
A'DAN Z'YE
AKADEMİSYEN BÜŞRA NUR TOPAL AKDOĞMUŞ’UN “ÇAPANOĞULLARI TAŞRA ELİTİNİN DÖNÜŞÜMÜ” KİTABI
Değerli okurlar, Yüce Atatürk der ki; Tarih yazmak, tarih yapmak kadar mühimdir. Yazan yapana sadık kalmazsa, değişmeyen hakikat, bütün insanlığı şaşırtacak bir hal alabilir.”
Telefonumdaki WhatsApp’ıma akrabalarımdan ve sık görüştüğüm hemşerilerimden ardı ardına mesajlar aldım. Araştırma Görevlisi Büşra Nur Topal Akdoğmuş tarafından yayınlanan “Çapanoğulları: Taşra Elitinin Dönüşümü" adlı kitabından haberim olup olmadığını soruyorlardı. Hemen hatırladım. Evet, aralıklarla ama uzun süre görüştüğüm Samsun Üniversitesi’nde akademisyen bir hanımefendiydi. İnternette, yayınevinin kitabın tanıtımı için yazdıklarına göz attım. Kitabın kapağında benim iki yaşında iken çekilmiş aile fotoğrafımızı görünce biraz şaşırdıysam da telefon açarak tebrik ettim. O da teşekkür etti ve imzalayarak göndereceğini bildirdi.
Merakla beklediğim kitap geldi. Geldiği gün dikkatle okudum ve saat 21:00 sularında bitirdim. Okurken içim daraldı, o saatte telefon açarak üzüntülerimi bildirdim. Neden böyle suçlamalar yaptığını sordum. “Ben tarihçi değilim sosyoloğum, sosyolojik bakış açısı ile değerlendirdim” dedi.
Kitabın girişinde bana şöyle bir teşekkür paragrafı var. “Aile üyelerinden Abdulkadir Çapanoğlu’na özel olarak teşekkür borçluyum. Çapanoğlu aile tarihi denildiğinde ilk başvuru kaynağı Abdulkadir Bey’dir. Çalışmamda kendisinin tarihyazım pratiğini de nesneleştiren, tarihyazımı etrafında aldığı pozisyona da eleştirel bakabilen bir anlatım kurdum. Süreçteki emeklerinden ve akademik çalışmalara olan destekleyici tutumundan bahsetmemek mümkün değil. Kitap sonunda bir albüm yer alıyor. Bu bölüm, Abdulkadir Bey’in paylaştığı aile fotoğrafları sayesinde oluştu. Albümde verilen açıklamalar ise yine kendisinin gazete yazıları üzerinden edindiğim malumata dayanıyor. Abdulkadir Bey beş yıl boyunca belirli aralıklarla kendisini rahatsız etmeme müsaade edecek hoşgörüde değerli bir insan. Benim sorularımla, kendisinin cevaplarıyla düzeyli bir tartışma imkânı elde ettik. Aramızdaki kuşak farkını kapatan kalenderliğiyle bu çalışmaya katkısının çok olduğunu belirtebilirim”.
