Değerli okuyucu, 19 Kasım 2012 Pazartesi günü Yozgat Gazetesinin değerli sahibi ve Yozgat Gazeteciler cemiyeti başkanı kadim dostum Osman Hakan Kiracı ile İstanbul’da bir araya gelmiştik. Sohbet sırasında uzunca bir süre denize bakıp “Biliyor musun, bizlerde epey yaşlandık sayılır, biz yaştakilerde bu dünyadan gidince bir zamanların Yozgat’ı ile ilgili hatırda kalanlar da yok olup gidecek o yüzden elimizi çabuk tutmalıyız demişti.” Birdenbire söylediği bu söz beni de duygulandırmıştı. Meraklı okuyuculardan gelen talepleri de dikkate alarak, hatırladığım kadarı ve aldığım notlar ve ses kayıtlarımdan yararlanarak eski Yozgat’tan geride kalan bazı anıları köşemde yayınlıyorum. Bu defa yaşadığı dönemde Yozgat halkının hürmet ve sevgisine mazhar olan ve hem akrabalarına hem de tüm Yozgatlıya hamilik yapan Çapanoğlu Muhlis Bey’i ve onun çok özel iki eşi Saadet Hanım ve Esma Hanım’ı üç tefrikalık bir yazı ile anlatmaya çalışacağım.
ÇAPANOĞLU MUHLİS BEY 1.EŞİ SAADET HANIM
(Geçen yazının devamı)
Kabri Yozgat Köseyusuflu Camii haziresinde olan Haşmet Bey’in (Terken) kızıdır. Doğum tarihi 1891 olup dikkat çekici bir güzelliğe sahip olduğu söylenirdi. Ailede hiç resmi yoktur. Büyük bir şans eseri sevgili Süleyman Sökmen ağabeyim tarafından 1995 yılında bastırılan günlük duvar takviminin bir sayfasında eşi Muhlis Bey ve ilk iki çocuğu ile birlikte bir fotoğrafına rastladık. Resmin altına “zamanın zarafeti Sayın Muhlis Çapanoğlu ve eşleri” diye yazılmış (Mustafa Çapanoğlu arşivi). Süleyman ağabeyime bu resmi nereden bulduğunu sorduğumda ismini hatırlayamadığı şık giyimli bir hanımefendi tarafından getirildiğini, kopyasını aldıktan sonra iade ettiğini söylemişti. Saadet Hanım da anne tarafından Çapanoğludur. Çapanoğlu Muhlis Bey ile kaç yaşında evlendirildiği hakkında bir bilgimiz yoksa da yaşının çok küçük olduğu biliniyor. Eşine büyük bir sevgi ve saygı ile bağlı olan Saadet Hanımın Muhlis Bey avdan döndüğünde evde erkek ve kadın hizmetliler olduğu halde av köpeğinin ayaklarını dahi kendisinin silip içeriye aldığı anlatılırdı. Dördüncü çocuğu Muammer Bey’i (benim babam) 26 yaşında iken doğurur. Çapanoğlu olayları sırasında eşi Muhlis Bey, kayınpederi Mahmut bey ve dayıları Edip, Celal, Halit, Salih beyler ve diğer akrabaları ile köhne (Sorgun) taraflarına gidince hizmetliler ve çocukları ile konakta yalnız kalır. Saadet Hanım, yaşadıklarını Beybabası Haşmet Bey’e anlatırken onları dinleyen kız kardeşi Leyla Terken Cerit (anneannem) yıllar sonra Saadet Hanımın ağzından bize şöyle nakletmişti; “Muhlis Bey, büyük bir yorgunluk ve telaş içinde eve geldi. Dayıları Edip ve Celal Beyler ve bazı akrabalarla birlikte Yozgat’ı terk etme kararı vermişler. Muhlis bey lazım gelen şeyleri hazırlattı. Akşam hava kararınca dayıları ile buluşmak üzere evden ayrıldı. Bana da hazır olunca çocuklarla birlikte size gelmemi söyledi. O gece hiç uyumadım size mi gelsem yoksa çocuklarla evde