Ülkemizde sık sık yaşanan sel felaketlerini yazılı ve görsel basından öğrenir ucu bize dokunmuyorsa vah vah der geçeriz. Anlatmak istediğim büyük sel, Yozgatta yaşanan ama çok büyük acılara sebep olan bir felaketmiş. Zamanını da şöyle tarif ederlerdi; Sel geldiğinde Yozgatlı mübaşir Ethem Efendinin annesi, Ethem Efendiye hamile imiş. Ethem Efendi de 1308 yılında doğmuş. Bu hesaba göre 18911892 yılları.
Konu açıldığında büyüklerimiz anlatırlardı; Yozgatın yağmuru genelde batıdan gelir. Ara sıra da olsa kuzey-doğudan dolu ile birlikte gelir ki bu da büyük bir felaketi getirir. O sene de yine kuzey-doğudan gelmiş ve canlı-cansız dememiş önüne ne geldiyse sürükleyip götürmüş Öğle vaktine kadar günlük güneşlik olan hava öğleden sonra birden kararmış. Yağmur bulutlarının kuzey yönünde toplandığını gören yaşlılar bunun hayra alamet olmadığını konuşurlarken, her biri bir avuç büyüklüğünde dolu taneleri ile karışık yağmur yağmaya başlamış. Sanki yeni bir tufan başlamaktadır Bu sırada Çatak mahallesinden aşağı doğru bir sel başlar. Halk onun telaş ve heyecanı içinde iken aniden batı yönünden bu güne kadar görülmeyen büyüklükte bir sel gelir ve Çataktan gelen sel ile birleşir. Karakâtipin konağında çalışan işçiler yemek paydosu vermiş bir şeyler almak için çarşıya çıkmışlar birisi konakta kalmış. Karakatip bağırıyormuş, Bir çekmece altınım var kim kurtarırsa yarısını ona vereceğim. Konakta kalan işçi çekmeceyi bulup pencereden gösterir. Ama birden tümüyle yerinden sökülen konak sele kapılır, hızla bir ağaca çarpıp parçalanmaya başlar. Adamcağız suya düşer, bir kere su yüzüne çıkar sonra kaybolup gider. Cesedini Yozgata 10 km. mesafedeki Sarıhacılı köyünün oralarda bulurlar.
Evler- konaklar şöyle dursun, Sırasöğüt Mahallesinde, Hastane Caddesi ile Nakıpzade Caddesinin arasındaki Topal Salihin bahçesinde bulunan Abbas Efendi kadınlar hamamını, Nakipzade Camiinin yanındaki taş köprüyü de yıkıp geçer. Fatih Camiinin batısındaki kiliseyi, izleyenlerin gözleri önünde burgu gibi oyarak söküp götürür. İnsan kaybının en çok olduğu yer de burasıdır. Önüne katıp sürüklediği camızlar yaklaşık 60 km. uzaklıktaki Sekilide karaya vurmuş. Oradan Yozgata haber salmışlar camızlarınız burada diye. Hayvanların sahipleri oraya varsalar ki çoğu boğulmuş, yarı canlı olanları da hemen oracıkta kesip halka dağıtmışlar.
Bazı cesetler ağaçların üzerinde, hayatta kalabilen bazı hanımlar da çırılçıplak ağaçlara tutunmuş bir vaziyette. Etraftan yetişenler çarşaf battaniye ne buldularsa getirip sarmışlar. Bir Hâkim karısının cesedini ağacın üstünde görünce fenalaşır buhran geçirir günlerce kendine gelemez. Değişik uzaklıklarda o kadar çok ölen olmuş ki kaybolan cenazeler günlerce aranmış. Cesetler bulundukça minareden verilen salalar günlerce sürmüş. Saray köyüne kadar yol kenarlarından toplamışlar cesetleri.
Benim akrabalarımdan babaannem Esma Çapanoğlunun yeğeni güzel insan Zehra Gülcem Artam Hanımefendi hem kimyager hem de ressam idi. 2010 yılı ocak ayında bir zamanların Yozgatını anlatan BOZKIRDA AÇAN İNCİ ÇİÇEKLERİ isimli güzel bir kitap çıkarmış akabinde 7 Eylül 2010 yılında yani sekiz ay sonra da 55 yaşında iken kanser hastalığından vefat etmişti. Bu kitapta, Büyük Seli tesadüfen hayatta kalan babaannesi Vasfiye Hanımın ağzından bakın nasıl anlatıyor.