Böyle bir teşekkür yazısının muhatabı olmak elbette gurur verici. Teşekkür ediyorum. Ancak, itiraf edeyim ki kitabı okudukça içim daraldı. 15 yıl süren çalışmam sırasında okuyabildiğim, Çapanoğulları hakkında ilk araştırmayı yapan ve yayınlanan benimde Amasya Lisesinde tarih hocam ve Lise Müdürümüz rahmetli Süleyman Duygu’nun 1953 yılında yayınladığı Yozgat Tarihi ve Çapanoğulları kitabından başlayarak Atatürk: Nutuk, Enver Ziya Karal: “Selim III. ün Hatt-ı Humayunları”, Dr. Özcan Mert: “XVIII. Ve XIX. Yüzyıllarda Çapanoğulları”, Prof. Dr. Ahmet Yaşar Ocak: “Milli Mücadele de Çapanoğlu isyanı (7-27 Haziran 1920)”, Prof. Dr. Ahmet Yaşar Ocak: “Bir Osmanlı mutasarrıfı Mahmut Celalettin Bey’in anıları”, Prof. Dr. Hakkı Acun: “Tüm yönleriyle Çapanoğulları ve eserleri”, Prof. Dr. Orhan Sakin: “Bozok Sancağı ve Yozgat: siyasî, idarî ve sosyal tarihi”, Orhan Sakin: “Tarihten günümüze Bozok Sancağı ve Yozgat”, II. Milletlerarası Türk Folklor Kongresi bildirileri - cilt 1-2, Belleten-: “Çapanoğulları”, Faruk Sümer: “Oğuzlar (Türkmenler)”, Faruk Sümer: “Bozok Tarihine Dair Araştırmalar”, Ahmet Efe: “Çerkez Ethem”, Avadis Kesekyan: “Yozgat ve çevresi (Kamirk) Ermenilerinin Köyleri Tarihi Beyrut 1988”, Avni Doğan: “Kurtuluş, Kuruluş ve Sonrası”, Ergun Hiçyılmaz: “Gizli Belgeler”, Burhanettin Kapusuzoğlu: “Yozgat Medreseleri Tekke ve Zaviyeleri”, Falih Rıfkı Atay: “Çankaya”, Hasan İzzettin Dinamo: “Kutsal İsyan”, İsmail Hakkı Uzunçarşılı: “Belleten cilt XXXvııı No.150 Nisan 1974”, Gürbüz Arslan: “Milli Mücadele Yıllarında Yozgat (yük. lisans tezi)”, Nalan Seçkin: “1920-1970 İlk Meclisten Kalanlar(Yasin Kutlu)”, S. Burhanettin Akbaş: “Çapanoğulları ve Kayseri”, Sabahattin Selek: “Anadolu İhtilali”, Abbas Sayar: “Yozgat var Yozgat’lı yok”, Kılıç Ali: “Kılıç Ali Hatıralarını Anlatıyor”, Dr. Ali Şakir Ergin: “Çapanoğulları Hadisesi ve Abdülkadir Bey’in Hatıraları”. “Azmi Çapanoğlu’nun anıları”, İlhami Soysal: “Yüzellikler”, Serkan Polat: “Çapanoğlu Ahmet Paşa’nın Muhallefâtı”, Doç. Dr. Ahmet Oğuz “Dergipark”, TDV İslâm Ansiklopedisi: “ÇAPANOĞULLARI”, Nurgün Koç: “Milli Mücadelede Yozgat (Çapanoğulları) Ayaklanması ve Çerkez Ethem Tarafından Bastırılması”. Yunus Koç: XVI. Yüzyılda Bir Osmanlı Sancağı’nın İskân ve Nüfus Yapısı, Ankara 1989, Fadime Ceylan (Cavcav): “Vilâyet sâlnâmelerinde Yozgat (h.1290–h.1325)
Bu yayınların haricinde onlarca dergi ve makalede Çapanoğullarını böylesine karalayan bir yazıya rastlamadım. Ben de gerek gazete yazılarımda gerek kitabımda yeri geldiğinde eleştirilerimi yaptım.
Kitaplar, yazarların şahsi görüşlerini içerir. Okuyucunun kendisi ile hemfikir olup olmaması yazar bakımından önemli değildir. Oluşturmak istediği algıyı oluşturduğu ölçüde kendisini başarılı sayar. Bugün kitabevlerinin raflarında bin bir emek ve masraf sonucunda yer alan herhangi bir kitabı satın almadan önce sayfalarını çevirdiğinizde, içeriği, yazım dili hakkında bir fikir sahibi olur, satın alır veya almazsınız. Bu bir kişisel tercih meselesidir.
Ancak, akademik içerikli çalışmaların yapılma şekli farklıdır.
Nereden baksanız en az dört sene süren, alanında uzman tez danışmanı tarafından defalarca gözden geçirilen, önerileri kapsamında adım adım ilerlenen doktora tezlerinin veya makalelerin kabul görmüş kurallar çerçevesinde, şüpheye yer vermeyen verilere dayanarak üretilmesi, özgün ve etik olması, araştırmacının ön yargılardan uzak ve doğru veriye dayalı hareket etmesi gerekmektedir.
Araştırmacının bu süreçte ön kabulleri doğrulama hatasına düşmemesi, gerçekleri ortaya çıkartma yönünde davranması beklenmektedir. Araştırmacının varacağı sonucu önceden belirleyerek (tümden gelim) kurguyu oluşturması ortaya çıkan “eserin” içerdiği hususların güvenilirliğini sorgulanır hale getirecektir.