mi kalsam diye sabaha kadar düşündüm. Çocuklarla size gelsem evi kime bırakayım, evdeki azaplar ne olacak. Sabahleyin onları da topladım, düşündüklerimi anlattım. “Hanımım evde kalalım bizim için bir tehlike yok, ya da siz giderseniz gidin, biz evde kalalım ” dediler. Onlar öyle söyleyince biraz ferahladım. Bütün geceyi uykusuz ve huzursuz geçirdiğimden midir nedir karnımda bir sancı başladı. Şimdi biraz daha hafifledi ama o zamandan beridir devam ediyor. Uykusuzluktan ve ağrıdan dolayı çocukları yardımcılara emanet edip yattım. Uyandığımda hava kararmak üzereydi. Dinlenmiştim ama karın ağrım devam ediyordu. O gece de yine hem ağrıdan hem de huzursuzluktan uyuyamadım. İçime doğmuş gibi sabahleyin silahlı kuvvacılar evi bastılar. Kapıyı açan hizmetçilere evde kim var diye sordular. Ben karşıladım evde kimse yok dedim. Evin hanımı sen misin diye sordular. Benim deyince hadi bakalım bizimle geliyorsun dediler. Nereye götüreceksiniz diye sordum. Konuşma üstüne bir şey al diye sertçe söylediler. Çocuklar ne olacak dedim. Onları da al dediler. Hemen çocukları hazırladım birlikte evden çıktık. Çatal kapıya varana kadar yürüyün sallanmayın diye birkaç sefer azarladılar. Korkudan sesimi çıkaramadım. Kapının önünde bir sürü silahlı atlı adam ve bir at arabası duruyordu. Ona bindirdiler. Üstümüze çadır bezi gibi bir örtü örttüler. Bizi nereye götürüyorsunuz diye tekrar sordum. Gidince görürsün diye yine azarladılar. Muzaffer’le Muammer ağlamaya başladılar. Ağlamayın diye onları sakinleştirmeye çalışsam da susturamadım. Adamlarda kızdılar, sustur şunları diye kızınca sessizce iç çekerek ağlamaya devam ettiler. Korkudan karnımın ağrısının geçtiğini fark ettim. Havanın sıcağından mı, üstümüzdeki örtünün bunaltısıyla mı yoksa korkudan mı ter içinde kaldım. Çocuklar susadılar. Adamlardan biraz su istedim, yine kızdılar. Örtünün altından başımı çıkarıp ne yöne gidiyoruz anlamaya çalıştım. Doğu yönüne gidiyorduk. Belki Sincan’a çiftliğe veya Arapseyf’e kayınvalidemin yanına götürüyorlardır diye kendimi sakinleştirmeye çalıştım. İki atlı önümüzde üç atlı da arkamızda bizimle beraber geliyordu.. Çocuklar tekrar anne su diye yalvarınca adamlardan biri elindeki kamçı ile arabaya vurup çocukları korkuttu. Sesimizi kestik gidiyoruz. Yozgat’tan çıkınca üzerimizdeki örtüyü yavaşça kaldırıp yana koydum bir şey demediler. Temiz hava iyi geldi ama bu seferde terden üşüdük. Yol boyunca Muhlise’nin hiç sesi çıkmadı hiç konuşmadı. Akşamüzeri bir köye geldik. Bizi bir eve koydular. Bir kadın hiç konuşmadan bir testi ile su getirdi bıraktı. Hepimiz kana kana içtik. Hep birlikte dışarıdaki helâya gittik. Eve girince kadın yemek ve ekmek getirdi. Çocuklar gönülsüzce yediler, ben yiyemedim canım istemedi. Sonra hep birlikte tekrar dışarıdaki helâya gittik. Yine aynı odaya geldik oturduk. Sonra çocuklar oturdukları yerde uyuyakaldılar. Önce çocuklar sonrada ben uyuyup kalmışız. Muhlise