Değerli okurlar, Gazi Mustafa Kemal Paşa, Büyük Nutku nu 92 yıl önce, 15 Ekim 1927 Cuma günü toplanan Cumhuriyet Halk Partisinin 2. Büyük Kongresinde, okumaya başlamış ve 20 Ekim 1927 günü tamamlamıştı. T.C. Maltepe Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Bölüm Başkanı Yrd. Doç. Dr. Sayın Orhan Çekiçin 80. Yılında Büyük Nutuk başlıklı bu uzun ama çok özel yazısını büyük bir heyecan ve duygu seli içinde okumuştum. Çünkü Türk Tarih Kurumunun 1999 yılında dördüncü bakısını yaptığı sayfasının bir yüzünde aslını, öbür yüzünde de günümüz Türkçesiyle bastırdığı, birinci ve ikinci cildinde Nutuk üçüncü cildinde vesikalar/ belgeler şeklinde düzenlenmiş özel baskısına sahip olmuş ve sindire sindire okumuştum. Bu nedenle Sayın Orhan Çekiçin yazısı beni oldukça etkiledi. Bu güzel yazıyı sizinle paylaşmak istedim.
80. YILINDA BÜYÜK NUTUK (Söylev)
SAYIN BAYLAR, SİZİ GÜNLERCE İŞLERİNİZDEN ALIKOYAN UZUN VE AYRINTILI SÖZLERİM, EN SONU TARİHE MAL OLMUŞ BİR ÇAĞIN ÖYKÜSÜDÜR.
Bunda, ulusum için ve yarınki çocuklarımız için dikkat ve uyanıklık sağlayabilecek kimi noktaları belirtebilmiş isem kendimi mutlu sayacağım
Gazi Mustafa Kemal 80 yıl önce, 15 Ekim 1927 Cuma günü toplanan Cumhuriyet Halk Partisinin 2. Büyük Kongresinde, Büyük Nutku nu okumaya başlamıştı.
GAZİ CHPYİ 9 EYLÜL 1923 TARİHİNDE KURMUŞTU.
Kuruluştan sonraki ilk büyük kongre yapılıyordu ama Sivas Kongresinde alınan bir kararla Anadolu ile Rumeli Müdafaa-i Hukuk Dernekleri birleştirilmiş, böylece verilecek mücadelede bir bütünlük sağlanmıştı.
İşte ortaya çıkan bu Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Derneği, ileri yıllarda siyasal bir hareket olarak
CHPnin 1. Büyük Kongresi kabul edilmişti. O nedenle şimdikine 2. Büyük Kongre denmişti.
20 Ekim Çarşamba gününe kadar, tam 36 saat 33 dakika süren Gazinin bu sunumu, sadece Türkiyede değil, tüm dünyada beklendiği gibi çok büyük yankılar uyandırmıştı.
Cumhuriyet henüz 4 yaşındaydı ama öylesine olağanüstü dönemlerden geçilmişti, öyle dar boğazlar aşılmıştı ki,
bunu birinci ağızdan yazıp söylemekte gelecek kuşaklar açısından büyük yarar görmüştü.
O nedenle de, uzun zamandan beri hazırlamakta olduğu bu nutku okumak için, Gazi, parti genel kurulunun daha uygun bir ortam olacağına karar vermişti.
Böylece orada sadece milletvekillerine ve hükümet üyesi bakanlara hitaben değil, aynı zamanda tüm illerden gelecek CHP delegelerine, parti ileri gelenlerine, bürokraside yer alan üst düzey yöneticilere, komutanlara, kordiplomasiye mensup tüm büyükelçilere hitaben bu uzun konuşmasını yapabilecekti.
Öyle de oldu.
TBMM Genel Kurul Salonu sonuna kadar doluydu ve insanlar adeta nefeslerini tutarak 6 gün boyunca Gaziyi dinlemişlerdi.
Kürsüde son derecede şık ve yakışıklı, yaptıklarından müthiş gururlandığı her halinden belli, kimi zaman sesini yükselterek kimi zaman alçaltarak, dost düşman tüm dünyaya sesleniyordu:
1919 yılı Mayısının 19uncu günü Samsuna çıktım.
GENEL DURUM VE GÖRÜNÜŞ:
Ülkenin o günlerde içinde bulunduğu durumu tüm çıplaklığıyla anlatıyor, Millî Mücadele günlerinin
zor koşullarına değinirken sesi titremeye başlıyor, hele sonlara doğru, bütün bu mücadelenin muzaffer sonucu olan cumhuriyeti Türk Gençliği ne armağan ettiği bölüme geldiğinde, Ey Türk Gençliği derken artık daha fazla dayanamıyordu.
Ertesi gün İngiliz gazeteleri Gazi gözyaşlarını tutamadı diye manşet attılar.
Doğruydu.
NUTUK NEDEN ve KİME HİTABEN YAZILDI?
Gazi, Nutukta Millî Mücadeleyi anlattığı bölümden hemen sonra bu soruyu soruyor ve gene kendisi yanıtlıyordu:
Maksadım, inkılabımızın incelenmesinde tarihe kolaylık sağlamaktır.
Bütün bu olguların ve olayların cereyanında TBMM ve hükümeti başkanı, Başkomutan ve Cumhurbaşkanı olmaktan çok, teşkilâtımızın Genel Başkanı olarak bu görevi yapmaya kendimi mecbur sayarım.
Parti teşkilatı mensuplarının ve ülkenin dört bir yanından gelmiş delegelerin önünde konuşmasındaki maksat, anlattıklarını onların da ülkenin dört bir yanına anlatmaları, böylece olan biteni tüm yurttaşların kaynağından, yani birinci elden, Gaziden öğrenmeleriydi.
1918-1927 arası son dokuz yılda olup bitenlerin hesabını soruyor, hesabını veriyordu.
Konuşma tümüyle belgelere dayanıyordu.
Metinden birkaç cümle okuyor, yan masadaki kâtibe bir belge uzatıyordu.
Bu nedenle, Osmanlıca olan ilk baskı iki cilttir.
Birinci cilt Nutkun metnini, ikinci cilt ise belgeleri içerir.
Daha sonraki baskılarda da benzer yöntem uygulanacaktır.
Metin kısmında 192.240 sözcük vardır.
Her sayfasında ortalama 360 sözcük bulunan bir baskıda Nutuk 534 sayfa, belgeleri ise 344 sayfa tutmaktadır.
Böylece Nutuk iki cilt bir arada 878 sayfalık dev bir eserdir.
Nutukta bulunan toplam belge sayısı ise 308dir.
Büyük Nutuk, Gazinin eseri olan Türkiye Cumhuriyetinin eseridir.
Her sayfasında, cumhuriyete giden o uzun ince yol Gazinin ağzından tüm ayrıntısıyla ve bütün dünyaya hitaben anlatılmaktadır.
İşgalciler, Saray, İstanbul Hükümeti, Kuvvacılar, işbirlikçiler, komutanlar, yakın arkadaşları, sonradan yolları ayrılan arkadaşları, dost düşman herkes bu anlatılanlardan kendilerine bir pay çıkarabilmektedir.
O nedenle, özellikle İngiliz Büyükelçisi ve sefaret mensupları büyük bir merak ve dikkatle dinliyorlardı.
Sultan Vahdettinin İngilizlerle olan gizli temaslarını, Sadrazam Damat Feritin aşağılık ilişkilerini ve
onursuz politikalarını, İngiliz Severler Derneğini, Anadoludaki kutsal isyanı bastırmak için
Vahdettinin İngilizlerden aldığı para ve silahla donatıp, Ankarayı ezmek üzere sevk ettiği Hilafet Ordusunu, şimşek bakışlarını kordiplomasinin oturduğu locaya dikmiş, gürül gürül anlatıyordu.
Anlattıkça da yan masaya bir belge veriyordu.
Oturum sona erdiğinde tüm diplomatların en büyük merakı, acaba yarın ne anlatacak? sorusuydu.
Özellikle İtalyan diktatörü Mussolini Nutkun İtalyanca ya çevrilip çevrilmeyeceğini merak ediyor,
Büyükelçisinden sık sık bilgi istiyordu.
Gazi Nutukta kurtuluşu gerçeğine uygun sırada, kronolojik bir akışla anlatıyordu.
Buna göre, önce Birinci Dünya Savaşına son veren Mondros Ateşkes Anlaşmasının hangi koşullarda ve nasıl imzalandığını, buna nasıl karşı çıktığını, Sarayın ve İstanbul hükümetlerinin içine düştükleri aciz durumları, ardından gelen işgalleri, işgalcileri, işbirlikçileri, azınlıkların hain faaliyetlerini sayıp döküyordu.
Daha sonra direniş için ilk hazırlıklar ve örgütlenmeleri, buna tepki olarak da Yunan ordusunun Egeye çıkarılmasını; işgali göğüslemek adına Kuvva-yı Milliyenin kuruluşunu, ardından ordunun teşkilatlanmasını; kongreler ve Heyet-i Temsiliye dönemini; bu direnişi kırmak için Vahdettinin yayınlattığı fetvaları ve buna bağlı olarak Anadolunun on dört yerinde çıkarılan iç isyanları; kardeşin kardeşi boğazlayışını, kimi zaman öfkeli, kimi zaman sakin, anlattı, anlattı, anlattı.
Daha sonra İnönü Savaşlarını, Sakaryayı anlattı. Büyük Taarruza gelince, kürsüdeki duruşu bile değişmişti.
Lozanı anlatırken ise artık kürsüye sığmıyordu.
Ardından barış dönemi Ardından cumhuriyet Ardından devrimler Mutluydu.
NUTUKTA ENÇOK ZORLANDIĞI BÖLÜM
Nutuku yazarken de, okurken de en çok zorlandığı bölüm, en yakın silah arkadaşlarıyla yollarının ayrıldığını hissettiği bölümdü.
Lozan günleriydi.
İsmet Paşa ve Türk Heyeti 17 Kasım 1922 günü Lozana hareket etmişti.
İlahi adalet
Aynı gün Sultan Vahdettin İngilizlere sığınmış, Malaya zırhlısıyla Maltaya doğru yola çıkmıştı. Sultan kaçıyordu.
Aradan birkaç gün geçmişti.
Lozanda müzakereler sürüyor, kıyamet kopuyordu.
Bir gün, Vekiller Heyeti Reisi (Başbakan) Rauf Bey, Gazinin TBMMdeki başkanlık odasına gelerek Onu, Refet (Bele) Paşanın Etlik teki bağ evine akşam yemeğine davet etti.
Rauf Bey, o günlerde Moskova Büyükelçimiz olan ve şimdi Ankarada bulunan müşterek arkadaşları
Ali Fuat Cebesoy Paşanın da (Salacaklı Fuat) bu yemekte bulunması için Gazinin onayını aldı.