Lohusalığının kırkıncı gününü dolduran Hikmet Hanım, adet olduğu üzere yeni doğmuş bebeği, minik Vasfiyesini ve oğlu Haletini de yanına alarak annesi ile birlikte hamama gitmek üzere hazırlanmaya başladılar. Yardımcıları Pembe, sakız gibi beyaz bohçalara İstanbullu Büyük Hanımın havlu takımlarını, peşkirlerini, lavanta kokulu çamaşırlarını yerleştirdi. Ayrı bir bohçaya gümüş hamam taslarını ve kendi eşyalarını koydu. Hikmet Hanımın gözünün nuru henüz beş yaşında idi. Evden ilk çıkan Hikmet hanımın iri kahverengi gözleri bir an Nohutlu tepesinin üzerinde toplanan yağmur bulutlarına takıldı. Havadaki kurşuni sıkıntı yüreğine geçti biran.
Aynalıkörük hamamın önünde durdu. Çifte koşulmuş atlar başlarını sağa sola sallayıp burunlarından buğulu tırslama sesleri çıkardılar.
Hikmet Hanım gülümseyerek bebeği Vasfiye yi yıkadı, öptü, sevdi. Bir yandan da Haletini, güzel oğlunu süzüyordu Ne kadar mutluyum Ya Rabbim diye düşündü.
Artık yavaş yavaş hamamdan çıkma vakti geliyordu İsterseniz Haleti de yanıma alayım dedi Pembe. Sen çık pembe annemi de al, bizde birazdan geliriz oğlumla dedi Hikmet hanım. Pembe, üşütüp hasta olmaması için ilk önce Vasfiyeyi giydirdi. Dar kabinde İstanbullu Büyükhanım da giyinip soluklandı. Buradan çıktıktan sonra akraba ziyaretine gideceklerdi. Zaman geçmek bilmedi, büyük hanımın içi sıkılmıştı. Keseci hanıma seslendi; Kızım gir bak, nerede kaldılar Söyle çıksınlar artık. Natır biraz sonra geldi. Valide hanım, Hikmet Hanım suya doyamadım diyor. Ana oğul bir kere daha liflenip geleceklermiş. Eğer çok bunaldıysanız sizler yavaş yavaş çıkıp akrabalarınıza gidebilirmişsiniz. İstanbullu Hanım La Havle çekerek başını salladı.
Hikmet Hanım son sabunu dalgalı kumral saçlarına sürüp köpürttü. Mermer kurnanın dolup taşan sularını gümüş tasa defalarca doldurup, yüzünden, omuzlarından aşağıya döktü, döktü
Güzel gözlerini açıp oğluna baktı. Halet sularla oynamayı bırakmış uzun kirpikli gözlerini kırpıştırarak hayranlıkla kendisini seyrediyordu. Birbirlerine gülümsediler. Anne hamamdan çıkmak üzere yerinden doğrulup, oğlunun elinden tuttu. İşte o anda kıyamet koptu. Daha ne olduğunu anlayamadan, kuvvetle kendilerini önüne katıp götüren bir girdaba girdiler. Taşkın sel suları, çağıl çağıl sokakları, bazı evlerin giriş katlarını doldurmuş, adeta kudurarak hamamın içerisine girmişti. Boz yeşil bir yılan gibi kıvrıldı. Ağzını açıp, yıktığı duvarların ardındaki ak pak hanımları önüne katıp çığlıklarında boğarak ilerledi. Bazıları hamamın üst katında kalmışlar, şaşkın çaresiz, ne yapacaklarını bilmeden ağlaşıyorlar, sıkıca bir yerlere tutunmaya çalışırlarken, selin onları da yutmaması için dualar ediyorlardı. Ana oğul bata çıka azgın suların delice hızına kapılmışlar, bitmeyen bir akışın içerisinde sürükleniyorlardı. İkisinin umutsuz gözyaşları sel sularına karıştı. Son yolculuklarına doğru annesi hâlâ Haletinin bileğini elinden kaçırma korkusu ile sıkıca tutuyordu.