benim koltuğumun altında sessizce oturuyordu, hiç uyumamış. Sabah horoz sesine uyandım. Çocuklar uyudular. Kadın yine hiç konuşmadan çorba ekmek getirdi. Karnımız doyunca adamlar yine geldiler haydin gidiyoruz dediler. Nereye götürüyorsunuz diye sordum, yine gidince görürsün dediler. Yine hep birlikte helâya gittik. Aynı arabaya bindik. Baktım geri dönüyoruz. İşte gördüğünüz gibi getirip tekrar eve bıraktılar. Ne sorgu ne sual bizi niye götürdüler niye getirdiler bilmiyorum ama bu kadar silahlı adamdan çocuklarda bende çok korktuk.(Diğer akrabalar gibi Çoruma sürüldükleri, arkadan gelen ikinci bir talimatla yoldan geri döndürüldükleri tahmin ediliyor) Bu iki gün çektiklerimi bir Allah bilir bir ben. Bu yaşadıklarımızı ne ben nede çocuklar ömür boyu unutamayacağız. Bir taraftan kendi halimizi bir taraftan Muhlis Bey’i düşünmekten perişan oldum” diye anlatmıştı ablacığım. Dedesine ve anneannesine kavuşmasıyla sinirleri boşalan en büyük kızı Muhlise bir ağlama tutturdu. Ertesi günü ağlamaktan dilinin şiştiği gördük. Sininde yatmasın Çerkez Ethemin Yozgat’ta yaptığı zulüm, yağma ve yıkımdan sonra asıl olaylar başladı. Muhlis Bey enişte ve diğer akrabaların Uzunyayla (Kayseri Pınarbaşı) Çerkezlerine sığındıklarını söylediler. Geçen zaman içinde Saadet ablamın rahatsızlığı arttı. Beyler affedilip eve dönünce o sırada Şişli Etfal hastanesinde doktor olan akrabamız Opr. Dr. Cemil Topuzlu Bey hastalığını haber alınca hemen İstanbul’a getirin diye haber salmış. Cemil Topuzlu Bey, sarayda cerrahmış. Daha sonra da iki defa İstanbul Belediye Başkanı oldu. (İstanbul Gülhane Parkının girişinde büstü var) Padişah (II. Abdülhamit) tebdil kıyafet gezdiği bir gün tesadüf Cemil Bey’in Çifte Havuzlardaki köşkünün olduğu yere geliyor. Bahçe duvarından iyice inceliyor. Bahçenin muntazamlığı çiçeklerin güzelliği dikkatini çekiyor. Yanında bulunanlara bu köşkün sahibinin saraya getirilmesini emrediyor. Getiriyorlar, birde bakıyor ki kendi hekimi. Yıllar sonra Muammer’im yedek subaylığını yaparken bizde İstanbul’a gelmiş ve Fethiye Halamızı ziyaret için bu köşke gitmiştik hakikaten çok güzel bir köşk idi. (şimdi İpar köşkü). Saadet ablam ve annem Düriye Hanım, köşke gelince üst kattaki bir odaya misafir ediliyorlar ve yol yorgunlukları geçene kadar birkaç gün orada kalıyorlar. Sabah vakti ablam uzun saçları, güzel giyimi ve yaşından küçük gösteren genç kız tavrı ile üst kattan aşağı inerken Cemil Bey ile karşılaşıyor, çok düzgün bir Türkçe ile “sabahı şerifleriniz hayırlı olsun efendim” diyor. Beline kadar uzun saçları, güzel giyimi, güzelliği ve düzgün lisanı ile Cemil Bey’i adeta büyülüyor. Ablam O sırada 29 yaşında olmalı. Cemil Bey elinde olmayarak “ Aaaa! Pek de güzel bir genç kızmışsın, Sen İstanbul’da mı büyüdün,” deyince, annem Düriye Hanım “genç kız değil beyefendi en küçüğü 3 yaşında dört çocuğu var” diyor. Cemil bey bunu duyunca biraz kızgın bir sesle “Bu yaşta dört çocuk