerledikçe yerini korkuya terk edecek bir heyecanla dinleyen genç teğmene (bana) bunları söyledikten sonra, bu görüşmeyi benimle birlikte kenardan takip eden ve beni bu çadıra, “Binbaşım seninle görüşmek istiyor” diye getirmiş olan Üsteğmeni göstererek, “İşte bu şerefli görevi yapacak olan Üsteğmen D.A.’dır” diyordu. Daha sonra da şunları ilave ediyordu: “Aynı gün akşama kadar Ankara Polatlı karayolunun kenarındaki her telefon direğinde bir generalin sallandığını göreceksiniz!”
İşte böyleydi o günler...
9 Mart 1971 Darbe Teşebbüsü (Muhtıra öncesi)
Bir kaç gündür kışlayı terk etmiyorduk. Gün içinde normal mesaiyi tamamladıktan sonra, taburun genç subayları ya bir odada oturup sohbet ediyor ya da herkes kendine uygun bir meşgale buluyordu. Ortalıkta bir şeyler oluyordu ama tam anlamıyla bilgi sahibi değildik. Bir kaç gün önce Kızılay’da rastladığım bir teğmen, Mamak’taki kendi birliği olan tümenin devrimci olduğunu, bu sebeple vakit geldiğinde devlet yanlısı ve faşistlikle tanımladığı bizim tümeni yok edeceklerini söylüyordu.
Diğer taraftan Genelkurmay Başkanının da olası bir sol askeri hareketi şiddetle önleyeceği, ancak Kara Kuvvetleri ile Hava Kuvvetleri Komutanlarının bu sol hareketi destekledikleri hatta bunun içinde oldukları haberleri ortalıkta dolaşıyordu. Nitekim yıllar sonra o döneme ait belgeler açıklandığında öğreniyorduk ki önceden yeni anayasaya kadar hazırlıklar yapılmış, kod adları ile anılan Kara Kuvvetleri Komutanı, Devlet Başkanlığı, Hava Kuvvetleri Komutanı da Konsey Başkanlığı için düşünülmüştü. İşte böyle bir hava vardı ortalıkta.
Bir kaç teğmen arkadaşla oturduğumuz odanın kapısı çalındı ve biz daha “Gir” demeden Bölük Komutanımız olan Üsteğmen A.Ç.’nin habercisi er içeri girerek heyecanlı bir sesle şunları söyledi:
-Üsteğmenim, 2. Bölük Komutanının odasında sizleri çağırıyor. Çok acele gelsinler dedi.
Üç arkadaş birbirimizin yüzüne baktık. Eğitim kıyafetlerimize çekidüzen vererek yandaki Bölük Komutanının odasına gittik. 2. Bölük Komutanı olan Üsteğmen E.Ç. ile bizim Bölük Komutanı sınıf arkadaşı ve yakın dost idiler. İçeriye girdiğimizde Üsteğmen E.Ç. kendi yerinde oturuyordu. Masanın yan tarafında ise bizim Bölük Komutanı Üsteğmen A.Ç. Her ikisinin de yüzlerinde çok ciddi bir ifade vardı. Küçük barakanın bir bölümünden oluşturulmuş bu makam odasına diğer bölüğün teğmenleri de az önce çağrılmışlardı ve ayakta esas duruşta bekliyorlardı. Bizler de onların yanına sıralandık. Odanın köşesinde yanmakta olan kömür sobası içerisini oldukça ısıtmıştı. Sobanın önündeki ve üst tarafındaki havalandırma deliklerinden alevlerin rengi sızıyordu.
Sessizliği, Ütğm. E.Ç.'nin olabildiğince ciddi bir tonla ve sert bir ifade ile konuşmaya başlaması bozdu:
-Arkadaşlar, Komutanlığımızdan çok önemli ve o derece hayati bir görevin ifası için emir aldık.