Gazi, Rauf Bey, Refet Paşa, Fuat Paşa, akşam sofrada bir araya geldiler.
Hatır sormalar henüz bitmiş, yemek bile daha başlamamıştı ki, Rauf Bey Gaziye döndü; Kemal dedi, davetimizi kabul edip geldiğin için teşekkür ederiz. Yemeğin yanı sıra seninle baş başa konuşmak istediğimiz bir konu var, bugün seninle o konuyu da konuşmak istiyoruz. Hisleri Onu yanıltmazdı. Bozuntuya vermedi. Buyurun, konuşalım ! dedi.
Rauf Bey eteğindeki taşları dökmeye başladı: Kemal! Bu Meclis senden korkuyor yüzden sana gelemiyor, tüm şikâyetler başbakan olarak bana geliyor
Gazi şaşırdı, belli etmemeye çalıştı, Neyimden korkuyorlarmış? Deyiverdi.
Rauf Bey konuya doğrudan girdi:
Senin cumhuriyet kuracağından korkuyorlar. Dedikodular giderek yayılıyor. Bazen o kadar abartıyorlar ki, eline bir fırsat geçerse, senin padişahı bile bu ülkeden kovacağını söylüyorlar!
Gazi donup kalmıştı.
Soğukkanlılığını korumaya çalışıyordu. Rauf Bey ise içini dökmeye başladı:
Kemal! Bu vatan tehlikeye düştü, işgale uğradı. En çok sen çaba gösterdin, kurtardın, biz de sana yardım ettik.
Şimdi vatan kurtuldu. Bize göre emaneti sahibine iade etmenin zamanı geldi.
Gazi yemek davetinin bir bahane olduğunu anlamıştı.
Peki, Rauf, Sultan Vahdettin için sen ne düşünüyorsun? diye sordu. Rauf Beyi dinleyelim:
Kemal, benim babam padişahın baş mabeyinliğini yaptı. Boğazında padişahın ekmeği var.
Şimdi o ekmek benim gırtlağımda. Ben yediğim ekmeğe ihanet etmem kardeşim. Benim rejim sorunum yok.
Üstelik madem sordun, söyleyeyim. Padişah bir İslam halifesi, ben de Müslümanım. Dinî terbiyem nedeniyle de padişaha bağlıyım makamlar uhrevi makamlar. Senin, benim gibi kişilerin ulaşabileceği makamlar değil.
Kaldı ki, bu milletin yüzlerce yıldan bu yana alıştığı yönetim de mutlakıyet yönetimidir, cumhuriyet değil.
Gazinin yüz hatları gerilmişti.
Ev sahibi Refet Paşaya döndü; Sen ne düşünüyorsun Refet? diye sordu. Aynen Rauf Bey gibi düşünüyorum, Paşam!... deyip kestirip attı Refet Paşa. Gazi, masadaki Fuat Paşaya, Senin görüşün Fuat? diye sordu.
Fuat Paşa Gazinin Harbiyeden sınıf, hatta sıra arkadaşıydı. Hukukları daha derindi.
St. Joseph mezunuydu, yani askeri okuldan değil sivil liseden Harbiyeye biraz da geç katılmıştı. Okul Komutanı Mustafa Kemali odasına çağırtmış ve iki genci birbirine tanıştırmıştı:
Selanikli Mustafa Kemal, Salacaklı Fuat Ve Fuatı sınıfının çavuşu Mustafa Kemale emanet etmişti.
Fuatın Fransızcası çok iyiydi, Mustafa Kemale bu derste çok yardımı oldu. Giderek aralarında uzun yıllar sürecek bir dostluğun köprüleri atıldı ve Mustafa Kemal Harbiye yılları boyunca her hafta sonu Fuatın Salacaktaki köşküne evci çıktı. O nedenle aralarındaki hukuk daha derindi.
Fuat; Paşam, dedi, biliyorsunuz uzun süredir Moskovadayım, duruma muttali değilim, izin verin birkaç gün düşüneyim, yanıtımı sonra veririm!..Yani o bile, Kemal, ben senin arkandayım!... diyemedi.
Masada olmayan dördüncü kişi, Kazım Karabekir Paşa ise Erzurumdaydı ve telefonun öbür ucunda, bu toplantıdan çıkacak kararı bekliyordu.
Beşinci kişiyse, kendisiydi.
Anadoluya çıkan ilk 5 komutan işte masadaydılar ve henüz devlet kurulamamıştı ama kozlar paylaşılıyordu.
Benden ne yapmamı istiyorsunuz? diye sordu Gazi. Yarın kürsüye çık, bunları yapmayacağına söz ver! diye yanıtladı Rauf Bey. Bana bir kâğıt verin Bağ evinde gece yarısı kâğıt bulamadılar,
içtiği sigaranın kapağını yırttı ve arkasına hırsla yazdı: Günü geldiğinde Padişahla ilgili kararı
en yüce icraî organ olan TBMM verecektir. Yüksek sesle okudu ve sordu:
Bu sizi ve Meclisi tatmin eder mi? Bunu yarın çıkıp okursam, sizce Meclis tatmin olur mu? Hah, işte bu olur. Bunu çık yarın kürsüden oku!..., dedi Rauf Bey.
O Meclisten padişah aleyhinde bir karar çıkmazdı. Bunu biliyorlardı. Masadaki komutanlar rahatladılar.
Sofra, buz gibi olmuştu. Ayrılırlarken, Etlik sırtlarından yeni bir gün ışıyordu günden itibaren Gazi yollarını da bu arkadaşlarından ayırmak zorunda olduğunu görmüştü. Ertesi gün kürsüye çıktı ve yazdıklarını aynen okudu.
Meclisle ve komutanlarla bir tartışmaya girmeden bu krizi atlatmalıydı. Öyle de yaptı.
1921 Anayasasına göre Meclis her iki yılda bir seçim yapmak zorundaydı. Meclis 23 Nisan 1920de açıldığına göre, seçimleri yenilemenin zamanı gelmişti. Doğal olarak da seçimlere gidildi. Gazi, bu Meclisten kurtuluyor gibiydi. Komutanlar yeniden endişeye düştüler: Ya, Kemalist bir Meclis gelirse! Bunun üzerine yeni bir plan kurdular. Mustafa Kemali Meclise sokmamanın yolunu arayacaklardı. Seçim Yasasını değiştirmeye karar verdiler.
Erzurum Milletvekili Necati Bey, Samsun Milletvekili Emin Bey, Mersin Milletvekili Albay emeklisi Çolak Selahattin Bey, bir önerge hazırladılar: Buna göre:
1. bundan böyle milletvekili adayının doğum yeri, Misak-ı Millî sınırları içinde olsun!..Selanik dışında kalmıştı.
2. Milletvekili adayı adaylığını koyduğu yerde en az beş senedir oturuyor olsun! Mustafa Kemal o cephe, bu cephe hayatı boyu koşturmaktan ötürü değil beş yıl, hiçbir yerde sürekli beş ay oturamamıştı ki.
Hedef belliydi. Bu yasa özel olarak kendisi için hazırlanmaktaydı. Hem de en yakın silah arkadaşları tarafından.
Bu önerge verilince, kürsüye zorla çıktı ve avaz avaz: Doğum yerim Selanik Misak-ı Millî sınırları dışında kalırken, devlet Selaniği tek kurşun atmadan Yunana verirken, bu millet bilsin ki ben diğer bir yurt köşesi Dernede savaşıyordum
Hiçbir yerde beş yıl oturamadım, doğru. Otursaydım, o zaman Bingazide, Dernede, Sinada,
Filistinde olamazdım. Çanakkalede, Kafkaslarda, Sakaryada olamazdım. Ama ben oralarda olamasaydım, bu efendilerin de doğum yerleri, Allah korusun, Misak-ı Millî sınırları dışında kalırdı
Şimdi millete soruyor ve yanıtını milletten bekliyorum. Bu önergenin sahibi efendileri buraya gönderen millet onlar gibi mi düşünü
yor?...
Hayır, millet onlar gibi düşünmüyordu. Çuvallar dolusu telgraflarla olayı protesto ettiler, önerge geri çekildi ve Mustafa Kemal Ankaranın Bâlâ ilçesinden milletvekili seçilerek Meclise girdi
Cumhuriyeti de kurdu.
Gazi bu olayı hiç unutmadı. Nutukta da tüm ayrıntısıyla yazdı.
NASIL, NEREDE YAZDI?
Nutukun yazım süreciyse çok yorucu olmuştur. Epey süredir notlar tutmaktadır. Konuşmasını yaklaşan Parti kongresinde yapmaya karar verince, kalan üç aylık sürede Nutkun tamamını yetiştirebilmek için olağanüstü bir tempoda çalışmak zorunda kalmıştır. Kalp spazmı Onu bu tempoda yakalar. Sigara ve içkiye ara verilir, üç gün sırt üstü yatarak zar zor atlatır.
Nutuku Çankaya Köşkünde yazmaktaydı. Ankara Belediyesinin bir Ermeni yurttaştan satın alıp
Gaziye hediye ettiği köşk, üç oda bir salondan ibaret eski bir bağ eviydi. Yağmur yağdıkça tavanı akardı.
Akan yerlere leğenler konmuştu. Akmayan bir köşeye konan bir koltuğa oturmuş, yanı başında su dolu bir leğen, elindeki pamuğu suya batırıp gözüne örtüyor, böylece rahatlamaya çalışarak Nutuku dikte etmeye devam ediyordu. Yorgunluktan gözlerini açamaz hale gelmişti. Nutuku dikte ettiği yaverler her sekiz saatte bir değişiyor, O ise yerinden kımıldamıyordu. Aralıksız 32 saat çalıştığı olmuştu.
Falih Rıfkı Atayın anlatımıyla; Çalışma odasında yarı ayaküstü, yarı oturarak ve yüzlercesi arasından vesikalar ayırarak Nutkunu dikte ederdi. Yorulan değişirdi. Bir defasında pek genç bir arkadaşı baygınlık geçirmişti. Akşama doğru bir banyo aldıktan sonra, hiç dinlenmeden sofraya iner, o gün yazdıklarını bize okur veya okutur, hadiseler üzerinde terütaze bir muhakemeyle tartışmalar yapardı.(Falih Rıfkı Atay, ÇankayaAtatürk Devri Hatıraları, Dünya Yayınları 5 Cilt II, s.460).
Büyük Nutuk üç açıdan benzersizdir: Söyleniş süresi, kapsamı ve yaptığı etki açılarından eşsizdir.