olur mu efendim ” diyor. Birkaç gün sonra Şişli Etfal hastanesine iki yataklı güzel bir odaya annemle birlikte yatırıyor. Saadet ablamın o günlerde rahatsızlığının derecesini gösteren acı bir olay var, onu anlatayım. Bir gün yattığı yerden anneme “şu karşıda ki hanım ne kadar güzel bir hanım” diyor. Annem onun baktığı yöne bakıyor, karşıda büyük bir ayna var ve ablam aynada kendini görüyor başkası sanıyor, aynadaki güzelliğini hayran hayran seyrediyor. Ablam o kadar güzeldi ki hamama gittiğimizde herkes hayran hayran ona bakardı. Bir gün çarşafı ile yolda giderken kardeşi Şeref ağabeyim yürüyüşüne, endamına hayran oluyor ve bakayım nerede oturuyor diye uzaktan takip etmeye başlıyor. Birde bakıyor ki kendi evlerine gidiyor. Çok seviniyor anneme sorayım bu kız kimin kızı eğer bekârsa bana istesinler diye aklından geçiriyor. Evde ablam çarşafını çıkarınca birde bakıyor ki kardeşi Saadet. Etfal Hastanesinde bir süre tedavi gördükten sonra Yozgat’a döndüler. Çapanoğlu olayları sırasında yaşadığı bu üzüntü ve sıkıntılar nedeniylemi yoksa güzelliğinden dolayı nazara mı geldi bilmiyorum sağlığı bozulan ablacığım sebebi teşhis edilemeyen bu karın ağrıları sonucu olaylardan takriben bir buçuk yıl sonra (1922) 31 yaşında iken vefat etti. Çapanoğlu Büyük Camiinin haziresine defnedildi. Geride en küçüğü 5 yaşında baban Muammer ve ondan daha büyük üç kız evladı öksüz kaldı. Muhlis Bey eniştem, hem çok sevdiği ve saydığı ablamı genç yaşta kaybetmenin acısı hem de çocuklarını üvey anne eline bırakmamak düşüncesi ile 16 sene evlenmedi. Çocuklarını, nur içinde yatsın babaanneleri Fitnat Hanım(Edip, Celal, Halit ve Salih Beylerin ablası) büyüttü. Ne zaman en küçük evladı Muammer 21 yaşına geldi o zaman ikinci evliliğini Esma Hanımla yaptı. Allah gani gani rahmet etsin bambaşka bir insandı Muhlis Bey eniştem. (Esma Hanımla devam edeceğiz)
11.04.2013
ÇAPANOĞLU MUHLİS BEY 1.EŞİ SAADET HANIM
(Geçen yazının devamı)
Kabri Yozgat Köseyusuflu Camii haziresinde olan Haşmet Bey’in (Terken) kızıdır. Doğum tarihi 1891 olup dikkat çekici bir güzelliğe sahip olduğu söylenirdi. Ailede hiç resmi yoktur. Büyük bir şans eseri sevgili Süleyman Sökmen ağabeyim tarafından 1995 yılında bastırılan günlük duvar takviminin bir sayfasında eşi Muhlis Bey ve ilk iki çocuğu ile birlikte bir fotoğrafına rastladık. Resmin altına “zamanın zarafeti Sayın Muhlis Çapanoğlu ve eşleri” diye yazılmış (Mustafa Çapanoğlu arşivi). Süleyman ağabeyime bu resmi nereden bulduğunu sorduğumda ismini hatırlayamadığı şık giyimli bir hanımefendi tarafından getirildiğini, kopyasını aldıktan sonra iade ettiğini söylemişti. Saadet Hanım da anne tarafından Çapanoğludur. Çapanoğlu Muhlis Bey ile kaç yaşında evlendirildiği hakkında bir bilgimiz yoksa da yaşının çok küçük olduğu biliniyor. Eşine büyük bir sevgi ve saygı ile bağlı olan Saadet Hanımın Muhlis Bey avdan döndüğünde evde erkek ve kadın hizmetliler olduğu halde av