Aslında normal zamanlardaki görüntüsü hiç de çok ciddi bir izlenim bırakmayan hatta biraz da hoşgörülü ve güler yüzlü olan bu Üsteğmen, tek tek bizlerin gözlerinin içine baktıktan sonra devam etti:
-Personelinizi içtima ettirin! Her takım komutanı üçer tank hazırlasın. Hakiki cephaneleri tanklara yükleyin. Garajların önündeki yolda kol düzenine geçip ikinci emri bekleyin.
Şaşırmıştık. Cephane, hem de tank topu cephanesi yüklemek de ne oluyordu? Savaşa mı gidiyorduk. Ben biraz mırıldanarak bir soru soracak oldum. Üsteğmen E.Ç. zoraki takındığı sert bir yüz ifadesiyle, bu emrin uygulamasında en ufak bir isteksizliğin o kişiyi divan-ı harbe kadar götüreceğini söylüyordu.
9 Mart 1971 gecesi kışlayı terk etmedik. İyi ki de etmemişiz. Çok büyük bir olasılıkla kardeşkanı dökülecekti. O gece demin sözünü ettiğim, başlarında iki kuvvet komutanının bulunduğu taraf sol bir darbe yapacakmış. Eğer kışlayı terk etseydik, muhtemelen bu grupla çatışıp, darbeyi önlemeye çalışacaktık. Daha sonra, 12 Mart Muhtırasının veriliş nedeninin ordunun içindeki bu sol görüşlü gruba karşı olduğunu öğrenecektik. İleriki yıllarda, bu sol devrim yanlılarının ön hazırlıkları, Sovyet tipi teşkilat ve yönetim şemalarına, görevli üst düzey komutanların kod isimlerine kadar çeşitli yayınlarda yer alacaktı. Bunu daha sonraları iyice öğrendim ki devlet içinde her sır, günün birinde ortaya çıkıyordu.
Maalesef, 12 Mart böylece Türk siyasi tarihinde yönetime el koymanın sayısız örneğinden biri olarak yer aldı. Bir öğle ajansında radyoda okunan muhtıranın ardından, dönemin başbakanı Süleyman Demirel iktidarı bıraktı. Sonraları bu davranışı, benim asla katılmadığım bir şekilde “Şapkasını aldı, kaçtı” şeklinde yorumlandı. Ben bu hiciv şeklini hiç bir zaman doğru bulmadım.
Sonra ne mi olacaktı? Dokuz yıl sonra, 12 Eylül 1980'de bir darbe daha gelecekti. Hem de gümbür gümbür… Orada da bu kez değerli Dostum Sayın Çapanoğlu ile tanışacaktık.
Alim Gürerk
12.03.2023 19:27:27Sayın Çapanoğlu, Bazen insan arzu etmediği halde, önemli olayların içinde kendini bulabiliyor. Allahtan birbirimizi tanıyor ve yurtseverliklerimiz konusunda şüphe duymuyoruz. Burada 12 Mart'ın ne ülkemize yarar sağladığını ne de zararını anlatmak değil maksadım. Sabice o tarihteki çok genç bir subayın, tanık olduğu olayların özetini yapacağım. 12 Mart 1971 Muhtırası Etimesgut’taydım. Tank Okulundan bir ara tayinle 1. Alay 1. Tabur 3. Bölüğe Takım Komutanı olarak atanmıştım. Teğmenliğe terfi etmiş, sonunda her genç Harbiyelinin hayal ettiği rütbeyi almış, yıldızımızı omuzlarımıza takmış ve görevimize başlamıştık. Ancak kıtadaki günlük yaşam pek öyle kitaplarda yazdığı, filmlerde olduğu gibi geçmiyordu. Genellikle eğitim alanında, gün boyu yeni silahaltına alınmış gençlere temel askerlik eğitimi ve tank uzmanlık eğitimi veriyorduk. Diğer yandan da yaşımızın ve dönemin gereği her şeyden anlamaya, her telden çalmaya