Sunum TBMM toplantı salonunda yapılmıştır. Gazi, sabahleyin üç saat ve öğleden sonra üç saat olmak üzere her gün iki toplantıda konuşmuştur.
NUTKUN YANKILARI ve İTİRAZLAR
Nutuk, okunduğu 1927 yılında tüm Türkiyede büyük yankılar yapmış, tüm gazeteler manşetlerinde
Nutuka yer vermişler, yazarlar günlerce Nutuktan söz etmişlerdir. Bu yankı dış dünyaya da yansımıştır.
Avrupa bir yana, Japonyada bile yayınlanan pek çok yoruma rastlanmıştır. En ünlü gazetelerin başyazarları günlerce sütunlarında Nutuka yer vermişlerdir.
Bu arada, İzmir Suikastı öncesinde yurt dışına çıkmış bulunan muhalefet kanadın ileri gelenlerinden Nutuka tepki ve eleştiriler de gelmiştir.
O günlerde Londrada oturmakta olan Kurtuluş Savaşının onbaşısı Halide Edip Adıvar, Nutkun okunmasının hemen ertesi günü, Londrada yayınlanmakta olan The Times gazetesine gönderdiği bir makaleyle Gaziye eleştiriler yöneltmiş, Londra Büyükelçimiz Ferit Bey bu yazıyı ve çevirisini aynı gün Ankaraya, Dışişleri Bakanlığımıza göndermiştir. Bunun üzerine CHP Genel Sekreteri Safvet Bey, 1 Kasım 1927 tarihinde The Times gazetesinde bir tekzip yayınlayacaktır.
Lozanı imzalayan Ankara Hükümetinin başbakanı ve muhalefetin önemli liderlerinden olup, İzmir suikastı eyleminden önce yurt dışına çıkmış bulunan Rauf Bey (Hüseyin Rauf Orbay) o günlerde Pariste yaşamaktadır ve o da 2 Kasım günü The Timesa gönderdiği bir mektupla benzer eleştirilerde bulunmuştur.
Muhalefet kanadın diğer bir ileri geleni, eski İttihatçı ve Halide Edipin eşi Dr. Adnan Adıvar da o günlerde Pariste yaşamaktadır ve The Daily Telegraph (Londra) gazetesinde 29 Eylül 1928 tarihinde Türk Diktatörlüğü başlığıyla bir eleştiriyi de o yayınlayacaktır.
(Bu yazıların tam metinleri için ; Bilal Şimşir,Atatürkün Büyük Söylevi Üzerine Belgeler, Türk Tarih Kurumu Yayınları, XVI. Dizi, Sayı.61)
Yapılan eleştiriler daha ziyade Gazinin kendini çok ön plana çıkarttığı, arkadaşlarını geri plana ittiği merkezindedir. Oysa Nutukta anlatılanlar daha dün kadar yakın bir geçmişte cereyan etmiş,
sunulan tüm belgeler de devrimin tartışmasız liderinin Gazi olduğunu kanıtlamıştır. Kaldı ki bu iddiaların tümü CHP tarafından belgelerle yanıtlanmıştır.
HANGİ DİLLERDE VE NEREDE BASILDI?
Gazi Nutuk üzerindeki telif hakkını Türk Hava Kurumuna bağışlamıştı. Kitabın yurt içinde ve yurt dışında basımı ve satışı işleriyle bu kurum yetkilendirildi ve henüz kurulmuş olan bu kurumun gelişmesinde Nutkun satışından elde edilen gelir çok önemli rol oynadı. Nutuk Türkçe, İngilizce, Fransızca, Almanca ve Rusça basılmıştı. Arapça olarak da yayınlanması için Kahire Büyükelçimiz Muhiddin Paşa ısrarla talepte bulunacaktır ama yabancı dillerdeki baskılar bir Alman yayınevine (Köhler) verildiği için, onlarla temas kurulması istendiyse de sonuç olarak Arapça baskısı yapılmamıştır.
Türkçe Nutukun birinci baskısı 1928 yılının ilk yarısında yüz bin adet olarak satışa sunuldu. Bu rakam çok yüksekti. O günlerde Türkiyenin nüfusu 14 milyondu ve okur- yazar nüfus ancak bir milyon kadardı.
Her 10 okurdan birinin Nutku aldığı anlaşılıyordu ki bu büyük olaydı. Her kitap numaralıydı. İlk iki bin kitap lüks baskılardı. Bunların fiyatları 10 ile 500 lira arasında değişiyordu. Lüks olmayan kitaplar ise 5 liradan satılıyordu. Belgeler cildi daha sonra basıldı ve 2,5 lira ile 50 lira arasında satışa sunuldu. Böylece bir takım (iki cilt) Nutuk 7.5 liraydı ve bu yüksek bir fiyattı. Zira o dönemde gazete 5 kuruştu.
Gelirini en üst düzeyde tutmanın peşinde olan Türk Hava Kurumu, reklam ve tanıtıma önem vermiyor, hiçbir masrafa girişmiyordu. Aksine kitabı edinmek isteyen önce parasını ödüyor, kitap sonra adresine gönderiliyordu. Hiçbir indirim de uygulanmıyordu. Baskı için ilk temas Mayıs 1927lerde olmuştur.
Yazımı bitmek üzeredir. Ankaradan Paris Büyükelçiliğine 11 Mayısta çekilen bir telgrafta Gazinin
CHP Büyük Kongresinde uzun bir konuşma yapacağı, bu metnin kitap olarak basılmasının düşünüldüğü, ilgilenecek yayın kuruluşlarının Ankara ile temasa geçmelerinin sağlanması istenir, anlaşma için Büyükelçiliğe yetki verilmez. Bunun üzerine bazı yayın kuruluşları yanıtlarını Büyükelçiliğimiz aracılığıyla Ankaraya gönderirler.
Bunlardan Payot Yayınevi bu işe talip olduğunu, esasen daha önce de benzer işler yaptığını, metnin Parise gönderilip gönderilemeyeceğini sorar, yanıt olumsuzdur. Metin henüz Kongrede bile okunmamışken yurt dışına gönderilmesi belli ki mahzurlu bulunmuştur. Firma yetkililerinin Ankaraya gelip metni burada okumaları istenir. Sonuç olarak zaman kaybedilir ve bu nedenle de Nutkun Fransızca baskısı gecikir.
Nihayet bu temaslar sonunda Nutkun Rusça hariç diğer yabancı dillerde yayımlanması işi, Almanyanın Leipzig kentindeki K.F. Köhler yayınevine verilir ve bu baskılar ancak 1930 yılında, yani üç yıl gecikmeyle yapılır. Kitabın Rusçasını Ruslar basıp satmışlardır.( Bilal Şimşir, a.g.e. s.XIII ve diğer .)
Nutkun İngilizce ve Fransızcasının ilk baskısı 2750 adet basılmıştır. Bunların da fiyatları oldukça yüksektir.
İngilizcesi 1 İngiliz lirasına, Fransızcası ise 125 Fransız frangına satılmıştır. Belgeler cildinin de fiyatı aynıdır.
Böylece Fransızca bir takım Nutkun fiyatı 250 Fransız frangı tutmaktadır ki, bu rakam yüksektir.
SONUÇ
Büyük Nutuk Millî Mücadele tarihimizin belgeselidir. Günümüze ise ışık tutan bir rehber niteliğindedir.
Bugünleri adeta o günlerden görmüş, Nutukta bakın ulusuna ne tavsiye etmektedir:
Sayın milletime şunları tavsiye ederim ki, sinesinde yetiştirerek başının üstüne kadar çıkaracağı adamların kanındaki, vicdanındaki asıl cevheri çok iyi tahlil etmek dikkatinden bir an geri kalmasın. (NUTUK, Kültür Bakanlığının Cumhuriyetin XV. Yıldönümü Armağanı, 1938, s. 515 ).
20 Ekim 1927 Çarşamba günü Gazi son derecede yorgundur. Nutkun sonuna gelmiştir ama altı gündür ayakta konuşmaktadır. Mikrofona rağmen sesi güçlükle duyulmaktadır.
Son cümleleri:
Baylar, bu demecimle, ulusal bağımsızlığı sona ermiş sayılan büyük bir ulusun, bağımsızlığını nasıl kazandığını; bilim ve tekniğin en son ilkelerine dayanan ulusal ve çağdaş bir devleti nasıl kurduğunu anlatmaya çalıştım. Bugün ulaştığımız sonuç, yüzyıllardan beri çekilen ulusal felaketlerden uyanışın ve kutsal vatanın her köşesini sulayan kanların bedelidir.Bu neticeyi, Türk gençliğine emanet ediyorum.
Ve Nutuk Gazinin gençliğe seslenişiyle sona eriyordu:
Ey Türk Gençliği!
Birinci ödevin; Türk bağımsızlığını, Türk Cumhuriyetini sonsuzluğa değin korumak ve savunmaktır
Bir gün bağımsızlığını ve cumhuriyetini savunmak zorunda kalırsan; ödeve atılmak için, içinde bulunacağın
durumun olanaklarını ve koşullarını düşünmeyeceksin! Bu olanak ve koşullar çok elverişsiz olabilir
Daha acıklı ve daha korkunç olmak üzere, yurdunda, iş başında bulunanlar, aymazlık ve sapkınlık içinde olabilirler; üstelik hainlik da yapabilirler. Daha kötüsü, iş başında bulunan kişiler, kendi çıkarlarını, yurduna girmiş olan düşmanların siyasal erekleriyle birleştirebilirler
Ey Türk geleceğinin gençliği!
İşte bu ortam ve koşullar içinde bile ödevin, Türk bağımsızlığını ve Cumhuriyetini kurtarmaktır!
Bunun için gereken güç, damarlarındaki soycul kanda mevcuttur.
İşte tam da burada sesi titremeye başlamış, göz pınarlarından yaşlar süzülüvermişti.
Ertesi gün İngiliz basını Mustafa Kemal ağladı diye manşet atmıştı.
Haklıydılar.
Acaba bu günleri 80 yıl öncesinden gördü de ona mı ağlıyordu? Ne dersiniz?
Gençliğe Hitabındaki altı çizili yerler size de bir yerlerden tanıdık gelmiyor mu?
Kaynak:
http://ahmetdursun374.blogcu.com/4739510/
Atatürk'ü millet vekili seçtirmemek için yapılan oyunlar.
http://tr.netlog.com/go/explore/videos/videoid=1230266
----------
Hiç bir devlette kendi kuruluş felsefesine karşı olan partiye izin verilir mi?
http://tr.netlog.com/go/explore/videos/videoid=1230458
**********************
KAR İZLERİ ÖRTMESİN
Orhan Çekiç
Selanik İlkokul öğretmenlerinden Kırmızı Hafız Ahmet Efendinin oğlu Ali Rıza Efendi ile, Sofuzade Feyzullah Ağanın kızı Zübeydenin evliliğinden üç kız, üç erkek çocuk dünyaya gelir. (1). 1871 yılındaki bu evlilik (2) ilk meyvesini hemen bir yıl sonra vermiş, çocukluktan genç kızlığa henüz adımını atmış olan Zübeyde, daha on beş yaşında iken işte anne oluvermiştir.