Bu sürecin içinde yer alan, Araştırma Görevlisini bilimsel anlamda doğru yoldan sapmaması için tespit ve önerilerde bulunması gereken, araştırma konusu hakkında akademik altyapısı olması gereken tez danışmanı hocanın ve sonrasında bu çalışmayı değerlendirerek araştırma görevlisinin terfi unvanını alıp almayacağını takdir eden jürinin akademik ve vicdani sorumluluğu ise ayrı bir konudur.
Bundan sonra müellife olarak adlandıracağım Araştırma Görevlisi, her ne kadar çalışmasının tümden gelerek bir teoriyi onaylatma amacını taşımadığını ileri sürse de kitap bir bütün olarak ele alındığında, okuyucuda aksi yönde bir izlenim bıraktığını gördüm.
Psikoloji dalında lisans eğitimi alan, daha sonra “Cumhuriyetin İnşasında Taşrada Muhalefet: Çapanoğullarınınım İki Rejim Etrafındaki Dönüşümü” başlıklı sosyoloji çalışmasıyla doktorasını tamamlayan, sosyal psikoloji ve tarihsel sosyoloji alanlarına temas eden çalışmalarda bulunan ancak kendi ifadesiyle bir tarih araştırmacısı olmayan müellifenin Kurtuluş Savaşı sırasında yaşanan hadiseleri kişisel merak çerçevesinde ele alması bana göre daha doğru bir yaklaşım olacaktı.
Çalışmaya toplam 13 katılımcının katkı sunduğuna kitapta vurgu yapılıyor. Ancak, kitapta isimleri yer alan kişilerden bir kısmına çalışma sırasında danışılmadığını, Çapanoğlu soyadını taşıyan/taşımayan diğer aile bireyleriyle irtibata geçilerek görüşlerinin alınmadığını yaptığım görüşmeler sırasında öğrendim.
Sayın müellife, kitabında önce bilinen ilk dedemiz Ömer Ağa’dan başlayarak Osmanlı dönemindeki Çapanoğlu Beyleri Ahmet Paşa, Mustafa Paşa ve Anadolu’ya dolayısıyla Yozgat’a gelen yabancı seyyahların hayranlıkla anlattıkları dedemiz Cabbarzade Süleyman beyden bahsediyor. Bu bölümde bir sorun yok. Ama 1920 yılına geldiğinde yani Mustafa Kemal Paşa’nın ilk meclisi topladığı günlerde tezahür eden ve tarihçilerin Çapanoğlu hadise-i isyaniyesi (Çapanoğlu hadisesi-Çapanoğlu isyanı- Yozgat isyanı) diye bahsettikleri olayları anlatırken maalesef bende tarafsız bir gözle bakmadığı izlenimi veriyor. Örneğin Çapanoğlu beylerini çevredeki eşkıyalarla bir tutarak “zaten hep eşkıyalarla birlikteydiler” demeye getiriyor.
Çapanoğulları’nın ismini eşkıya ile yan yana getiren müellifenin Osmanlı Meclisi’nde mebus olduğu için İstanbul Beyoğlu/Galatasaray da ikamet eden en büyük kardeş Mustafa Edip Bey ile Hicaz dahil imparatorluk coğrafyasının farklı köşelerinde mutasarrıflık görevi yapan Mahmur Celalettin Bey ve Ağır Ceza Mahkemesi Hakimi Salih İzzet Bey gibi aile bireylerinin Yozgat çevresindeki eşkıyalarla birlikte hareket etmelerinin her şeyden önce hayatın olağan akışıyla bağdaşmadığını dikkate almadığı görülmektedir.