Dakikalar, ardından saatler geçti. Önüne canlar katıp götüren sel suları biraz hızını kesti. Etraftan koşup gelenler bağırarak selzedelere yardım etmek için çabalıyor, kimileri yakınlarını ararken akıbetlerini merak edip, karşılaşabilecekleri kötü sonu düşünmek bile istemiyorlardı. Birkaç hanım çırılçıplak ağaç dallarına takılıp kalmışlar, bu sel felaketinin üzerine birde utançlar eklenmiş, tir tir titreşiyorlardı. Yardıma gelenler üzerlerinden çıkardıkları paltolarıyla, şuradan buradan buldukları örtülerle onları sarıp sarmalıyor, bulundukları yerden kurtarmaya çalışırlarken ağlaşmalar ile yakınlarını bulanların sevinç nidaları birbirlerine karışıyordu. Ana oğlun nefesleri tükendi. Hikmet Hanım son kez gökyüzünün gri bulutlarını, oğlunun suların arasından batıp çıkan güzel başını gördü. Gücü takatı kalmamış, elleri artık oğlunu tutamaz olmuştu. Salkım söğütler, iğde ağaçları onları kurtarmak için dere yatağına dallarını uzatmışlardı ama yakalayamadılar. Sürüklenirken, minicik bebeği geldi aklına, süt göğüsleri sızladı. Vasfiyesi ne yapardı şimdi? Ya kocası Emin
Nasılda severlerdi birbirlerini . Ah! Ne olurdu koşup yetişebilse onlara, Haletini sevgili karısını tutup, kuvvetli kollarıyla çekip çıkarsaydı bu girdaptan Sonra garip bir rüyaya daldı. Işıklı bir yolun başına geldi. Evi arkasında kalmıştı. Uzaklarda, çok uzaklarda beliren, altın renkli ulu çam ağaçlarına doğru yürümeye başladı. Ormanın tepesinde bir duman mı tütüyordu ne? Oğlu Halet yanına gelip elini tuttu. Sevindi Her adımlarında etraflarında gülistanlar açtı, mis kokular yayıldı havaya. Melekler sarmıştı dört bir yanlarını. Onlara gülümsüyorlardı Rüya öyle güzeldi ki ana oğul bir daha uyanmadılar.
Günler geçti Emin Beyin yüreği alev alev, acı içinde yanarken, bir taraftan da aramaları sürdürüyordu. O sabah tekrar erkenden aramaya çıktılar. Arkadaşları, hizmetinde çalışanlar, hep birlikte sel yatağını araştırıyorlardı. Önden yürüyen bir genç birden durdu. Bir şey görürü gibi olmuştu. Dizlerine kadar gelen suya aldırmadan koşarak oraya vardı. Gördüğü manzara karşısında yüzü bembeyaz olmuş bir halde ne diyeceğini bilemeden arkadan gelen Emin Bey ve arkadaşlarına döndü, baktı. Sonra ellerini önünde kavuşturup, başını yere eğdi. Göz pınarlarından yaşlar akıyordu. Sonunda onları bulmuşlardı ama ne çare Emin bey sendeleyerek birkaç adım attı, gördükleri karşısında kaskatı kesilmişti. Gölgeleri suya vuran iğde ağaçlarının eflatun kuytuluğunda, Hikmet Hanımın dalgalı, uzun saçları ince dallara takılmış, anacığından biraz ileride Halet yüzüstü elleri iki yana açık öylesine sessiz ve acıklı yatıyorlardı. Güneş menevişli ışıltıları ile genç, küçük bedenlerini okşuyor, ama onları daldıkları sonsuzluk uykularından uyandıramıyordu. Arkadaşlarının durup saygı dulu bir sessizlik içinde kalmalarının ardından, Emin Beyin acı gerçek beynine bir ok gibi saplandı. Yer sanki ayaklarının altından kayıp gidiyor, gök yarılmış başına düşüyordu. Çılgınlar gibi koşup suların içerisinde yatan sevdiklerinin üzerine kapandı. Feryadı tepelerde yankılandı, yumrukları havayı, ıslak toprağı dövdü. Hıçkırıklar içerisinde ağladı, ağladı. Sonra sustu, yarı bedeni suların içinde olduğu yere yığılıp kaldı. Sırtındaki paltosu ile eşini sarıp, sarmaladı, oğlunu ceketinin içine alıp bağrına bastı.