Bebeğin adını Fatma koyarlar.
Ali Rıza Efendinin kız tarafını bu evliliğe ikna edebilmesi hiç de kolay olmamıştır. Zübeydenin babası Feyzullah Ağanın birinci eşinden oğlu Hüseyin Ağa, bu evliliğin gerçekleşmesi için Zübeydenin annesi Ayşe Hanımı ikna etmede epeyi zorlanır. Ayşe Hanım Feyzullah Ağanın üçüncü eşidir.
Hüseyin Ağa, Selanik eşrafından Hacı Süleyman Ağanın Langazadaki çiftliğinde Subaşı (kâhya) olarak çalışmaktadır. Ali Rıza Efendinin vakitsiz ölümü üzerine Zübeyde Hanımın üç çocuğu ile birlikte bir süre kalacağı, küçük Mustafa ile Makbulenin kargaları kovalayacakları çiftlik işte bu Rapla Çiftliğidir, Hüseyin Ağa da bu çiftliğin yöneticisi.
Sonunda Hüseyin Ağanın da telkinleri ile Ayşe Hanım yumuşar ve evlilik gerçekleşir. Zaten o günlerin âdetleri gereği, evlilik gibi konularda kararı erkekler verir. O nedenle bu konuda Zübeydenin de görüşünün alınmış olması beklenemez.
Yeni evliler Selanikte Ali Rıza Efendinin Yeni Kapı mahallesindaki babaevine yerleşirler ve ilk çocukları Fatma işte bu evde dünyaya gelir. (1872). Bu esnada Ali Rıza Efendi Osmanlı Rumelisinin o zamanki Yunanistan sınırında, Olimpos Dağı eteklerinde, Çayağzı veya Papazköprüsü denilen dağlık, ıssız bir yerde, gümrük memuru olarak çalışmaktadır.
Fatmadan sonra birer yıl arayla iki erkek çocukları daha olur. Ahmet 1874de, Ömer 1875de doğar. Ömerin doğumuna henüz sevinemeden, Fatmanın veremden ölümüyle sarsılırlar.(1875).
Ali Rıza Efendinin görev yaptığı gümrük kapısı son derecede tehlikeli bir sınır geçididir, dağlar rum eşkiyası ile doludur. Eşkıya bu gümrük kapısından geçen her şeyi haraca bağlamıştır. Rahat, huzur yoktur. Ali Rıza Efendi Gümrük İdaresinden istifa edip ailesini Selanike taşır ve kereste işine başlar ama başı eşkıya ile gene derttedir. Bir defasında eşkıya tarafından kaçırılır, hayatından ümit kesilir, önemli bir haraç ödeyerek ancak kurtulur. O korku dolu günlerin acısı da çocuk Mustafanın belleğinden hiç mi hiç silinmeyecek, oluşmakta olan karakterinde önemli rol oynayacaktır.
Kereste ticareti sayesinde gelir düzeyi nisbeten yükselen Ali Rıza Efendi, eşi Zübeyde, çocukları Ahmet ve Ömerle birlikte, Selanikin İslahane semtinin Ahmet Subaşı mahallesindeki üç katlı bir eve taşınırlar. Mustafa işte bu evde dünyaya gelir.( İlerde, 1908 yılında Mustafa Kemal Bey bu evi satın alacak, Balkan savaşından sonra Selanik kaybedilince Zübeyde Hanım ve Makbule İstanbula geldikleri için ev terkedilecek, Lozan Anlaşması gereğince de mülkiyeti Yunan hükümetine geçecektir. 1937 yılında Selanik Belediyesi bu evi Atatürke armağan edecektir. Ev bugün müze haline getirilmiştir.)
Ali Rıza Efendi çocukken beşiğini salladığı küçük kardeşini kazayla beşikten düşürüp ölümüne yol açmıştı. Bunu hiç unutmadı. 1881 yılında bir oğlu daha doğunca, onun ismini verdi: Mustafa.
Aile, Fatmanın acısını Mustafa ile unutmaya çalışırken çok daha büyük bir acıyla sarsıldı. Ahmet ve Ömer 1883 yılında tüm ülkede hüküm süren çiçek salgınına kurban gittiler. İki kardeşin aynı anda ölümü, Ali Rıza Efendiyi inanılmaz ölçüde sarstı. Şimdi ailenin tüm ilgisi, küçük Mustafanın üzerinde yoğunlaşmıştı ki 1885 yılında Makbule doğdu. Bu mutluluk da çok sürmedi. Ali Rıza Efendi 1888 yılında ölürken, Zübeyde Hanım Naciyeye hamile idi. Naciye 1889 yılında doğdu. (1901de de ölecektir.)
Eşinden kalan ayda iki mecidiye gelirle ve üç kücük çocukla yaşam mücadelesi vermeye başlamıştı Zübeyde Hanım. Bu neredeyse imkânsızdı. Ağabeyi Hüseyin Ağa Zübeyde ve çocukları, Langazadaki Rapla Çiftliğine götürdü. İşte küçük Mustafa ile Makbulenin kargaları kovaladığı çiftlik bu çiftlikti.
Rapla Çiftliğinin korucusu küçük Mustafa, duvar gazetesi çıkarttığı için zindanlara atıldığında Mustafa Kemal Efendi; Trablusta, Derne ve Bingazide, Çanakkalede Mustafa Kemal Bey; Filistin Cephesinde Mustafa Kemal Paşa; Sakaryada Gazi Mustafa Kemal Paşa; Dumlupınarda Mareşal Mustafa Kemal ve nihayet Atatürk olarak anıldı.
1893 yılında Selanik Askerî Rüştiyesinde giydiği asker üniformasını, 1927 yılında ordudan emekli oluncaya kadar büyük bir onurla taşıdı. Vatanını savunmak uğruna, Trablustan Kafkasyaya ; Çanakkaleden Filistine, Suriyeye; Sakaryadan Dumlupınara kadar tüm cephelerde savaştı, hiç yenilmedi. Dünya onu Dâhi bir asker olarak tanıdı ama ...Savaş, mutlak bir zaruret olmadıkça, cinayettir!... sözünü hiç unutmadı. Onu bir savaş adamı olmaktan çok, bir barış adamı olarak selamladı. Birleşmiş Milletlerin kültür kolu olan UNESCO, 1981 yılının tüm dünyada ATATÜRK YILI olarak anılması kararını alırken, Onun emperyalizme karşı ilk kurtuluş savaşı veren ve bu mücadeleyi zafere ulaştıran bir komutan, bir ulusal kahraman; çöken bir imparatorluktan, halk egemenliğine dayalı, hukukun üstünlüğünü esas alan, çağdaş ve laik, demokratik bir cumhuriyet çıkaran bir devlet kurucu; tarihin ender kaydettiği bir devrimci; kendi yurdunda olduğu kadar tüm dünyada da barışı samimi olarak isteyen seçkin bir dünya yurttaşı olarak selamlıyor, böylece Atatürk, tüm dünya için aydınlık geleceğin bir simgesi olarak yıl boyu saygıyla anılıyordu.
Gerçekten de, çağdaşı devlet adamları olarak örneğin Hitler Kavgam kitabını yazıp, diğer ülkeleri istila planlarını pervasızca açıklarken, bir diğeri, Mussolini Akdeniz için Bizim Deniz diyerek eski Roma İmparatorluğunu ihya etme hayallerini güdüyor, bunlara karşılık Atatürk Yurtta Sulh, Cihanda Sulh diye yanıt veriyordu. Ayrıca batıda kurduğu Balkan Paktı ile (Türkiye, Yunanistan, Yugoslavya, Romanya) , doğuda kurduğu Sadabad Paktı (Türkiye, İran, Irak, Afganistan) sayesinde, Avrupanın ortasından, Çine kadar bir barış çemberi oluşturuyordu. Böylece barış konusundaki söylemi ile eylemi tamamen örtüşüyordu.
1934 yılında, Çanakkale Şehitleri anıtının açılış töreninde okuması için İçişleri Bakanı Şükrü Kayaya verdiği metin, bugün Şiliden Montreale kadar birçok ülkedeki Atatürk anıtlarının kaidelerine olduğu kadar, yöre insanlarının yüreklerine de kazınmıştır.
...Bu memleketin toprakları üzerinde canlarını veren kahramanlar! Burada bir dost vatanın toprağındasınız. Huzur ve sessizlik içinde uyuyunuz. Sizler mehmetçiklerle yanyana, koyun koyunasınız. Uzak diyarlardan evlatlarını harbe gönderen anneler, gözyaşlarınızı dindiriniz. Evlatlarınız bizim bağrımızdadır. Huzur içindedirler ve huzur içinde rahat uyuyacaklardır. Onlar, bu toprakta canlarını verdikten sonra, artık bizim de evlatlarımız olmuşlardır...
Yüreği bu denli insan sevgisi ile dolu, gerçek bir barış adamına bugün tüm dünyanın her zamankinden çok daha fazla ihtiyacı var. O geri gelmeyeceğine göre, tek çıkar yol, Onun izini kaybetmemek.
Hepimiz nöbet başına... ki,
KAR İZLERİ ÖRTMESİN...
13.10.2019
80. YILINDA BÜYÜK NUTUK (Söylev)
SAYIN BAYLAR, SİZİ GÜNLERCE İŞLERİNİZDEN ALIKOYAN UZUN VE AYRINTILI SÖZLERİM, EN SONU TARİHE MAL OLMUŞ BİR ÇAĞIN ÖYKÜSÜDÜR.
Bunda, ulusum için ve yarınki çocuklarımız için dikkat ve uyanıklık sağlayabilecek kimi noktaları belirtebilmiş isem kendimi mutlu sayacağım
Gazi Mustafa Kemal 80 yıl önce, 15 Ekim 1927 Cuma günü toplanan Cumhuriyet Halk Partisinin 2. Büyük Kongresinde, Büyük Nutku nu okumaya başlamıştı.
GAZİ CHPYİ 9 EYLÜL 1923 TARİHİNDE KURMUŞTU.
Kuruluştan sonraki ilk büyük kongre yapılıyordu ama Sivas Kongresinde alınan bir kararla Anadolu ile Rumeli Müdafaa-i Hukuk Dernekleri birleştirilmiş, böylece verilecek mücadelede bir bütünlük sağlanmıştı.