gayret ediyorduk. Ülkenin durumu hiç iyi değildi. Kendilerine “Devrimci” adını veren bir kısım gençler ki bunlar bizim yaşımızdaki üniversitelilerdi, kendi inançlarına göre daha iyi bir Türkiye için vuruyorlar, vuruluyorlardı. Polisle, karşıt gruplarla çatışıyorlardı. Ama bir kaç sene sonra yine hortlayacak sağ-sol çatışmalarında olacağı gibi, ölümle sonuçlanan olaylar henüz tek-tük meydana geliyordu. Devrim diye bir gazete okumaya başlamıştım o aralar. Doğan Avcıoğlu çıkarıyordu bu gazeteyi. Kendisinin yazdığı, gündemde önemli bir yer tutan ve özellikle sol görüşlülerin ellerinden düşmeyen bir kitabı vardı: Türkiye’nin Düzeni. Ben o kitabı sonuna kadar okuyamayışımın eksikliğini her zaman hissettim. Günümüzün ünlü gazetecilerinden olan ve 1. Dünya Savaşında Kanal Harekatına katılan Cemal Paşanın torunu olduğunu daha sonraları öğreneceğim Hasan Cemal de Devrim gazetesinin genç yazarlarındandı. Gazetenin ve yazarlarının o dönemdeki sloganı “Ordu Millet El Ele, Milli Cephede!” idi. Sempatik gelmişti bu slogan benim gibi düşünenlere. 1960 yılında Demokrat Parti iktidarına karşı 27 Mayıs ihtilalini gerçekleştiren subaylardan biri olan Emekli General Cemal Madanoğlu ’da bu grubun içindeydi. Yenişehir'deki Orduevinde kalıyordum. Akşamları mesai bitiminde Orduevinin arkasından geçen caddede servis aracından iniyor ve kısa bir yürüyüşle hem Kızılay'ın o saatlerdeki havasını teneffüs ediyor hem de bütün gün kışla içerisinde geçen ağır mesainin yorgunluğunu üzerimden atmaya çalışıyordum. Bazen üzerine asker parkası giymiş üniversiteli gençlerin yanından geçerken orduevleri, subaylar ve Türk Silahlı Kuvvetleri hakkında olumsuz laf attıklarına tanık oluyordum. Bunlar da kendilerine “Devrimci” adını verenlerdendi. Ancak bunlar, Doğan Avcıoğlu ve arkadaşlarının, ordunun desteğini almadan bir devrim yapılamayacağı görüşüne katılmayan, bazı diğer gruplara mensuptular. Zaten o kadar çok değişik gruplar vardı ki. Ne acıdır ki, ordu içinde de genç subaylar arasında bazı gruplaşmalar ortaya çıkmıştı. Özellikle Deniz ve Hava Kuvvetleri’ne mensup bazı genç subaylar, imzasız mektuplar yayınlıyorlar, bazıları sempatizan, bazıları ise ufak tefek eylemleri destekleyici olaylara katılıyorlardı. Benim de görev yaptığım Etimesgut’taki Zırhlı Birliğinin komutanı Tümgeneral rahmetli Turhan Olcaytu, bir gün tümen personelini, sinema salonuna toplayarak yaptığı konuşmada, tümenin tamamının mevcut düzenin ve iktidarın yanında olduğunu söylüyor, aksine hareket edenlerin bizzat kendisi tarafından cezalandırılacağını belirtiyordu. Bunu sert bir ses tonu ile ifade ederken, bir taraftan da beline taktığı iki adet tabancayı gösteriyordu. Diğer yandan da tümenin içerisinde, hem de eğitim alanının tam ortasındaki bir çadırda, binbaşı rütbesindeki bir subay, kendisine yakın gördüğü bir kaç üsteğmen ve yüzbaşının tespit edip önerdiği genç teğmenleri yanına çağırıyor ve