Yozgat Sürmelilerinden en bilinen ve en çok dinlenen şu türkü; Acaba bu felaket için mi söylendi?
Dersini almışta ediyor ezber
Sürmeli gözler sürmeyi neyler
Bu dert beni iflah etmez deleyler
Benim dert çekmeye dermanım mı var
Yozgatı sel almış soğluğu* duman
Sıtkınan severdim billahi inan
Eğer inanmaz isen
Mezarıma vardığın zaman
Ben susayım kemiklerim söylesin.
Sürmelim aman
* Soğukluk = Halkın deyimi ile Yozgat Çamlığı
Bozkırda açan inci çiçekleri; isteme adresi Hatiboğlu Basım ve Yayın Ltd. Şti. Ankara
Tel: 0312 223.48.01 hatipogluyayinevi@hotmail.com
31.08.2017
Konu açıldığında büyüklerimiz anlatırlardı; Yozgatın yağmuru genelde batıdan gelir. Ara sıra da olsa kuzey-doğudan dolu ile birlikte gelir ki bu da büyük bir felaketi getirir. O sene de yine kuzey-doğudan gelmiş ve canlı-cansız dememiş önüne ne geldiyse sürükleyip götürmüş Öğle vaktine kadar günlük güneşlik olan hava öğleden sonra birden kararmış. Yağmur bulutlarının kuzey yönünde toplandığını gören yaşlılar bunun hayra alamet olmadığını konuşurlarken, her biri bir avuç büyüklüğünde dolu taneleri ile karışık yağmur yağmaya başlamış. Sanki yeni bir tufan başlamaktadır Bu sırada Çatak mahallesinden aşağı doğru bir sel başlar. Halk onun telaş ve heyecanı içinde iken aniden batı yönünden bu güne kadar görülmeyen büyüklükte bir sel gelir ve Çataktan gelen sel ile birleşir. Karakâtipin konağında çalışan işçiler yemek paydosu vermiş bir şeyler almak için çarşıya çıkmışlar birisi konakta kalmış. Karakatip bağırıyormuş, Bir çekmece altınım var kim kurtarırsa yarısını ona vereceğim. Konakta kalan işçi çekmeceyi bulup pencereden gösterir. Ama birden tümüyle yerinden sökülen konak sele kapılır, hızla bir ağaca çarpıp parçalanmaya başlar. Adamcağız suya düşer, bir kere su yüzüne çıkar sonra kaybolup gider. Cesedini Yozgata 10 km. mesafedeki Sarıhacılı köyünün oralarda bulurlar.
Evler- konaklar şöyle dursun, Sırasöğüt Mahallesinde, Hastane Caddesi ile Nakıpzade Caddesinin arasındaki Topal Salihin bahçesinde bulunan Abbas Efendi kadınlar hamamını, Nakipzade Camiinin yanındaki taş köprüyü de yıkıp geçer. Fatih Camiinin batısındaki kiliseyi, izleyenlerin gözleri önünde burgu gibi oyarak söküp götürür. İnsan kaybının en çok olduğu yer de burasıdır. Önüne katıp sürüklediği camızlar yaklaşık 60 km. uzaklıktaki Sekilide karaya vurmuş. Oradan Yozgata haber salmışlar camızlarınız burada diye. Hayvanların sahipleri oraya varsalar ki çoğu boğulmuş, yarı canlı olanları da hemen oracıkta kesip halka dağıtmışlar.
Bazı cesetler ağaçların üzerinde, hayatta kalabilen bazı hanımlar da çırılçıplak ağaçlara tutunmuş bir vaziyette. Etraftan yetişenler çarşaf battaniye ne buldularsa getirip sarmışlar. Bir Hâkim karısının cesedini ağacın üstünde görünce fenalaşır buhran geçirir günlerce kendine gelemez. Değişik uzaklıklarda o kadar çok ölen olmuş ki kaybolan cenazeler günlerce aranmış. Cesetler bulundukça minareden verilen salalar günlerce sürmüş. Saray köyüne kadar yol kenarlarından toplamışlar cesetleri.