İşte ortaya çıkan bu Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Derneği, ileri yıllarda siyasal bir hareket olarak
CHPnin 1. Büyük Kongresi kabul edilmişti. O nedenle şimdikine 2. Büyük Kongre denmişti.
20 Ekim Çarşamba gününe kadar, tam 36 saat 33 dakika süren Gazinin bu sunumu, sadece Türkiyede değil, tüm dünyada beklendiği gibi çok büyük yankılar uyandırmıştı.
Cumhuriyet henüz 4 yaşındaydı ama öylesine olağanüstü dönemlerden geçilmişti, öyle dar boğazlar aşılmıştı ki,
bunu birinci ağızdan yazıp söylemekte gelecek kuşaklar açısından büyük yarar görmüştü.
O nedenle de, uzun zamandan beri hazırlamakta olduğu bu nutku okumak için, Gazi, parti genel kurulunun daha uygun bir ortam olacağına karar vermişti.
Böylece orada sadece milletvekillerine ve hükümet üyesi bakanlara hitaben değil, aynı zamanda tüm illerden gelecek CHP delegelerine, parti ileri gelenlerine, bürokraside yer alan üst düzey yöneticilere, komutanlara, kordiplomasiye mensup tüm büyükelçilere hitaben bu uzun konuşmasını yapabilecekti.
Öyle de oldu.
TBMM Genel Kurul Salonu sonuna kadar doluydu ve insanlar adeta nefeslerini tutarak 6 gün boyunca Gaziyi dinlemişlerdi.
Kürsüde son derecede şık ve yakışıklı, yaptıklarından müthiş gururlandığı her halinden belli, kimi zaman sesini yükselterek kimi zaman alçaltarak, dost düşman tüm dünyaya sesleniyordu:
1919 yılı Mayısının 19uncu günü Samsuna çıktım.
GENEL DURUM VE GÖRÜNÜŞ:
Ülkenin o günlerde içinde bulunduğu durumu tüm çıplaklığıyla anlatıyor, Millî Mücadele günlerinin
zor koşullarına değinirken sesi titremeye başlıyor, hele sonlara doğru, bütün bu mücadelenin muzaffer sonucu olan cumhuriyeti Türk Gençliği ne armağan ettiği bölüme geldiğinde, Ey Türk Gençliği derken artık daha fazla dayanamıyordu.
Ertesi gün İngiliz gazeteleri Gazi gözyaşlarını tutamadı diye manşet attılar.
Doğruydu.
NUTUK NEDEN ve KİME HİTABEN YAZILDI?
Gazi, Nutukta Millî Mücadeleyi anlattığı bölümden hemen sonra bu soruyu soruyor ve gene kendisi yanıtlıyordu:
Maksadım, inkılabımızın incelenmesinde tarihe kolaylık sağlamaktır.
Bütün bu olguların ve olayların cereyanında TBMM ve hükümeti başkanı, Başkomutan ve Cumhurbaşkanı olmaktan çok, teşkilâtımızın Genel Başkanı olarak bu görevi yapmaya kendimi mecbur sayarım.
Parti teşkilatı mensuplarının ve ülkenin dört bir yanından gelmiş delegelerin önünde konuşmasındaki maksat, anlattıklarını onların da ülkenin dört bir yanına anlatmaları, böylece olan biteni tüm yurttaşların kaynağından, yani birinci elden, Gaziden öğrenmeleriydi.
1918-1927 arası son dokuz yılda olup bitenlerin hesabını soruyor, hesabını veriyordu.
Konuşma tümüyle belgelere dayanıyordu.
Metinden birkaç cümle okuyor, yan masadaki kâtibe bir belge uzatıyordu.
Bu nedenle, Osmanlıca olan ilk baskı iki cilttir.
Birinci cilt Nutkun metnini, ikinci cilt ise belgeleri içerir.
Daha sonraki baskılarda da benzer yöntem uygulanacaktır.
Metin kısmında 192.240 sözcük vardır.
Her sayfasında ortalama 360 sözcük bulunan bir baskıda Nutuk 534 sayfa, belgeleri ise 344 sayfa tutmaktadır.
Böylece Nutuk iki cilt bir arada 878 sayfalık dev bir eserdir.
Nutukta bulunan toplam belge sayısı ise 308dir.
Büyük Nutuk, Gazinin eseri olan Türkiye Cumhuriyetinin eseridir.
Her sayfasında, cumhuriyete giden o uzun ince yol Gazinin ağzından tüm ayrıntısıyla ve bütün dünyaya hitaben anlatılmaktadır.
İşgalciler, Saray, İstanbul Hükümeti, Kuvvacılar, işbirlikçiler, komutanlar, yakın arkadaşları, sonradan yolları ayrılan arkadaşları, dost düşman herkes bu anlatılanlardan kendilerine bir pay çıkarabilmektedir.
O nedenle, özellikle İngiliz Büyükelçisi ve sefaret mensupları büyük bir merak ve dikkatle dinliyorlardı.
Sultan Vahdettinin İngilizlerle olan gizli temaslarını, Sadrazam Damat Feritin aşağılık ilişkilerini ve
onursuz politikalarını, İngiliz Severler Derneğini, Anadoludaki kutsal isyanı bastırmak için
Vahdettinin İngilizlerden aldığı para ve silahla donatıp, Ankarayı ezmek üzere sevk ettiği Hilafet Ordusunu, şimşek bakışlarını kordiplomasinin oturduğu locaya dikmiş, gürül gürül anlatıyordu.
Anlattıkça da yan masaya bir belge veriyordu.
Oturum sona erdiğinde tüm diplomatların en büyük merakı, acaba yarın ne anlatacak? sorusuydu.
Özellikle İtalyan diktatörü Mussolini Nutkun İtalyanca ya çevrilip çevrilmeyeceğini merak ediyor,
Büyükelçisinden sık sık bilgi istiyordu.
Gazi Nutukta kurtuluşu gerçeğine uygun sırada, kronolojik bir akışla anlatıyordu.
Buna göre, önce Birinci Dünya Savaşına son veren Mondros Ateşkes Anlaşmasının hangi koşullarda ve nasıl imzalandığını, buna nasıl karşı çıktığını, Sarayın ve İstanbul hükümetlerinin içine düştükleri aciz durumları, ardından gelen işgalleri, işgalcileri, işbirlikçileri, azınlıkların hain faaliyetlerini sayıp döküyordu.
Daha sonra direniş için ilk hazırlıklar ve örgütlenmeleri, buna tepki olarak da Yunan ordusunun Egeye çıkarılmasını; işgali göğüslemek adına Kuvva-yı Milliyenin kuruluşunu, ardından ordunun teşkilatlanmasını; kongreler ve Heyet-i Temsiliye dönemini; bu direnişi kırmak için Vahdettinin yayınlattığı fetvaları ve buna bağlı olarak Anadolunun on dört yerinde çıkarılan iç isyanları; kardeşin kardeşi boğazlayışını, kimi zaman öfkeli, kimi zaman sakin, anlattı, anlattı, anlattı.
Daha sonra İnönü Savaşlarını, Sakaryayı anlattı. Büyük Taarruza gelince, kürsüdeki duruşu bile değişmişti.
Lozanı anlatırken ise artık kürsüye sığmıyordu.
Ardından barış dönemi Ardından cumhuriyet Ardından devrimler Mutluydu.
NUTUKTA ENÇOK ZORLANDIĞI BÖLÜM
Nutuku yazarken de, okurken de en çok zorlandığı bölüm, en yakın silah arkadaşlarıyla yollarının ayrıldığını hissettiği bölümdü.
Lozan günleriydi.
İsmet Paşa ve Türk Heyeti 17 Kasım 1922 günü Lozana hareket etmişti.
İlahi adalet
Aynı gün Sultan Vahdettin İngilizlere sığınmış, Malaya zırhlısıyla Maltaya doğru yola çıkmıştı. Sultan kaçıyordu.
Aradan birkaç gün geçmişti.
Lozanda müzakereler sürüyor, kıyamet kopuyordu.
Bir gün, Vekiller Heyeti Reisi (Başbakan) Rauf Bey, Gazinin TBMMdeki başkanlık odasına gelerek Onu, Refet (Bele) Paşanın Etlik teki bağ evine akşam yemeğine davet etti.
Rauf Bey, o günlerde Moskova Büyükelçimiz olan ve şimdi Ankarada bulunan müşterek arkadaşları
Ali Fuat Cebesoy Paşanın da (Salacaklı Fuat) bu yemekte bulunması için Gazinin onayını aldı.
Gazi, Rauf Bey, Refet Paşa, Fuat Paşa, akşam sofrada bir araya geldiler.
Hatır sormalar henüz bitmiş, yemek bile daha başlamamıştı ki, Rauf Bey Gaziye döndü; Kemal dedi, davetimizi kabul edip geldiğin için teşekkür ederiz. Yemeğin yanı sıra seninle baş başa konuşmak istediğimiz bir konu var, bugün seninle o konuyu da konuşmak istiyoruz. Hisleri Onu yanıltmazdı. Bozuntuya vermedi. Buyurun, konuşalım ! dedi.
Rauf Bey eteğindeki taşları dökmeye başladı: Kemal! Bu Meclis senden korkuyor yüzden sana gelemiyor, tüm şikâyetler başbakan olarak bana geliyor
Gazi şaşırdı, belli etmemeye çalıştı, Neyimden korkuyorlarmış? Deyiverdi.
Rauf Bey konuya doğrudan girdi:
Senin cumhuriyet kuracağından korkuyorlar. Dedikodular giderek yayılıyor. Bazen o kadar abartıyorlar ki, eline bir fırsat geçerse, senin padişahı bile bu ülkeden kovacağını söylüyorlar!
Gazi donup kalmıştı.
Soğukkanlılığını korumaya çalışıyordu. Rauf Bey ise içini dökmeye başladı:
Kemal! Bu vatan tehlikeye düştü, işgale uğradı. En çok sen çaba gösterdin, kurtardın, biz de sana yardım ettik.
Şimdi vatan kurtuldu. Bize göre emaneti sahibine iade etmenin zamanı geldi.
Gazi yemek davetinin bir bahane olduğunu anlamıştı.
Peki, Rauf, Sultan Vahdettin için sen ne düşünüyorsun? diye sordu. Rauf Beyi dinleyelim:
Kemal, benim babam padişahın baş mabeyinliğini yaptı. Boğazında padişahın ekmeği var.
Şimdi o ekmek benim gırtlağımda. Ben yediğim ekmeğe ihanet etmem kardeşim. Benim rejim sorunum yok.