Amasya’da idam edilen üç numaralı kardeş Halit Bey’in durumu pek bilinmez. Osmanlı’nın son döneminde yani o yıllarda Anadolu’da asayiş diye bir şey kalmamış. Bir şehirden başka bir şehre gitmek mesele. Eşkıya, bırakın yollardakileri, köyleri basıp yağmalıyorlar. Köylünün aralarından seçtiği kimsesiz kadınlara kasık mancası adı altında dağa kaldırıp tecavüz ediyordu. Köylü de bunlardan doğan çocuklara Yadigâr ismini koyuyordu. İstanbul’da Dahiliye Nazırı Talat Paşa’nın koruma polisi olan Çapanoğlu Yusuf Ziya Bey ve yine polis olan Yozgatlı bir arkadaşı ile izinlerini Yozgat’ta geçirmek için Paşa’dan izin isterler. Paşa “gidebilirsiniz ama dönemeyebilirsiniz” diye uyarı da yapar. Gerçekten de Yozgat’a gelirler ama asayiş sorunu yüzünden İstanbul’a dönemezler ve Talat Paşa’dan Yozgat’ta göreve devam etmeleri için emir vermesini rica ederler (1920).
Diğer kardeşler devlet görevinde olduklarından toprakların, çiftliklerin, konakların korunması sorumluluğu Halit Bey’e kalır. İşte tam bu sebeple Halit Bey’in o günkü ahvali dikkate alarak çevredeki başıbozuklarla olumsuzluk yaşanmamasına yönelik bir tavır sergilemiş oluğunu da göz ardı etmemekte fayda var. Sözün burasında, Yozgat’ın Dayılı köyünden Gıddili Ahmet’in bir sohbetimizde kendi tarlasına gitmek için komşunun tarlasından geçmesine izin vermeyen bekçiye “bir kibrit çalarım ne tarlan kalır ne ekinin” diye tehdit etmesi aklıma geldi. Nitekim Deli Hacı ve çetesi de Çapanoğulları’na akraba olan Yozgat mebusu Akdağlı Bahri (Tatlıoğu) Bey’in konağını önce yaylım ateşine tutarlar sonra gazyağı dökerek yakarlar. Bahri Beyin kız kardeşi ve Edip Beyin gelini Şahende Hanım ikinci kat penceresinden önce çocuklarını atar sonra da kendi atlar.
Müellife, Çapanoğlu beylerinin padişah ve hilafet yanlısı oldukları konusunda ısrar ediyor. Bunu da anlamak mümkün değil. Beyler daha önce Talat Paşa’nın da kurucuları arasında olduğu İttihat ve Terakki üyesidirler. Mustafa Kemal Paşa da İttihat ve Terakki üyesidir. 21 Mayıs 1889’da kurulan İttihat ve Terakki Partisi’nin kurucularından olan Edip ve Celal Beyler, son dönemde bu partinin yaptığı yolsuzluk, hukuksuz ve kanunsuz davranışları şiddetle ve ısrarlı bir şekilde tenkit edince, Edip Bey mebusluktan, Celal Bey’de mutasarrıflıktan ihraç edilirler. İttihat ve Terakki, 1908’de II. Meşrutiyet’in ilanını sağlasa da partinin kurucularından Enver Paşa’nın II. Abdülhamit’i tahttan indirmesi, Birinci Cihan Savaşı sonrası vatan toprağının ve vatan evladının kaybedilmesi yüzünden partiye karşı bir hoşnutsuzluk duyulmaktadır. Dolayısıyla Kuvâ-yı Milliye’yi de İttihat ve Terakki Partisi hareketi olarak algılamak yanılgısına düştüler. Bu yüzden Kuvâ-yı Milliye’ye bu ön yargı ile baktılar ve kabullenemediler. Hâlbuki Mustafa Kemal de aynı nedenlerle parti ile ilişkisini kesmişti. Ama beylerin bundan haberi yoktu.
İşte tam da bu dönemde bu duyguların da etkisiyle Çapanoğlu kardeşlerin halife padişah ile Mustafa Kemal ve Ankara da toplanan kongre arasında bocalamalarına sebep oldu. Müellife, Celal Beyin Mustafa Kemal’e Hamitli Rıza Bey aracılığı ile bir kese altın gönderdiğini yazıyor ama sonra unutuyor nedense. Beylerin saray ve hilafet yanlısı olduklarını yeri geldikçe ısrarla vurguluyor.
Bütün yazarlar, kardeşlerden Salih İzzet Bey’i hep bu kalkışmanın dışında tuttukları halde müellife hiç kimsenin görmediği bir belgeyi bir hazine bulmuş gibi ısrarla gözümüze sokuyor. Bu belge, üç kardeşin Ankara’da ikamete mecbur tutularak haklarında soruşturma yapılan dönemde Salih Bey ile Amasya’da idam edilen Halit Bey’in oğlu Osman Bey’in kirada oturdukları ev sahibi ile bazı komşuların ifade tutanakları.