onlarla yaptığı görüşmelerde şunları söylüyordu: -Ülkemizin şu anki durumundan memnun musun? -Gelir dağılımındaki adaletsizlikler, adam kayırmalar, eğitimdeki eşitsizlik, seni rahatsız etmiyor mu? -Türkiye’nin, Atatürk’ün en çok önem verdiği tam bağımsızlık ilkesinden uzaklaştırıldığını görmek seni üzmüyor mu? -Bu durum karşısında genç bir Türk subayı olarak kayıtsız kalmak mümkün müdür? Bunları zaman zaman arkasındaki Türk Bayrağına ve Atatürk posterine göz atarak özenli ve davudi bir sesle anlatan binbaşı daha sonra şunları ilave ediyordu: “Milletimizin içine düşürüldüğü bu durumdan çıkarılması için ülkemizin zinde güçleri uzun zamandan beri hazırlıklar yapmaktadır. Biz de bu tümende sözünü ettiğim zinde güçlerin oluşturduğu zincirin bir halkasıyız. Harekete geçme anı geldiğinde, önce tümen nizamiyesinde tümen komutanının yolunu kesip araçtan indireceğiz ve dizleri üstüne çöktürüp kafasına bir kurşun sıkmak suretiyle infaz edeceğiz.” Binbaşı çadırın içinde kendisini ayakta esas duruşta önceleri merakla, konuşmalar ilerledikçe yerini korkuya terk edecek bir heyecanla dinleyen genç teğmene (bana) bunları söyledikten sonra, bu görüşmeyi benimle birlikte kenardan takip eden ve beni bu çadıra, “Binbaşım seninle görüşmek istiyor” diye getirmiş olan Üsteğmeni göstererek, “İşte bu şerefli görevi yapacak olan Üsteğmen D.A.’dır” diyordu. Daha sonra da şunları ilave ediyordu: “Aynı gün akşama kadar Ankara Polatlı karayolunun kenarındaki her telefon direğinde bir generalin sallandığını göreceksiniz!” İşte böyleydi o günler... 9 Mart 1971 Darbe Teşebbüsü (Muhtıra öncesi) Bir kaç gündür kışlayı terk etmiyorduk. Gün içinde normal mesaiyi tamamladıktan sonra, taburun genç subayları ya bir odada oturup sohbet ediyor ya da herkes kendine uygun bir meşgale buluyordu. Ortalıkta bir şeyler oluyordu ama tam anlamıyla bilgi sahibi değildik. Bir kaç gün önce Kızılay’da rastladığım bir teğmen, Mamak’taki kendi birliği olan tümenin devrimci olduğunu, bu sebeple vakit geldiğinde devlet yanlısı ve faşistlikle tanımladığı bizim tümeni yok edeceklerini söylüyordu. Diğer taraftan Genelkurmay Başkanının da olası bir sol askeri hareketi şiddetle önleyeceği, ancak Kara Kuvvetleri ile Hava Kuvvetleri Komutanlarının bu sol hareketi destekledikleri hatta bunun içinde oldukları haberleri ortalıkta dolaşıyordu. Nitekim yıllar sonra o döneme ait belgeler açıklandığında öğreniyorduk ki önceden yeni anayasaya kadar hazırlıklar yapılmış, kod adları ile anılan Kara Kuvvetleri Komutanı, Devlet Başkanlığı, Hava Kuvvetleri Komutanı da Konsey Başkanlığı için düşünülmüştü. İşte böyle bir hava vardı ortalıkta. Bir kaç teğmen arkadaşla oturduğumuz odanın kapısı çalındı ve biz daha “Gir” demeden Bölük Komutanımız olan Üsteğmen A.Ç.’nin habercisi er içeri girerek heyecanlı bir sesle şunları söyledi: -Üsteğmenim, 2. Bölük Komutanının odasında sizleri çağırıyor. Çok acele gelsinler dedi. Üç arkadaş birbirimizin yüzüne baktık. Eğitim kıyafetlerimize çekidüzen vererek yandaki Bölük Komutanının odasına gittik. 