köpeğinin ayaklarını dahi kendisinin silip içeriye aldığı anlatılırdı. Dördüncü çocuğu Muammer Bey’i (benim babam) 26 yaşında iken doğurur. Çapanoğlu olayları sırasında eşi Muhlis Bey, kayınpederi Mahmut bey ve dayıları Edip, Celal, Halit, Salih beyler ve diğer akrabaları ile köhne (Sorgun) taraflarına gidince hizmetliler ve çocukları ile konakta yalnız kalır. Saadet Hanım, yaşadıklarını Beybabası Haşmet Bey’e anlatırken onları dinleyen kız kardeşi Leyla Terken Cerit (anneannem) yıllar sonra Saadet Hanımın ağzından bize şöyle nakletmişti; “Muhlis Bey, büyük bir yorgunluk ve telaş içinde eve geldi. Dayıları Edip ve Celal Beyler ve bazı akrabalarla birlikte Yozgat’ı terk etme kararı vermişler. Muhlis bey lazım gelen şeyleri hazırlattı. Akşam hava kararınca dayıları ile buluşmak üzere evden ayrıldı. Bana da hazır olunca çocuklarla birlikte size gelmemi söyledi. O gece hiç uyumadım size mi gelsem yoksa çocuklarla evde mi kalsam diye sabaha kadar düşündüm. Çocuklarla size gelsem evi kime bırakayım, evdeki azaplar ne olacak. Sabahleyin onları da topladım, düşündüklerimi anlattım. “Hanımım evde kalalım bizim için bir tehlike yok, ya da siz giderseniz gidin, biz evde kalalım ” dediler. Onlar öyle söyleyince biraz ferahladım. Bütün geceyi uykusuz ve huzursuz geçirdiğimden midir nedir karnımda bir sancı başladı. Şimdi biraz daha hafifledi ama o zamandan beridir devam ediyor. Uykusuzluktan ve ağrıdan dolayı çocukları yardımcılara emanet edip yattım. Uyandığımda hava kararmak üzereydi. Dinlenmiştim ama karın ağrım devam ediyordu. O gece de yine hem ağrıdan hem de huzursuzluktan uyuyamadım. İçime doğmuş gibi sabahleyin silahlı kuvvacılar evi bastılar. Kapıyı açan hizmetçilere evde kim var diye sordular. Ben karşıladım evde kimse yok dedim. Evin hanımı sen misin diye sordular. Benim deyince hadi bakalım bizimle geliyorsun dediler. Nereye götüreceksiniz diye sordum. Konuşma üstüne bir şey al diye sertçe söylediler. Çocuklar ne olacak dedim. Onları da al dediler. Hemen çocukları hazırladım birlikte evden çıktık. Çatal kapıya varana kadar yürüyün sallanmayın diye birkaç sefer azarladılar. Korkudan sesimi çıkaramadım. Kapının önünde bir sürü silahlı atlı adam ve bir at arabası duruyordu. Ona bindirdiler. Üstümüze çadır bezi gibi bir örtü örttüler. Bizi nereye götürüyorsunuz diye tekrar sordum. Gidince görürsün diye yine azarladılar. Muzaffer’le Muammer ağlamaya başladılar. Ağlamayın diye onları sakinleştirmeye çalışsam da susturamadım. Adamlarda kızdılar, sustur şunları diye kızınca sessizce iç çekerek ağlamaya devam ettiler. Korkudan karnımın ağrısının geçtiğini fark ettim. Havanın sıcağından mı, üstümüzdeki örtünün bunaltısıyla mı yoksa korkudan mı ter içinde kaldım. Çocuklar susadılar. Adamlardan biraz su istedim, yine kızdılar. Örtünün altından başımı çıkarıp ne yöne gidiyoruz anlamaya çalıştım. Doğu yönüne gidiyorduk. Belki Sincan’a çiftliğe veya Arapseyf’e kayınvalidemin