Sorgulayanlar adı geçen kişilere ısrarla bir dedikodudan bahsederek bu konuda bir duyumları olup olmadığını soruyorlar. Dedikodu, Salih Bey’in Polatlı’ya kadar gelen Yunan askerlerinden kaçmak için Ankara’yı terk etmeye çalışan ev sahibi ve komşularına “kaçmayın, Yunan gelse de bir şey yapamaz, geldiği gibi gider” demiş mi? Ev sahibi “ben Salih Bey’i bir kere gördüm bir daha görmedim” diyor. Komşularının “biz duymadık, öyle diyorlar” ifadelerine rağmen bunu kitabına koymasını esefle karşıladım. Ağır Ceza Hâkimliğinden emekli bir insan böyle bir cahillik yapar mı? Bu olsa olsa o günler de kraldan fazla kralcı olan zabıtanın haklarında araştırma yapılan beyler hakkında öküz altında buzağı aramasından başka bir şey olamaz. Bir akademisyenin böyle bir tuzağa düşmemesi gerekirdi.
Kitapta gizli tanıklar da var! “Bilgi Üniversitesi’ndeki bir toplantıda Yozgatlı olduğunu söyleyen bir öğretmen şöyle söyledi”, ya da başka sayfalarda “konuştuğum bir köylü dedi ki”, ya da “filan yerde birisi şöyle anlattı” gibi ifadeler var. Bir akademisyen kaynak göstermeden onun bunun söylediklerini ya da anlattıklarını kitabına koyar mı? Kimdir bu ismi gizli olanlar? Neden isimleri gizlidir? Neden ihtiyaç duyulmuştur? Bu kişiler kaç yaşındadır?
Değerli okurlar, ben de diğer araştırmacılar gibi Mustafa Kemal Paşa’nın delege seçimleri ile ilgili illere gönderdiği yazıda özellikle vurguladığı; “öncelikle eski mecliste mebus olanların gönderilmesi” isteğine rağmen, haris ve hasmane tutumu ve Allah’ın evine fitne sokacak kadar ileri giden bazı kişilerin, mebus olup Ankara’ya gidebilmek için Çapanoğlu beylerine karşı gözlerden uzak yürüttükleri bir birlikteliğin, tertipçiliğin ve hatta nasıl bir hıyanetin içinde olabileceklerini tarafsız bir gözle araştırdım, sorguladım.
Kitapta bütün bu musibetlerin baş sorumluları olan Yozgat müftüsü Mehmet Hulusi (Akyol) ile Kılıç Ali’den bahis yok. Hatta Müftü hiç yok. Halbuki, tarihçiler, bu başkaldırıda haris ve içten pazarlıklı Yozgat Müftüsü Mehmet Hulusi (Akyol) Efendinin tahrikleri, Kılıç Ali’nin basiretsiz ve tutarsız davranışları, Yozgat’ta yeni yeni söz sahibi olmaya başlayan bazı ailelerin fitne ve fesatlıkları ile ve en önemlisi Ankara hükümeti ile gerekli iletişimi sağlayamayan Çapanoğlu beylerinin içinde bulundukları durumu yeteri kadar kavrayamadıklarının rol oynadığını söyleyerek, Çapanoğulları ailesini bir başkaldırıya adeta sürüklenmiş olmakla tarif ederler.