Benim akrabalarımdan babaannem Esma Çapanoğlunun yeğeni güzel insan Zehra Gülcem Artam Hanımefendi hem kimyager hem de ressam idi. 2010 yılı ocak ayında bir zamanların Yozgatını anlatan BOZKIRDA AÇAN İNCİ ÇİÇEKLERİ isimli güzel bir kitap çıkarmış akabinde 7 Eylül 2010 yılında yani sekiz ay sonra da 55 yaşında iken kanser hastalığından vefat etmişti. Bu kitapta, Büyük Seli tesadüfen hayatta kalan babaannesi Vasfiye Hanımın ağzından bakın nasıl anlatıyor.
Lohusalığının kırkıncı gününü dolduran Hikmet Hanım, adet olduğu üzere yeni doğmuş bebeği, minik Vasfiyesini ve oğlu Haletini de yanına alarak annesi ile birlikte hamama gitmek üzere hazırlanmaya başladılar. Yardımcıları Pembe, sakız gibi beyaz bohçalara İstanbullu Büyük Hanımın havlu takımlarını, peşkirlerini, lavanta kokulu çamaşırlarını yerleştirdi. Ayrı bir bohçaya gümüş hamam taslarını ve kendi eşyalarını koydu. Hikmet Hanımın gözünün nuru henüz beş yaşında idi. Evden ilk çıkan Hikmet hanımın iri kahverengi gözleri bir an Nohutlu tepesinin üzerinde toplanan yağmur bulutlarına takıldı. Havadaki kurşuni sıkıntı yüreğine geçti biran.
Aynalıkörük hamamın önünde durdu. Çifte koşulmuş atlar başlarını sağa sola sallayıp burunlarından buğulu tırslama sesleri çıkardılar.
Hikmet Hanım gülümseyerek bebeği Vasfiye yi yıkadı, öptü, sevdi. Bir yandan da Haletini, güzel oğlunu süzüyordu Ne kadar mutluyum Ya Rabbim diye düşündü.
Artık yavaş yavaş hamamdan çıkma vakti geliyordu İsterseniz Haleti de yanıma alayım dedi Pembe. Sen çık pembe annemi de al, bizde birazdan geliriz oğlumla dedi Hikmet hanım. Pembe, üşütüp hasta olmaması için ilk önce Vasfiyeyi giydirdi. Dar kabinde İstanbullu Büyükhanım da giyinip soluklandı. Buradan çıktıktan sonra akraba ziyaretine gideceklerdi. Zaman geçmek bilmedi, büyük hanımın içi sıkılmıştı. Keseci hanıma seslendi; Kızım gir bak, nerede kaldılar Söyle çıksınlar artık. Natır biraz sonra geldi. Valide hanım, Hikmet Hanım suya doyamadım diyor. Ana oğul bir kere daha liflenip geleceklermiş. Eğer çok bunaldıysanız sizler yavaş yavaş çıkıp akrabalarınıza gidebilirmişsiniz. İstanbullu Hanım La Havle çekerek başını salladı.
Hikmet Hanım son sabunu dalgalı kumral saçlarına sürüp köpürttü. Mermer kurnanın dolup taşan sularını gümüş tasa defalarca doldurup, yüzünden, omuzlarından aşağıya döktü, döktü
Güzel gözlerini açıp oğluna baktı. Halet sularla oynamayı bırakmış uzun kirpikli gözlerini kırpıştırarak hayranlıkla kendisini seyrediyordu. Birbirlerine gülümsediler. Anne hamamdan çıkmak üzere yerinden doğrulup, oğlunun elinden tuttu. İşte o anda kıyamet koptu. Daha ne olduğunu anlayamadan, kuvvetle kendilerini önüne katıp götüren bir girdaba girdiler. Taşkın sel suları, çağıl çağıl sokakları, bazı evlerin giriş katlarını doldurmuş, adeta kudurarak hamamın içerisine girmişti. Boz yeşil bir yılan gibi kıvrıldı. Ağzını açıp, yıktığı duvarların ardındaki ak pak hanımları önüne katıp çığlıklarında boğarak ilerledi. Bazıları hamamın üst katında kalmışlar, şaşkın çaresiz, ne yapacaklarını bilmeden ağlaşıyorlar, sıkıca bir yerlere tutunmaya çalışırlarken, selin onları da yutmaması için dualar ediyorlardı. Ana oğul bata çıka azgın suların delice hızına kapılmışlar, bitmeyen bir akışın içerisinde sürükleniyorlardı. İkisinin umutsuz gözyaşları sel sularına karıştı. Son yolculuklarına doğru annesi hâlâ Haletinin bileğini elinden kaçırma korkusu ile sıkıca tutuyordu.