yanına götürüyorlardır diye kendimi sakinleştirmeye çalıştım. İki atlı önümüzde üç atlı da arkamızda bizimle beraber geliyordu.. Çocuklar tekrar anne su diye yalvarınca adamlardan biri elindeki kamçı ile arabaya vurup çocukları korkuttu. Sesimizi kestik gidiyoruz. Yozgat’tan çıkınca üzerimizdeki örtüyü yavaşça kaldırıp yana koydum bir şey demediler. Temiz hava iyi geldi ama bu seferde terden üşüdük. Yol boyunca Muhlise’nin hiç sesi çıkmadı hiç konuşmadı. Akşamüzeri bir köye geldik. Bizi bir eve koydular. Bir kadın hiç konuşmadan bir testi ile su getirdi bıraktı. Hepimiz kana kana içtik. Hep birlikte dışarıdaki helâya gittik. Eve girince kadın yemek ve ekmek getirdi. Çocuklar gönülsüzce yediler, ben yiyemedim canım istemedi. Sonra hep birlikte tekrar dışarıdaki helâya gittik. Yine aynı odaya geldik oturduk. Sonra çocuklar oturdukları yerde uyuyakaldılar. Önce çocuklar sonrada ben uyuyup kalmışız. Muhlise benim koltuğumun altında sessizce oturuyordu, hiç uyumamış. Sabah horoz sesine uyandım. Çocuklar uyudular. Kadın yine hiç konuşmadan çorba ekmek getirdi. Karnımız doyunca adamlar yine geldiler haydin gidiyoruz dediler. Nereye götürüyorsunuz diye sordum, yine gidince görürsün dediler. Yine hep birlikte helâya gittik. Aynı arabaya bindik. Baktım geri dönüyoruz. İşte gördüğünüz gibi getirip tekrar eve bıraktılar. Ne sorgu ne sual bizi niye götürdüler niye getirdiler bilmiyorum ama bu kadar silahlı adamdan çocuklarda bende çok korktuk.(Diğer akrabalar gibi Çoruma sürüldükleri, arkadan gelen ikinci bir talimatla yoldan geri döndürüldükleri tahmin ediliyor) Bu iki gün çektiklerimi bir Allah bilir bir ben. Bu yaşadıklarımızı ne ben nede çocuklar ömür boyu unutamayacağız. Bir taraftan kendi halimizi bir taraftan Muhlis Bey’i düşünmekten perişan oldum” diye anlatmıştı ablacığım. Dedesine ve anneannesine kavuşmasıyla sinirleri boşalan en büyük kızı Muhlise bir ağlama tutturdu. Ertesi günü ağlamaktan dilinin şiştiği gördük. Sininde yatmasın Çerkez Ethemin Yozgat’ta yaptığı zulüm, yağma ve yıkımdan sonra asıl olaylar başladı. Muhlis Bey enişte ve diğer akrabaların Uzunyayla (Kayseri Pınarbaşı) Çerkezlerine sığındıklarını söylediler. Geçen zaman içinde Saadet ablamın rahatsızlığı arttı. Beyler affedilip eve dönünce o sırada Şişli Etfal hastanesinde doktor olan akrabamız Opr. Dr. Cemil Topuzlu Bey hastalığını haber alınca hemen İstanbul’a getirin diye haber salmış. Cemil Topuzlu Bey, sarayda cerrahmış. Daha sonra da iki defa İstanbul Belediye Başkanı oldu. (İstanbul Gülhane Parkının girişinde büstü var) Padişah (II. Abdülhamit) tebdil kıyafet gezdiği bir gün tesadüf Cemil Bey’in Çifte Havuzlardaki köşkünün olduğu yere geliyor. Bahçe duvarından iyice inceliyor. Bahçenin muntazamlığı çiçeklerin güzelliği dikkatini çekiyor. Yanında bulunanlara bu köşkün sahibinin saraya getirilmesini emrediyor. Getiriyorlar, birde bakıyor ki kendi hekimi. Yıllar sonra Muammer’im