Mecliste sıhhat encümeni üyesi Dr. Emin Bey, Damar Arıkoğlu’na gönderdiği mektupta Mehmet Hulusi Efendi için şöyle yazıyordu: “Tarihin tanıklarından edindiğimiz kaynaklar ışığında edindiğimiz bilgilere göre Mehmet Hulusi, Büyük Millet Meclisi 1. Dönem Bozok (Yozgat) mebusu olmak için Yozgat’ı karıştırdığı, yakıp yağmalattırdığı yetmezmiş gibi, aynı tavrını Ankara’da da göstermiş ve mebusluktan atıldı” (Bknz., Damar Arıkoğlu, Hatıralarım, s,185)
Sayın Doç. Dr. Ahmet Oğuz şöyle yazıyor; “Mustafa Kemal Paşa aileyi kazanmak amacıyla onları affetmiştir. Yozgat mebusu (her fırsatta kürsüye çıkarak Çapanoğulları aleyhinde konuşma yapan) Süleyman Sırrı Bey’in aksine meclis kürsüsüne çıkarak “Efendiler, biraz önce kürsüde konuşan efendiye hiçbir surette katılmamız mümkün değildir. Bahsettiği aile, memleketimize geçmişte büyük hizmetlerde bulunmuşlar, hataları varsa da hatalarından vazgeçmişler, bugün de devletimize hizmette kusur etmemektedirler” demiştir
Millî Mücadelede ise daha Yozgat’ta hiçbir olay yokken Kılıç Ali’nin Çapanoğullarından zorla para istemesi aileyi bir isyanın içine çekmiştir. Yozgat’ta aileye yakın kimselerin rivayetlerine göre Yozgat müftüsünün haris tutumu da Ankara ile Çapanoğullarının aralarının açılmasına sebep olmuştur. Mebus seçiminde Müftü Efendi ve diğer Yozgat ileri gelenlerinin Çapanoğullarını dışlamaları, Kılıç Ali’ye düşman göstermeleri olayları çığırından çıkarmıştır. Çapanoğlu isyanı kısa sürmüştür. İsyan bastırılınca ailenin erkek bireyleri Kayseri Pınarbaşı Çerkeslerinin yanına sığınmıştır.
Atatürk’ün bu olayla ilgili olarak büyük hoşgörü ile Akdağlı Bahri (Tatlıoğlu) Bey’e söylediği; “O dönemi kendi içinde izah etmek gerekir” sözünden ve yaptığı incemeler sonuncunda Çapanoğlu beylerini yargılatmadan affetmesinden yola çıkarak, Çapanoğlu beylerinin, “kesin suçlu” olmadıkları görülecektir.
Değerli okurlar, bir devletin yurt dışındaki en yüksek temsilcisi Büyükelçilerdir. Kendi Cumhurbaşkanının vermiş olduğu Güven Mektubu’nu görev yapacağı ülke Cumhurbaşkanına takdim ederek görevlerine başlarlar. Büyükelçiler iyi eğitimli, devlet tecrübesine ve geniş bir kültüre sahip, birden fazla yabancı dile hâkim kişilerdir. Müellife, Osmanlının çöküşü ile devlet kadrolarında işi kalmayan Çapanoğullarının cumhuriyet döneminde yeniden devlet kadrolarına dönüşleri ile de (ben kitaptaki ifadelerden sızma diye yorumluyorum) en önemli kurum olan Dışişleri Bakanlığını mercek altına alarak Dışişlerindeki ilk büyüğümüz büyük dayım Konsolos Nafiz Haşmet Terken ’den başlamış. Diyor ki; “Nafiz Bey, Çapanoğlu kardeşlerin sürgün edilmelerinin üzerinden nerdeyse on yıl geçtikten sonra dış ilişkilerde görev verilen bürokratlar arasına girer.” Onun Dışişlerine intisabı Başkonsolos olan eniştesi Talat Acerer sayesinde oldu. Ve ilave ediyor; Çapanoğlu ailesinin cumhuriyet dönemi seçkinliğinde evlilik stratejileri önemli bir rol oynar dedikten sonra uzun uzun anlatıyor. Başkonsolos Nafiz Haşmet Terken’in kızı kuzenim İnci Terken Aykaç’ın Başkonsolos Namık Aykaç ile evlenmesini, büyük kuzenim Büyükelçi Nazif Cuhruk’un (Çapanoğlu) annesini ziyarete gelen mülkiye (Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi) mezunu İldeniz Divanlıoğlu’na (Çapanoğlu) Dışişlerini tanıtırken, “insanın hayatı sürekli hareket halinde dolu dolu geçer, farklı kültürlerle tanışır, farklı ülkeleri keşfeder, bambaşka dostluklar kurabilirsin” diyerek Dışişleri Bakanlığı’na intisabı için telkinde bulunduğundan bahsederek bu kez de Divanlıoğlu ailesini mercek altına alıyor. Önce Büyükelçi İldeniz Divanlıoğlu’nun kardeşi, Hakimler Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) üyesi ve Danıştay 9. Daire Başkanlığından emekli Cengiz Divanloğlu’ndan ve İldeniz Divanlıoğlu’nun oğlu Büyükelçi Haydar Kerem Divanlıoğlu’ndan bahsettikten sonra başka Çapanoğlu Büyükelçiler de olduğunu söyleyip bunu saraydaki Çapanoğulları’nın neredeyse babadan oğula geçecek şekilde kapucubaşı olmaları ile eşleştiriyor.