Dakikalar, ardından saatler geçti. Önüne canlar katıp götüren sel suları biraz hızını kesti. Etraftan koşup gelenler bağırarak selzedelere yardım etmek için çabalıyor, kimileri yakınlarını ararken akıbetlerini merak edip, karşılaşabilecekleri kötü sonu düşünmek bile istemiyorlardı. Birkaç hanım çırılçıplak ağaç dallarına takılıp kalmışlar, bu sel felaketinin üzerine birde utançlar eklenmiş, tir tir titreşiyorlardı. Yardıma gelenler üzerlerinden çıkardıkları paltolarıyla, şuradan buradan buldukları örtülerle onları sarıp sarmalıyor, bulundukları yerden kurtarmaya çalışırlarken ağlaşmalar ile yakınlarını bulanların sevinç nidaları birbirlerine karışıyordu. Ana oğlun nefesleri tükendi. Hikmet Hanım son kez gökyüzünün gri bulutlarını, oğlunun suların arasından batıp çıkan güzel başını gördü. Gücü takatı kalmamış, elleri artık oğlunu tutamaz olmuştu. Salkım söğütler, iğde ağaçları onları kurtarmak için dere yatağına dallarını uzatmışlardı ama yakalayamadılar. Sürüklenirken, minicik bebeği geldi aklına, süt göğüsleri sızladı. Vasfiyesi ne yapardı şimdi? Ya kocası Emin
Nasılda severlerdi birbirlerini . Ah! Ne olurdu koşup yetişebilse onlara, Haletini sevgili karısını tutup, kuvvetli kollarıyla çekip çıkarsaydı bu girdaptan Sonra garip bir rüyaya daldı. Işıklı bir yolun başına geldi. Evi arkasında kalmıştı. Uzaklarda, çok uzaklarda beliren, altın renkli ulu çam ağaçlarına doğru yürümeye başladı. Ormanın tepesinde bir duman mı tütüyordu ne? Oğlu Halet yanına gelip elini tuttu. Sevindi Her adımlarında etraflarında gülistanlar açtı, mis kokular yayıldı havaya. Melekler sarmıştı dört bir yanlarını. Onlara gülümsüyorlardı Rüya öyle güzeldi ki ana oğul bir daha uyanmadılar.
Günler geçti Emin Beyin yüreği alev alev, acı içinde yanarken, bir taraftan da aramaları sürdürüyordu. O sabah tekrar erkenden aramaya çıktılar. Arkadaşları, hizmetinde çalışanlar, hep birlikte sel yatağını araştırıyorlardı. Önden yürüyen bir genç birden durdu. Bir şey görürü gibi olmuştu. Dizlerine kadar gelen suya aldırmadan koşarak oraya vardı. Gördüğü manzara karşısında yüzü bembeyaz olmuş bir halde ne diyeceğini bilemeden arkadan gelen Emin Bey ve arkadaşlarına döndü, baktı. Sonra ellerini önünde kavuşturup, başını yere eğdi. Göz pınarlarından yaşlar akıyordu. Sonunda onları bulmuşlardı ama ne çare Emin bey sendeleyerek birkaç adım attı, gördükleri karşısında kaskatı kesilmişti. Gölgeleri suya vuran iğde ağaçlarının eflatun kuytuluğunda, Hikmet Hanımın dalgalı, uzun saçları ince dallara takılmış, anacığından biraz ileride Halet yüzüstü elleri iki yana açık öylesine sessiz ve acıklı yatıyorlardı. Güneş menevişli ışıltıları ile genç, küçük bedenlerini okşuyor, ama onları daldıkları sonsuzluk uykularından uyandıramıyordu. Arkadaşlarının durup saygı dulu bir sessizlik içinde kalmalarının ardından, Emin Beyin acı gerçek beynine bir ok gibi saplandı. Yer sanki ayaklarının altından kayıp gidiyor, gök yarılmış başına düşüyordu. Çılgınlar gibi koşup suların içerisinde yatan sevdiklerinin üzerine kapandı. Feryadı tepelerde yankılandı, yumrukları havayı, ıslak toprağı dövdü. Hıçkırıklar içerisinde ağladı, ağladı. Sonra sustu, yarı bedeni suların içinde olduğu yere yığılıp kaldı. Sırtındaki paltosu ile eşini sarıp, sarmaladı, oğlunu ceketinin içine alıp bağrına bastı.