yedek subaylığını yaparken bizde İstanbul’a gelmiş ve Fethiye Halamızı ziyaret için bu köşke gitmiştik hakikaten çok güzel bir köşk idi. (şimdi İpar köşkü). Saadet ablam ve annem Düriye Hanım, köşke gelince üst kattaki bir odaya misafir ediliyorlar ve yol yorgunlukları geçene kadar birkaç gün orada kalıyorlar. Sabah vakti ablam uzun saçları, güzel giyimi ve yaşından küçük gösteren genç kız tavrı ile üst kattan aşağı inerken Cemil Bey ile karşılaşıyor, çok düzgün bir Türkçe ile “sabahı şerifleriniz hayırlı olsun efendim” diyor. Beline kadar uzun saçları, güzel giyimi, güzelliği ve düzgün lisanı ile Cemil Bey’i adeta büyülüyor. Ablam O sırada 29 yaşında olmalı. Cemil Bey elinde olmayarak “ Aaaa! Pek de güzel bir genç kızmışsın, Sen İstanbul’da mı büyüdün,” deyince, annem Düriye Hanım “genç kız değil beyefendi en küçüğü 3 yaşında dört çocuğu var” diyor. Cemil bey bunu duyunca biraz kızgın bir sesle “Bu yaşta dört çocuk olur mu efendim ” diyor. Birkaç gün sonra Şişli Etfal hastanesine iki yataklı güzel bir odaya annemle birlikte yatırıyor. Saadet ablamın o günlerde rahatsızlığının derecesini gösteren acı bir olay var, onu anlatayım. Bir gün yattığı yerden anneme “şu karşıda ki hanım ne kadar güzel bir hanım” diyor. Annem onun baktığı yöne bakıyor, karşıda büyük bir ayna var ve ablam aynada kendini görüyor başkası sanıyor, aynadaki güzelliğini hayran hayran seyrediyor. Ablam o kadar güzeldi ki hamama gittiğimizde herkes hayran hayran ona bakardı. Bir gün çarşafı ile yolda giderken kardeşi Şeref ağabeyim yürüyüşüne, endamına hayran oluyor ve bakayım nerede oturuyor diye uzaktan takip etmeye başlıyor. Birde bakıyor ki kendi evlerine gidiyor. Çok seviniyor anneme sorayım bu kız kimin kızı eğer bekârsa bana istesinler diye aklından geçiriyor. Evde ablam çarşafını çıkarınca birde bakıyor ki kardeşi Saadet. Etfal Hastanesinde bir süre tedavi gördükten sonra Yozgat’a döndüler. Çapanoğlu olayları sırasında yaşadığı bu üzüntü ve sıkıntılar nedeniylemi yoksa güzelliğinden dolayı nazara mı geldi bilmiyorum sağlığı bozulan ablacığım sebebi teşhis edilemeyen bu karın ağrıları sonucu olaylardan takriben bir buçuk yıl sonra (1922) 31 yaşında iken vefat etti. Çapanoğlu Büyük Camiinin haziresine defnedildi. Geride en küçüğü 5 yaşında baban Muammer ve ondan daha büyük üç kız evladı öksüz kaldı. Muhlis Bey eniştem, hem çok sevdiği ve saydığı ablamı genç yaşta kaybetmenin acısı hem de çocuklarını üvey anne eline bırakmamak düşüncesi ile 16 sene evlenmedi. Çocuklarını, nur içinde yatsın babaanneleri Fitnat Hanım(Edip, Celal, Halit ve Salih Beylerin ablası) büyüttü. Ne zaman en küçük evladı Muammer 21 yaşına geldi o zaman ikinci evliliğini Esma Hanımla yaptı. Allah gani gani rahmet etsin bambaşka bir insandı Muhlis Bey eniştem. (Esma Hanımla devam edeceğiz)
11.04.2013
11.04.2013
OKUR YORUMLARI
Yozgat'ta Günün Haberleri
YOZGAT'TA 5 GÜNLÜK HAVA DURUMU
YOZGAT İÇİN GÜNÜN NAMAZ VAKİTLERİ