Üstelik madem sordun, söyleyeyim. Padişah bir İslam halifesi, ben de Müslümanım. Dinî terbiyem nedeniyle de padişaha bağlıyım makamlar uhrevi makamlar. Senin, benim gibi kişilerin ulaşabileceği makamlar değil.
Kaldı ki, bu milletin yüzlerce yıldan bu yana alıştığı yönetim de mutlakıyet yönetimidir, cumhuriyet değil.
Gazinin yüz hatları gerilmişti.
Ev sahibi Refet Paşaya döndü; Sen ne düşünüyorsun Refet? diye sordu. Aynen Rauf Bey gibi düşünüyorum, Paşam!... deyip kestirip attı Refet Paşa. Gazi, masadaki Fuat Paşaya, Senin görüşün Fuat? diye sordu.
Fuat Paşa Gazinin Harbiyeden sınıf, hatta sıra arkadaşıydı. Hukukları daha derindi.
St. Joseph mezunuydu, yani askeri okuldan değil sivil liseden Harbiyeye biraz da geç katılmıştı. Okul Komutanı Mustafa Kemali odasına çağırtmış ve iki genci birbirine tanıştırmıştı:
Selanikli Mustafa Kemal, Salacaklı Fuat Ve Fuatı sınıfının çavuşu Mustafa Kemale emanet etmişti.
Fuatın Fransızcası çok iyiydi, Mustafa Kemale bu derste çok yardımı oldu. Giderek aralarında uzun yıllar sürecek bir dostluğun köprüleri atıldı ve Mustafa Kemal Harbiye yılları boyunca her hafta sonu Fuatın Salacaktaki köşküne evci çıktı. O nedenle aralarındaki hukuk daha derindi.
Fuat; Paşam, dedi, biliyorsunuz uzun süredir Moskovadayım, duruma muttali değilim, izin verin birkaç gün düşüneyim, yanıtımı sonra veririm!..Yani o bile, Kemal, ben senin arkandayım!... diyemedi.
Masada olmayan dördüncü kişi, Kazım Karabekir Paşa ise Erzurumdaydı ve telefonun öbür ucunda, bu toplantıdan çıkacak kararı bekliyordu.
Beşinci kişiyse, kendisiydi.
Anadoluya çıkan ilk 5 komutan işte masadaydılar ve henüz devlet kurulamamıştı ama kozlar paylaşılıyordu.
Benden ne yapmamı istiyorsunuz? diye sordu Gazi. Yarın kürsüye çık, bunları yapmayacağına söz ver! diye yanıtladı Rauf Bey. Bana bir kâğıt verin Bağ evinde gece yarısı kâğıt bulamadılar,
içtiği sigaranın kapağını yırttı ve arkasına hırsla yazdı: Günü geldiğinde Padişahla ilgili kararı
en yüce icraî organ olan TBMM verecektir. Yüksek sesle okudu ve sordu:
Bu sizi ve Meclisi tatmin eder mi? Bunu yarın çıkıp okursam, sizce Meclis tatmin olur mu? Hah, işte bu olur. Bunu çık yarın kürsüden oku!..., dedi Rauf Bey.
O Meclisten padişah aleyhinde bir karar çıkmazdı. Bunu biliyorlardı. Masadaki komutanlar rahatladılar.
Sofra, buz gibi olmuştu. Ayrılırlarken, Etlik sırtlarından yeni bir gün ışıyordu günden itibaren Gazi yollarını da bu arkadaşlarından ayırmak zorunda olduğunu görmüştü. Ertesi gün kürsüye çıktı ve yazdıklarını aynen okudu.
Meclisle ve komutanlarla bir tartışmaya girmeden bu krizi atlatmalıydı. Öyle de yaptı.
1921 Anayasasına göre Meclis her iki yılda bir seçim yapmak zorundaydı. Meclis 23 Nisan 1920de açıldığına göre, seçimleri yenilemenin zamanı gelmişti. Doğal olarak da seçimlere gidildi. Gazi, bu Meclisten kurtuluyor gibiydi. Komutanlar yeniden endişeye düştüler: Ya, Kemalist bir Meclis gelirse! Bunun üzerine yeni bir plan kurdular. Mustafa Kemali Meclise sokmamanın yolunu arayacaklardı. Seçim Yasasını değiştirmeye karar verdiler.
Erzurum Milletvekili Necati Bey, Samsun Milletvekili Emin Bey, Mersin Milletvekili Albay emeklisi Çolak Selahattin Bey, bir önerge hazırladılar: Buna göre:
1. bundan böyle milletvekili adayının doğum yeri, Misak-ı Millî sınırları içinde olsun!..Selanik dışında kalmıştı.
2. Milletvekili adayı adaylığını koyduğu yerde en az beş senedir oturuyor olsun! Mustafa Kemal o cephe, bu cephe hayatı boyu koşturmaktan ötürü değil beş yıl, hiçbir yerde sürekli beş ay oturamamıştı ki.
Hedef belliydi. Bu yasa özel olarak kendisi için hazırlanmaktaydı. Hem de en yakın silah arkadaşları tarafından.
Bu önerge verilince, kürsüye zorla çıktı ve avaz avaz: Doğum yerim Selanik Misak-ı Millî sınırları dışında kalırken, devlet Selaniği tek kurşun atmadan Yunana verirken, bu millet bilsin ki ben diğer bir yurt köşesi Dernede savaşıyordum
Hiçbir yerde beş yıl oturamadım, doğru. Otursaydım, o zaman Bingazide, Dernede, Sinada,
Filistinde olamazdım. Çanakkalede, Kafkaslarda, Sakaryada olamazdım. Ama ben oralarda olamasaydım, bu efendilerin de doğum yerleri, Allah korusun, Misak-ı Millî sınırları dışında kalırdı
Şimdi millete soruyor ve yanıtını milletten bekliyorum. Bu önergenin sahibi efendileri buraya gönderen millet onlar gibi mi düşünü
yor?...
Hayır, millet onlar gibi düşünmüyordu. Çuvallar dolusu telgraflarla olayı protesto ettiler, önerge geri çekildi ve Mustafa Kemal Ankaranın Bâlâ ilçesinden milletvekili seçilerek Meclise girdi
Cumhuriyeti de kurdu.
Gazi bu olayı hiç unutmadı. Nutukta da tüm ayrıntısıyla yazdı.
NASIL, NEREDE YAZDI?
Nutukun yazım süreciyse çok yorucu olmuştur. Epey süredir notlar tutmaktadır. Konuşmasını yaklaşan Parti kongresinde yapmaya karar verince, kalan üç aylık sürede Nutkun tamamını yetiştirebilmek için olağanüstü bir tempoda çalışmak zorunda kalmıştır. Kalp spazmı Onu bu tempoda yakalar. Sigara ve içkiye ara verilir, üç gün sırt üstü yatarak zar zor atlatır.
Nutuku Çankaya Köşkünde yazmaktaydı. Ankara Belediyesinin bir Ermeni yurttaştan satın alıp
Gaziye hediye ettiği köşk, üç oda bir salondan ibaret eski bir bağ eviydi. Yağmur yağdıkça tavanı akardı.
Akan yerlere leğenler konmuştu. Akmayan bir köşeye konan bir koltuğa oturmuş, yanı başında su dolu bir leğen, elindeki pamuğu suya batırıp gözüne örtüyor, böylece rahatlamaya çalışarak Nutuku dikte etmeye devam ediyordu. Yorgunluktan gözlerini açamaz hale gelmişti. Nutuku dikte ettiği yaverler her sekiz saatte bir değişiyor, O ise yerinden kımıldamıyordu. Aralıksız 32 saat çalıştığı olmuştu.
Falih Rıfkı Atayın anlatımıyla; Çalışma odasında yarı ayaküstü, yarı oturarak ve yüzlercesi arasından vesikalar ayırarak Nutkunu dikte ederdi. Yorulan değişirdi. Bir defasında pek genç bir arkadaşı baygınlık geçirmişti. Akşama doğru bir banyo aldıktan sonra, hiç dinlenmeden sofraya iner, o gün yazdıklarını bize okur veya okutur, hadiseler üzerinde terütaze bir muhakemeyle tartışmalar yapardı.(Falih Rıfkı Atay, ÇankayaAtatürk Devri Hatıraları, Dünya Yayınları 5 Cilt II, s.460).
Büyük Nutuk üç açıdan benzersizdir: Söyleniş süresi, kapsamı ve yaptığı etki açılarından eşsizdir.
Sunum TBMM toplantı salonunda yapılmıştır. Gazi, sabahleyin üç saat ve öğleden sonra üç saat olmak üzere her gün iki toplantıda konuşmuştur.
NUTKUN YANKILARI ve İTİRAZLAR
Nutuk, okunduğu 1927 yılında tüm Türkiyede büyük yankılar yapmış, tüm gazeteler manşetlerinde
Nutuka yer vermişler, yazarlar günlerce Nutuktan söz etmişlerdir. Bu yankı dış dünyaya da yansımıştır.
Avrupa bir yana, Japonyada bile yayınlanan pek çok yoruma rastlanmıştır. En ünlü gazetelerin başyazarları günlerce sütunlarında Nutuka yer vermişlerdir.
Bu arada, İzmir Suikastı öncesinde yurt dışına çıkmış bulunan muhalefet kanadın ileri gelenlerinden Nutuka tepki ve eleştiriler de gelmiştir.
O günlerde Londrada oturmakta olan Kurtuluş Savaşının onbaşısı Halide Edip Adıvar, Nutkun okunmasının hemen ertesi günü, Londrada yayınlanmakta olan The Times gazetesine gönderdiği bir makaleyle Gaziye eleştiriler yöneltmiş, Londra Büyükelçimiz Ferit Bey bu yazıyı ve çevirisini aynı gün Ankaraya, Dışişleri Bakanlığımıza göndermiştir. Bunun üzerine CHP Genel Sekreteri Safvet Bey, 1 Kasım 1927 tarihinde The Times gazetesinde bir tekzip yayınlayacaktır.
Lozanı imzalayan Ankara Hükümetinin başbakanı ve muhalefetin önemli liderlerinden olup, İzmir suikastı eyleminden önce yurt dışına çıkmış bulunan Rauf Bey (Hüseyin Rauf Orbay) o günlerde Pariste yaşamaktadır ve o da 2 Kasım günü The Timesa gönderdiği bir mektupla benzer eleştirilerde bulunmuştur.
Muhalefet kanadın diğer bir ileri geleni, eski İttihatçı ve Halide Edipin eşi Dr. Adnan Adıvar da o günlerde Pariste yaşamaktadır ve The Daily Telegraph (Londra) gazetesinde 29 Eylül 1928 tarihinde Türk Diktatörlüğü başlığıyla bir eleştiriyi de o yayınlayacaktır.