Yozgat Sürmelilerinden en bilinen ve en çok dinlenen şu türkü; Acaba bu felaket için mi söylendi?
Dersini almışta ediyor ezber
Sürmeli gözler sürmeyi neyler
Bu dert beni iflah etmez deleyler
Benim dert çekmeye dermanım mı var
Yozgatı sel almış soğluğu* duman
Sıtkınan severdim billahi inan
Eğer inanmaz isen
Mezarıma vardığın zaman
Ben susayım kemiklerim söylesin.
Sürmelim aman
* Soğukluk = Halkın deyimi ile Yozgat Çamlığı
Bozkırda açan inci çiçekleri; isteme adresi Hatiboğlu Basım ve Yayın Ltd. Şti. Ankara
Tel: 0312 223.48.01 hatipogluyayinevi@hotmail.com
31.08.2017
02.09.2017
OKUR YORUMLARI
Yozgat'ta Günün Haberleri
YOZGAT'TA 5 GÜNLÜK HAVA DURUMU
YOZGAT İÇİN GÜNÜN NAMAZ VAKİTLERİ
SUDE ÖZTÜRK
15.09.2017 11:27:00Sayın Çapanoğlu, köşenizin eski bir takipçisiyim. Yazılarınızı ilgi ile takip ediyorum. Birçok defa bende yorum göndermek istedim ama yoğunluğumdan dolayı bir türlü fırsatım olmadı. Yazılarınızı ilgi ile takip ediyorum demiştim gerçekten de hem merakla bekliyorum hem de ilgi ile okuyorum. Şimdi artık geçmişte kalan Yozgat ile ilgili hakikaten çok önemli önemli olduğu kadar da okuyucuyu heyecanlandıracak konuları yeniden gün ışığına çıkarıyorsunuz. Bazen keşke bizde o günlerde yaşasaydık dediğim yazılarınız var. Bazen de iyi ki o günlerde yaşamamışız diyorum. Büyük sel yazınızı da içim burkularak okudum. Kendimi vefat edenlerin yakınlarının yerine koydum. Ne büyük bir acı ya rabbim. Sayın Ahmet Yaşar Ocak hocamız Sırasöğüt özünün üstünün kapatılmasını doğru bulmuyor. Kapatılması doğru olmuşmudur bilemiyorum. Belki büyükçe bir alan kazanılmıştır ama allah korusun böyle bir sel baskınında kapatılan yerin altındaki kanal yeterli olabilecekmidir? Şimdi bende aynı endişeyi taşıyorum. İnşallah bir daha böyle bir acı yaşanmaz.
Yozgat ile ilgili yazılarınızı bekliyoruz efendim. Size sağlıklar diliyorum.
Anmet Dursuner
09.09.2017 11:00:00SUZAN HANIMA MESAJIMDIR: Ben de ayşe erdener gibi bu sitenin takipçisiyim.Ayşe hanıma yürekten katılıyorum.Bu gzetede sizin de o güzel yazılarınızı okumak istiyoruz.Takma isimle de olur.Yeterki geçmişte kalan yozgatı sizin de kaleminizden hayal edelim.selamlar..