2. Bölük Komutanı olan Üsteğmen E.Ç. ile bizim Bölük Komutanı sınıf arkadaşı ve yakın dost idiler. İçeriye girdiğimizde Üsteğmen E.Ç. kendi yerinde oturuyordu. Masanın yan tarafında ise bizim Bölük Komutanı Üsteğmen A.Ç. Her ikisinin de yüzlerinde çok ciddi bir ifade vardı. Küçük barakanın bir bölümünden oluşturulmuş bu makam odasına diğer bölüğün teğmenleri de az önce çağrılmışlardı ve ayakta esas duruşta bekliyorlardı. Bizler de onların yanına sıralandık. Odanın köşesinde yanmakta olan kömür sobası içerisini oldukça ısıtmıştı. Sobanın önündeki ve üst tarafındaki havalandırma deliklerinden alevlerin rengi sızıyordu. Sessizliği, Ütğm. E.Ç.'nin olabildiğince ciddi bir tonla ve sert bir ifade ile konuşmaya başlaması bozdu: -Arkadaşlar, Komutanlığımızdan çok önemli ve o derece hayati bir görevin ifası için emir aldık. Aslında normal zamanlardaki görüntüsü hiç de çok ciddi bir izlenim bırakmayan hatta biraz da hoşgörülü ve güler yüzlü olan bu Üsteğmen, tek tek bizlerin gözlerinin içine baktıktan sonra devam etti: -Personelinizi içtima ettirin! Her takım komutanı üçer tank hazırlasın. Hakiki cephaneleri tanklara yükleyin. Garajların önündeki yolda kol düzenine geçip ikinci emri bekleyin. Şaşırmıştık. Cephane, hem de tank topu cephanesi yüklemek de ne oluyordu? Savaşa mı gidiyorduk. Ben biraz mırıldanarak bir soru soracak oldum. Üsteğmen E.Ç. zoraki takındığı sert bir yüz ifadesiyle, bu emrin uygulamasında en ufak bir isteksizliğin o kişiyi divan-ı harbe kadar götüreceğini söylüyordu. 9 Mart 1971 gecesi kışlayı terk etmedik. İyi ki de etmemişiz. Çok büyük bir olasılıkla kardeşkanı dökülecekti. O gece demin sözünü ettiğim, başlarında iki kuvvet komutanının bulunduğu taraf sol bir darbe yapacakmış. Eğer kışlayı terk etseydik, muhtemelen bu grupla çatışıp, darbeyi önlemeye çalışacaktık. Daha sonra, 12 Mart Muhtırasının veriliş nedeninin ordunun içindeki bu sol görüşlü gruba karşı olduğunu öğrenecektik. İleriki yıllarda, bu sol devrim yanlılarının ön hazırlıkları, Sovyet tipi teşkilat ve yönetim şemalarına, görevli üst düzey komutanların kod isimlerine kadar çeşitli yayınlarda yer alacaktı. Bunu daha sonraları iyice öğrendim ki devlet içinde her sır, günün birinde ortaya çıkıyordu. Maalesef, 12 Mart böylece Türk siyasi tarihinde yönetime el koymanın sayısız örneğinden biri olarak yer aldı. Bir öğle ajansında radyoda okunan muhtıranın ardından, dönemin başbakanı Süleyman Demirel iktidarı bıraktı. Sonraları bu davranışı, benim asla katılmadığım bir şekilde “Şapkasını aldı, kaçtı” şeklinde yorumlandı. Ben bu hiciv şeklini hiç bir zaman doğru bulmadım. Sonra ne mi olacaktı? Dokuz yıl sonra, 12 Eylül 1980'de bir darbe daha gelecekti. Hem de gümbür gümbür… Orada da bu kez değerli Dostum Sayın Çapanoğlu ile tanışacaktık.