(Bu yazıların tam metinleri için ; Bilal Şimşir,Atatürkün Büyük Söylevi Üzerine Belgeler, Türk Tarih Kurumu Yayınları, XVI. Dizi, Sayı.61)
Yapılan eleştiriler daha ziyade Gazinin kendini çok ön plana çıkarttığı, arkadaşlarını geri plana ittiği merkezindedir. Oysa Nutukta anlatılanlar daha dün kadar yakın bir geçmişte cereyan etmiş,
sunulan tüm belgeler de devrimin tartışmasız liderinin Gazi olduğunu kanıtlamıştır. Kaldı ki bu iddiaların tümü CHP tarafından belgelerle yanıtlanmıştır.
HANGİ DİLLERDE VE NEREDE BASILDI?
Gazi Nutuk üzerindeki telif hakkını Türk Hava Kurumuna bağışlamıştı. Kitabın yurt içinde ve yurt dışında basımı ve satışı işleriyle bu kurum yetkilendirildi ve henüz kurulmuş olan bu kurumun gelişmesinde Nutkun satışından elde edilen gelir çok önemli rol oynadı. Nutuk Türkçe, İngilizce, Fransızca, Almanca ve Rusça basılmıştı. Arapça olarak da yayınlanması için Kahire Büyükelçimiz Muhiddin Paşa ısrarla talepte bulunacaktır ama yabancı dillerdeki baskılar bir Alman yayınevine (Köhler) verildiği için, onlarla temas kurulması istendiyse de sonuç olarak Arapça baskısı yapılmamıştır.
Türkçe Nutukun birinci baskısı 1928 yılının ilk yarısında yüz bin adet olarak satışa sunuldu. Bu rakam çok yüksekti. O günlerde Türkiyenin nüfusu 14 milyondu ve okur- yazar nüfus ancak bir milyon kadardı.
Her 10 okurdan birinin Nutku aldığı anlaşılıyordu ki bu büyük olaydı. Her kitap numaralıydı. İlk iki bin kitap lüks baskılardı. Bunların fiyatları 10 ile 500 lira arasında değişiyordu. Lüks olmayan kitaplar ise 5 liradan satılıyordu. Belgeler cildi daha sonra basıldı ve 2,5 lira ile 50 lira arasında satışa sunuldu. Böylece bir takım (iki cilt) Nutuk 7.5 liraydı ve bu yüksek bir fiyattı. Zira o dönemde gazete 5 kuruştu.
Gelirini en üst düzeyde tutmanın peşinde olan Türk Hava Kurumu, reklam ve tanıtıma önem vermiyor, hiçbir masrafa girişmiyordu. Aksine kitabı edinmek isteyen önce parasını ödüyor, kitap sonra adresine gönderiliyordu. Hiçbir indirim de uygulanmıyordu. Baskı için ilk temas Mayıs 1927lerde olmuştur.
Yazımı bitmek üzeredir. Ankaradan Paris Büyükelçiliğine 11 Mayısta çekilen bir telgrafta Gazinin
CHP Büyük Kongresinde uzun bir konuşma yapacağı, bu metnin kitap olarak basılmasının düşünüldüğü, ilgilenecek yayın kuruluşlarının Ankara ile temasa geçmelerinin sağlanması istenir, anlaşma için Büyükelçiliğe yetki verilmez. Bunun üzerine bazı yayın kuruluşları yanıtlarını Büyükelçiliğimiz aracılığıyla Ankaraya gönderirler.
Bunlardan Payot Yayınevi bu işe talip olduğunu, esasen daha önce de benzer işler yaptığını, metnin Parise gönderilip gönderilemeyeceğini sorar, yanıt olumsuzdur. Metin henüz Kongrede bile okunmamışken yurt dışına gönderilmesi belli ki mahzurlu bulunmuştur. Firma yetkililerinin Ankaraya gelip metni burada okumaları istenir. Sonuç olarak zaman kaybedilir ve bu nedenle de Nutkun Fransızca baskısı gecikir.
Nihayet bu temaslar sonunda Nutkun Rusça hariç diğer yabancı dillerde yayımlanması işi, Almanyanın Leipzig kentindeki K.F. Köhler yayınevine verilir ve bu baskılar ancak 1930 yılında, yani üç yıl gecikmeyle yapılır. Kitabın Rusçasını Ruslar basıp satmışlardır.( Bilal Şimşir, a.g.e. s.XIII ve diğer .)
Nutkun İngilizce ve Fransızcasının ilk baskısı 2750 adet basılmıştır. Bunların da fiyatları oldukça yüksektir.
İngilizcesi 1 İngiliz lirasına, Fransızcası ise 125 Fransız frangına satılmıştır. Belgeler cildinin de fiyatı aynıdır.
Böylece Fransızca bir takım Nutkun fiyatı 250 Fransız frangı tutmaktadır ki, bu rakam yüksektir.
SONUÇ
Büyük Nutuk Millî Mücadele tarihimizin belgeselidir. Günümüze ise ışık tutan bir rehber niteliğindedir.
Bugünleri adeta o günlerden görmüş, Nutukta bakın ulusuna ne tavsiye etmektedir:
Sayın milletime şunları tavsiye ederim ki, sinesinde yetiştirerek başının üstüne kadar çıkaracağı adamların kanındaki, vicdanındaki asıl cevheri çok iyi tahlil etmek dikkatinden bir an geri kalmasın. (NUTUK, Kültür Bakanlığının Cumhuriyetin XV. Yıldönümü Armağanı, 1938, s. 515 ).
20 Ekim 1927 Çarşamba günü Gazi son derecede yorgundur. Nutkun sonuna gelmiştir ama altı gündür ayakta konuşmaktadır. Mikrofona rağmen sesi güçlükle duyulmaktadır.
Son cümleleri:
Baylar, bu demecimle, ulusal bağımsızlığı sona ermiş sayılan büyük bir ulusun, bağımsızlığını nasıl kazandığını; bilim ve tekniğin en son ilkelerine dayanan ulusal ve çağdaş bir devleti nasıl kurduğunu anlatmaya çalıştım. Bugün ulaştığımız sonuç, yüzyıllardan beri çekilen ulusal felaketlerden uyanışın ve kutsal vatanın her köşesini sulayan kanların bedelidir.Bu neticeyi, Türk gençliğine emanet ediyorum.
Ve Nutuk Gazinin gençliğe seslenişiyle sona eriyordu:
Ey Türk Gençliği!
Birinci ödevin; Türk bağımsızlığını, Türk Cumhuriyetini sonsuzluğa değin korumak ve savunmaktır
Bir gün bağımsızlığını ve cumhuriyetini savunmak zorunda kalırsan; ödeve atılmak için, içinde bulunacağın
durumun olanaklarını ve koşullarını düşünmeyeceksin! Bu olanak ve koşullar çok elverişsiz olabilir
Daha acıklı ve daha korkunç olmak üzere, yurdunda, iş başında bulunanlar, aymazlık ve sapkınlık içinde olabilirler; üstelik hainlik da yapabilirler. Daha kötüsü, iş başında bulunan kişiler, kendi çıkarlarını, yurduna girmiş olan düşmanların siyasal erekleriyle birleştirebilirler
Ey Türk geleceğinin gençliği!
İşte bu ortam ve koşullar içinde bile ödevin, Türk bağımsızlığını ve Cumhuriyetini kurtarmaktır!
Bunun için gereken güç, damarlarındaki soycul kanda mevcuttur.
İşte tam da burada sesi titremeye başlamış, göz pınarlarından yaşlar süzülüvermişti.
Ertesi gün İngiliz basını Mustafa Kemal ağladı diye manşet atmıştı.
Haklıydılar.
Acaba bu günleri 80 yıl öncesinden gördü de ona mı ağlıyordu? Ne dersiniz?
Gençliğe Hitabındaki altı çizili yerler size de bir yerlerden tanıdık gelmiyor mu?
Kaynak:
http://ahmetdursun374.blogcu.com/4739510/
Atatürk'ü millet vekili seçtirmemek için yapılan oyunlar.
http://tr.netlog.com/go/explore/videos/videoid=1230266
----------
Hiç bir devlette kendi kuruluş felsefesine karşı olan partiye izin verilir mi?
http://tr.netlog.com/go/explore/videos/videoid=1230458
**********************
KAR İZLERİ ÖRTMESİN
Orhan Çekiç
Selanik İlkokul öğretmenlerinden Kırmızı Hafız Ahmet Efendinin oğlu Ali Rıza Efendi ile, Sofuzade Feyzullah Ağanın kızı Zübeydenin evliliğinden üç kız, üç erkek çocuk dünyaya gelir. (1). 1871 yılındaki bu evlilik (2) ilk meyvesini hemen bir yıl sonra vermiş, çocukluktan genç kızlığa henüz adımını atmış olan Zübeyde, daha on beş yaşında iken işte anne oluvermiştir.
Bebeğin adını Fatma koyarlar.
Ali Rıza Efendinin kız tarafını bu evliliğe ikna edebilmesi hiç de kolay olmamıştır. Zübeydenin babası Feyzullah Ağanın birinci eşinden oğlu Hüseyin Ağa, bu evliliğin gerçekleşmesi için Zübeydenin annesi Ayşe Hanımı ikna etmede epeyi zorlanır. Ayşe Hanım Feyzullah Ağanın üçüncü eşidir.
Hüseyin Ağa, Selanik eşrafından Hacı Süleyman Ağanın Langazadaki çiftliğinde Subaşı (kâhya) olarak çalışmaktadır. Ali Rıza Efendinin vakitsiz ölümü üzerine Zübeyde Hanımın üç çocuğu ile birlikte bir süre kalacağı, küçük Mustafa ile Makbulenin kargaları kovalayacakları çiftlik işte bu Rapla Çiftliğidir, Hüseyin Ağa da bu çiftliğin yöneticisi.
Sonunda Hüseyin Ağanın da telkinleri ile Ayşe Hanım yumuşar ve evlilik gerçekleşir. Zaten o günlerin âdetleri gereği, evlilik gibi konularda kararı erkekler verir. O nedenle bu konuda Zübeydenin de görüşünün alınmış olması beklenemez.
Yeni evliler Selanikte Ali Rıza Efendinin Yeni Kapı mahallesindaki babaevine yerleşirler ve ilk çocukları Fatma işte bu evde dünyaya gelir. (1872). Bu esnada Ali Rıza Efendi Osmanlı Rumelisinin o zamanki Yunanistan sınırında, Olimpos Dağı eteklerinde, Çayağzı veya Papazköprüsü denilen dağlık, ıssız bir yerde, gümrük memuru olarak çalışmaktadır.