Ayşe Aydener
08.09.2017 13:29:00Nerede salkım söğütlü dereleri. Sıra söğüt deresindeki söğütler,bu adı taşıyan Sırasöğüt mahallesi nerede? Nerede bahar yağmurlarına boyun büken taş köprüler,ökçeli ayakkabıların ökçesiyle ritm tutan hastahane caddesindeki taş kaldırımlar? Maalesef öldürüldüler. Onlarla beraber o memleketin geleceğinde öldü.Soruyorlar her gidene cevap veremiyor. Belkide o mezarlıkta yaşamamak için bunca göç cevabını bilemiyor.
Suzan Hanım ın yorumları gazetedeki köşe yazarlarının çoğunun yazılarından daha duygusal, daha bilgi içerikli ve daha sanatsal. Uzun zamandır yazmadığınız için bizleri beklettiniz. Gazetemizin teklifini dikkate alırsanız mutlu oluruz.
Abdulkadir Bey in kalemiyle çok örtüşen bir tarzınız var. Çapanoğlunu okumak bir ayrıcalık bizler için. Kendisine teşekkür ediyor, birikimlerini daha çok aktarmasını bekliyoruz.
AHMET YAŞAR OCAK
07.09.2017 14:44:00Abdulkadir Bey,
Bu sel hadisesini çocukken duymuş, merak etmiştim, ama kimse tafsilatlı bilgi veremiyordu. Şimdi sizden bu elîm hadisenin hikâyesini genişçe öğrendim. Ne acı, ne korkunç!
Özün üstünü kapattılar maalesef. Bu doğru değildi. Allah korusun benzer bir felaketin tekrarlanmayacağını kim temin edebilir? Yozgat konumu itibariyle böyle bir felakete her zaman çok elverişli.
Teşekkürler, selam ve saygılar
SUZAN
06.09.2017 01:33:00Geçmişte yaşanan acı bir olay anlatılmış olsa da, insanın kendi özünde, kendi topraklarının tarihinde zaman yolculuğu yapması, kendi kültürünün acılarını tatması, mekan manzaralarının seyrine dalması kadar, insan ruhunu dinlendiren bir tablo yoktur diye düşünüyorum. Kaleminiz sayesinde salkım söğütlerin gölgesinde dinlenip,lavanta kokulu elbiseler giyinip, gümüş tasın hamamda ki yankısına bürünüp, altın renkli ulu çam ağaçları altında serinleyip, konakta yaşayan hanımların asaletlerini seyredip bu yolculuktan günümüze dönünce; İnsanların yaşam şekillerinin, yaşam alanındaki ortamın nasıl yapay bir hale getirildiğini, nasıl sunnileştirldiğini, ruhsuzlaştırıldığını görmek insana ölümden daha acı geliyor. İnsan oğlu yaşadığını sanıyor oysa özünden, kültüründen, geçmişinden koptuğu an, bunları yok ettiği zaman kendi kendini yok ediyor. Şimdi nerede benim Yozgat'ımın konakları. Nerede salkım söğütlü dereleri. Sıra söğüt deresindeki söğütler,bu adı taşıyan Sırasöğüt mahallesi nerede? Nerede bahar yağmurlarına boyun büken taş köprüler,ökçeli ayakkabıların ökçesiyle ritm tutan hastahane caddesindeki taş kaldırımlar? Maalesef öldürüldüler. Onlarla beraber o memleketin geleceğinde öldü.Soruyorlar her gidene cevap veremiyor. Belkide o mezarlıkta yaşamamak için bunca göç cevabını bilemiyor.
Saygılar ve hürmetler.
GAZETEMİZİN NOTU :
Suzan hanım,maillerinizden anladığımız kadarıyla siz de geçmişin Yozgatını tanıyor ve o günleri gereğince dile getiriyorsunuz.Bu arada önemli tesbitlerde de bulunmaktasınız.Sizi de gazetemiz yazarları arasında görmek istiyoruz.İsterseniz müstear isimle de yazabilirsiniz.Böylece Abdulkadir bey gibi siz de Yozgat izlenimlerinizle kentimizin geçmişine ışık tutabilirsiniz. Selamlar
Yozgat gazetesi