Müellifenin, bu kişilerin almış olduğu eğitimlerden, ülkemizdeki en zor kamu sınavı olarak bilinen, çok aşamalı sınavlardan ve güvenlik soruşturmalarından geçtikten sonra Dışişleri Bakanlığı’na intisap ettiklerinden, Dışişleri Bakanlığının yurt dışı ve merkez teşkilatındaki farklı görevlerde bulunup ortalama 25 sene boyunca tecrübe kazandıktan sonra Sayın Cumhurbaşkanı tarafından imzalanan kararnameyle Büyükelçi olarak atandıklarından bilgi sahibi olmadığını veya ön yargılı davranarak bu hususu görmezden geldiğini düşünüyorum. Bu vesileyle, soyadı ne olursa olsun, Dışişleri Bakanlığı’nda veya diğer kamu kurumlarında önemli mevkilerde görev yapanların sınavda başarılı olamayan aile bireylerinin diplomat olamadıklarını da belirtmek isterim.
Öte yandan, müellifeye öğretmenle öğretmenin, doktorla doktorun, akademisyenle akademisyenin, mühendisle mühendisin aile kurması ne kadar doğalsa, bir diplomatın da başka bir diplomatla aile kurmasının o kadar doğal olduğunu hatırlatmak isterim.
Değerli okurlar, müellife, Dr. Ali Şakir Ergin’in “devlet kademelerindeki görevlerini sürdürebilmek için böyle bir yol tercih ettiler” sözünden yola çıkarak aile fertlerinin devlet kadrolarında iş bulabilmeleri için Çapanoğlu soyadını almadıklarından bahsediyor. Bu Dr. Ali Şakir Ergin’in şahsi görüşüdür. Akademik çalışmanın teyit edilmemiş bir kişisel görüşten hareketle şekillendirilmesi ne derece doğrudur? Cumhuriyet dönemi itibarıyla kamu görevinde bulunan Çapanoğlu soyadlı bir bireyin ayrımcılıkla karşılaştığına dair somut bir bilgi şayet müellifede mevcutsa, paylaşmasından memnuniyet duyacağım.
Yozgatlı hemşerilerim gayet iyi bilirler. Yozgat CHP İl İdare Kurulu üyelerinden babam Muammer Çapanoğlu 1948 yılında açık oyla seçildiği halkevi başkanlığını, 1950 yılına kadar yürütmüştür.
1934 yılında soyadı kanunu çıkarıldı. 21 Haziran 1934 tarihinde kabul edilen ve 2 Temmuz 1934 tarihinde Resmî Gazete ‘de yayımlanan kanuna göre; Edebe aykırı ve gülünç soyadlarının, aşiret, yabancı ırk ve millet isimlerinin, rütbe ve memuriyet bildiren isimlerin soyadı olarak alınmasına izin verilmez dendi. 26 Kasım'da çıkarılan 2590 sayılı Kanun'la "ağa", "hacı", "hafız", "hoca", "efendi", "bey", "beyefendi", "hanım", "hanımefendi", "paşa", "hazret" gibi unvan ve lakapların kullanılması yasaklandı. Çok büyük karışıklıklar oldu. Bazen de fıkra gibi gülünç komik olaylar yaşandı. Bir zamanlar Yozgat Nüfus müdürü olan rahmetli Nusret Alper’in anılarından köşemde yayınlamıştım.