Fatmadan sonra birer yıl arayla iki erkek çocukları daha olur. Ahmet 1874de, Ömer 1875de doğar. Ömerin doğumuna henüz sevinemeden, Fatmanın veremden ölümüyle sarsılırlar.(1875).
Ali Rıza Efendinin görev yaptığı gümrük kapısı son derecede tehlikeli bir sınır geçididir, dağlar rum eşkiyası ile doludur. Eşkıya bu gümrük kapısından geçen her şeyi haraca bağlamıştır. Rahat, huzur yoktur. Ali Rıza Efendi Gümrük İdaresinden istifa edip ailesini Selanike taşır ve kereste işine başlar ama başı eşkıya ile gene derttedir. Bir defasında eşkıya tarafından kaçırılır, hayatından ümit kesilir, önemli bir haraç ödeyerek ancak kurtulur. O korku dolu günlerin acısı da çocuk Mustafanın belleğinden hiç mi hiç silinmeyecek, oluşmakta olan karakterinde önemli rol oynayacaktır.
Kereste ticareti sayesinde gelir düzeyi nisbeten yükselen Ali Rıza Efendi, eşi Zübeyde, çocukları Ahmet ve Ömerle birlikte, Selanikin İslahane semtinin Ahmet Subaşı mahallesindeki üç katlı bir eve taşınırlar. Mustafa işte bu evde dünyaya gelir.( İlerde, 1908 yılında Mustafa Kemal Bey bu evi satın alacak, Balkan savaşından sonra Selanik kaybedilince Zübeyde Hanım ve Makbule İstanbula geldikleri için ev terkedilecek, Lozan Anlaşması gereğince de mülkiyeti Yunan hükümetine geçecektir. 1937 yılında Selanik Belediyesi bu evi Atatürke armağan edecektir. Ev bugün müze haline getirilmiştir.)
Ali Rıza Efendi çocukken beşiğini salladığı küçük kardeşini kazayla beşikten düşürüp ölümüne yol açmıştı. Bunu hiç unutmadı. 1881 yılında bir oğlu daha doğunca, onun ismini verdi: Mustafa.
Aile, Fatmanın acısını Mustafa ile unutmaya çalışırken çok daha büyük bir acıyla sarsıldı. Ahmet ve Ömer 1883 yılında tüm ülkede hüküm süren çiçek salgınına kurban gittiler. İki kardeşin aynı anda ölümü, Ali Rıza Efendiyi inanılmaz ölçüde sarstı. Şimdi ailenin tüm ilgisi, küçük Mustafanın üzerinde yoğunlaşmıştı ki 1885 yılında Makbule doğdu. Bu mutluluk da çok sürmedi. Ali Rıza Efendi 1888 yılında ölürken, Zübeyde Hanım Naciyeye hamile idi. Naciye 1889 yılında doğdu. (1901de de ölecektir.)
Eşinden kalan ayda iki mecidiye gelirle ve üç kücük çocukla yaşam mücadelesi vermeye başlamıştı Zübeyde Hanım. Bu neredeyse imkânsızdı. Ağabeyi Hüseyin Ağa Zübeyde ve çocukları, Langazadaki Rapla Çiftliğine götürdü. İşte küçük Mustafa ile Makbulenin kargaları kovaladığı çiftlik bu çiftlikti.
Rapla Çiftliğinin korucusu küçük Mustafa, duvar gazetesi çıkarttığı için zindanlara atıldığında Mustafa Kemal Efendi; Trablusta, Derne ve Bingazide, Çanakkalede Mustafa Kemal Bey; Filistin Cephesinde Mustafa Kemal Paşa; Sakaryada Gazi Mustafa Kemal Paşa; Dumlupınarda Mareşal Mustafa Kemal ve nihayet Atatürk olarak anıldı.
1893 yılında Selanik Askerî Rüştiyesinde giydiği asker üniformasını, 1927 yılında ordudan emekli oluncaya kadar büyük bir onurla taşıdı. Vatanını savunmak uğruna, Trablustan Kafkasyaya ; Çanakkaleden Filistine, Suriyeye; Sakaryadan Dumlupınara kadar tüm cephelerde savaştı, hiç yenilmedi. Dünya onu Dâhi bir asker olarak tanıdı ama ...Savaş, mutlak bir zaruret olmadıkça, cinayettir!... sözünü hiç unutmadı. Onu bir savaş adamı olmaktan çok, bir barış adamı olarak selamladı. Birleşmiş Milletlerin kültür kolu olan UNESCO, 1981 yılının tüm dünyada ATATÜRK YILI olarak anılması kararını alırken, Onun emperyalizme karşı ilk kurtuluş savaşı veren ve bu mücadeleyi zafere ulaştıran bir komutan, bir ulusal kahraman; çöken bir imparatorluktan, halk egemenliğine dayalı, hukukun üstünlüğünü esas alan, çağdaş ve laik, demokratik bir cumhuriyet çıkaran bir devlet kurucu; tarihin ender kaydettiği bir devrimci; kendi yurdunda olduğu kadar tüm dünyada da barışı samimi olarak isteyen seçkin bir dünya yurttaşı olarak selamlıyor, böylece Atatürk, tüm dünya için aydınlık geleceğin bir simgesi olarak yıl boyu saygıyla anılıyordu.
Gerçekten de, çağdaşı devlet adamları olarak örneğin Hitler Kavgam kitabını yazıp, diğer ülkeleri istila planlarını pervasızca açıklarken, bir diğeri, Mussolini Akdeniz için Bizim Deniz diyerek eski Roma İmparatorluğunu ihya etme hayallerini güdüyor, bunlara karşılık Atatürk Yurtta Sulh, Cihanda Sulh diye yanıt veriyordu. Ayrıca batıda kurduğu Balkan Paktı ile (Türkiye, Yunanistan, Yugoslavya, Romanya) , doğuda kurduğu Sadabad Paktı (Türkiye, İran, Irak, Afganistan) sayesinde, Avrupanın ortasından, Çine kadar bir barış çemberi oluşturuyordu. Böylece barış konusundaki söylemi ile eylemi tamamen örtüşüyordu.
1934 yılında, Çanakkale Şehitleri anıtının açılış töreninde okuması için İçişleri Bakanı Şükrü Kayaya verdiği metin, bugün Şiliden Montreale kadar birçok ülkedeki Atatürk anıtlarının kaidelerine olduğu kadar, yöre insanlarının yüreklerine de kazınmıştır.
...Bu memleketin toprakları üzerinde canlarını veren kahramanlar! Burada bir dost vatanın toprağındasınız. Huzur ve sessizlik içinde uyuyunuz. Sizler mehmetçiklerle yanyana, koyun koyunasınız. Uzak diyarlardan evlatlarını harbe gönderen anneler, gözyaşlarınızı dindiriniz. Evlatlarınız bizim bağrımızdadır. Huzur içindedirler ve huzur içinde rahat uyuyacaklardır. Onlar, bu toprakta canlarını verdikten sonra, artık bizim de evlatlarımız olmuşlardır...
Yüreği bu denli insan sevgisi ile dolu, gerçek bir barış adamına bugün tüm dünyanın her zamankinden çok daha fazla ihtiyacı var. O geri gelmeyeceğine göre, tek çıkar yol, Onun izini kaybetmemek.
Hepimiz nöbet başına... ki,
KAR İZLERİ ÖRTMESİN...
13.10.2019
13.10.2019
OKUR YORUMLARI
Yozgat'ta Günün Haberleri
YOZGAT'TA 5 GÜNLÜK HAVA DURUMU
YOZGAT İÇİN GÜNÜN NAMAZ VAKİTLERİ
ABDULKADİR ÇAPANOĞLU
19.10.2019 17:55:00Sayın Hüsnü Aydoğdu
13 Ekimde göndermek lütfunda bulunduğunuz yorumunuz altı gün sonra yayınlanınca benimce cevabım geç oldu. Kusur bende değil. Yorumunuz için çok teşekkür ederim. Tespitinizde çok haklısınız. Kütüphanemde İki Nutuk var. Birisi yazımda bahsettiğim Türk Tarih Kurumunun 1999 yılında dördüncü bakısını yaptığı, sayfasının bir yüzünde aslını, öbür yüzünde de günümüz Türkçesiyle bastırdığı, birinci ve ikinci cildinde Nutuk üçüncü cildinde vesikalar/ belgeler şeklinde düzenlenmiş özel baskısı diğeri de tek cilt halinde bir yayınevinin bastığı 598 sayfalık bir kitap. Her iki baskı da Nutukun birebir kopyası olduğundan bir birinin aynı. Ne var ki üç cilt olan bir sayfası orijinal bir sayfası bu günkü Türkçe olduğundan ve üçüncü cildi de sadece belgeleri kapsadığından toplanda 1945 sayfa olmuş. İkinci Nutuk Kitabında ise belgeler olmadığında 598 sayfa olmuş. Yani satın aldığımız Nutuk en az 600 sayfa olmalı ki okuyan tam anlamıyla bilgilensin.
Kütüphanemde bir kitap daha var. Sadece belgeleri kapsıyor ve 22/8/1919 tarihli belge ile başlıyor bu da 998 sayfa. Yine, Atatürkün Kurtuluş savaşı yazışmaları iki cilt ve toplamda 914 sayfa. Demek oluyor ki sadece Nutuk ile ilgili en az bu kadar sayfa bilgi var. Bunun yanında Atatürkün askeri dehası, siyasi dehası ve uzak görüşlülüğü, devrimleri, kısa zamanda kurduğu fabrikalar, devlet kurumları, Dünya liderleri içinde genç Türkiye Cumhuriyetinin hayranlık uyandıran saygınlığını bilhassa hanımlara verdiği değer ile kıyafet devrimini anlatan yüzlerce yerli ve yabancı yayınlar var. Yani, dayısının çiftliğinde karga kovalayan Atatürkü değil, dünya bilim ve siyaset adamlarının bin yılın lideri seçtiği yüce Atatürkü gerçekten tanımak için çok okumak lazım çok. Saygılarımla.
Hüsnü Aydoğdu
13.10.2019 21:59:00Sayın Çapanoğlu,
Nutuk'un öncesi, yazımı ve sonrası için ayrıntılı bilgilere değinmişsiniz.
Bir şeye daha değinmek gerekirse -yazınızda söz ettiğiniz- o dönemde basılan 3 ciltlik Nutuk'u okumak ilgi duyanlar için daha doğru olacaktır. Bugün birçok yayınevi tarafından incecik Nutuk basılıyor ancak hemen hemen hiçbiri ilk basımları kadar iyi değildir diye düşünüyorum.