Dedem Muhlis Bey soyadı almak içim müracaat ettiğinde nüfus memuru “oğlu” takısını kabul etmemiş. Peki neden? Çünkü aile lakabı Cabbarzede ya da Çapanzade yani Cabbaroğlu, Çapanoğlu yani herkesin bildiği bir aşiret. Bu yüzden önce Çapan soyadı alınmış sonra mahkeme kararıyla oğlu da eklenmiş. Bu tashih benim nüfus cüzdanımda bile var idi. Önce bu müşkülat yüzünden sonra da menhus başkaldırı sonucu konakları yakılan, yıkılan, soyulan, bazıları bir vahşetin sonucu idam edilen ailenin geride kalanları korkudan Çapan ya da Çapanoğlu soyadını almaya cesaret edememişler. Hatta o dönemde siyasete girmekten bile çekinmişler. Bunun yanında birçok Çapanoğlu torunun evliliklerinden dolayı soyadları değişmiştir. En bariz örneği Divanlıoğlu’dur. Kuzenim Büyükelçi İldeniz Divanlıoğlu, kardeşi Cengiz Divanlıoğlu ve çocukları hem anne tarafından hem baba tarafından Çapanoğlu oldukları halde babaları Haydar Divanlıoğlu olduğu için soyadları da Divanlıoğlu olmuştur. Divanlı, Yozgat’a 14 km. uzaklıkta büyük bir köy olup Divanlıoğulları da Yozgat’ın geçmişleri çok eski yıllara dayanan saygın bir sülalesidir.
Hepsi rahmetli olan Büyükelçi Nazif Cuhruk, kardeşleri Anayasa Mahkemesi Başkanı Mahmut Celalettin Cuhruk, Etibank Genel Müdürü Vasıf Cuhruk ve Kulak Burun Boğaz Profesörü Çetin Cuhruk’un soyadı hikayesi de şöyle. Mahmut Celalettin Cuhruk, 2012 yılında Bodrum’daki yazlıklarında yaptığımız sohbetin video kaydı çözümünde şöyle söylüyor: “1934 yılında soyadı kanunu çıktığında Babam Nihat Bey ailemize yakışan güzel bir soyadı bulalım dedi. (Nihat Bey, Çapanzade Vezir Mehmet Celalettin Paşa’nın oğlu Hasan Bey’in torunudur.) Ama yine kendisi buldu. Soyadımız Cuhruk olsun mu diye bize sordu. Anlamını sorduk; “Asil ve Temiz” dedi. Biz de onayladık”.
Bu yazıyı hazırlarken 23.02. 2025 günü saat 13:00 de Mahmut Cuhruk ağabeyimin eşi çok kıymetli yengemiz Sayın Ayşen Cuhruk hanımefendiyi aradım. Bu konuda başka bir bilgisi olup olmadığını sordum. “Öyle söylerdi ağabeyiniz” diyerek teyit etti. “O yıllarda İstanbul’daki akrabaların görüşlerine önem verilirdi. Bizim nesil hep Atatürkçü’dür, mesela akrabamız Nusret Bey bu yüzden Ünlütürk soyadını almış” dedi. Araştırmalarımda Cuhruk’un Hintçe olduğunu tespit edebildim. Ne Osmanlıca ne de Farsça da böyle sözcük bulamadım.
Müellifenin sık sık kaynak gösterdiği Kurmay Albay Rahmi Apak’ın “Yozgat isyanının bastırılması, üç kardeşler Kuvâ-yı Seyyare’nin her ferdini zengin etmiş ve Kuvâ-yı Seyyare’nin mevcudunu artırmıştır” ifadesini görmezden gelen müellife yakılan yıkılan konaklardan, soyulan Yozgat’tan hiç bahsetmiyor.
Kitabın son bölümünde bahsedilen, yukarıda da belirttiğim gibi, kimseden bir yardım almadan kendi çabaları ile okuyan zamanında ve günümüzde çok önemli görevlerde bulunan Çapanoğlu ailesine mensup büyükelçilerimizle ve diğer yüksek bürokratlarımızla her zaman iftihar ederiz. Ve “hepimiz Yozgatlıyız, hepimiz Çapanoğlu’yuz” diyen dünyanın dört bir köşesindeki, gurur duyduğumuz Yozgatlı hemşerilerimizin ailemize sahip çıktığı gibi, bizler de onlara sahip çıkarız. Nokta.
Gamze Platin
26.02.2025 18:19:06Kadir bey, Annem ismet Esin Eronat ( İismet Capanoglu torun ..Sefer Eronat baba kardes ..yani amca ) adına yazınız için teşekkür ediyorum . Selamlarımla, Gamze Platin
Edip Bilgin Çapanoğlu
26.02.2025 10:23:46Kendini akademisyen sanan yazara ders gibi bir cevap. Eline sağlık.