Değerli okurlar, değerli eğitimci köşe komşum Sayın Muhsin Köktürk hocamın “YENİ YILA YAKLAŞIRKEN ÇOCUKLUK GÜNLERİMİZE ÖZLEM” başlıklı makalesini okunca benimde çocukluk yıllarım aklıma geldi.

Biz de, birdirbir, uzuneşek, güvercin taklası oynardık ama ille de çelik çomak. Onun tadı başkaydı. En iyi oynadığım oyundu. Neden derseniz, çocukluğumuzda oynadığımız bazı oyunlar maharet isterdi. Biz o yaşlarda tavla, satranç, kâğıt oyunları bilmezdik. Amasya da ortaokul son sınıfta ve lise birinci sınıfayken hem okul arkadaşım hem komşum rahmetli Ertuğrul Arslan iyi bilye oynardı. Amasya da cam bilyeye “kındak” derdik. Sıra ile dizili kındaklara elimizin sırtını yere yumruk yapar gibi koyup başparmağımızın önüne koyduğumuz kındağı mermi gibi atarak öbür kındakları vurmaya çalışırdık. Ertuğrul çok uzak mesafeden attığını vururdu. Bilhassa kışın soğuk ve ıslak topraklara elimizi koymaktan elimizin üstündeki parmak kemikleri yara olurdu ama kimin umurunda. Devamlı canımızı acıtan yaralar, çatlaklar olurdu ve biz bu açık yaraları toprağa koyardık ama hiç mikrop kapmazdı. Böyle birçok oyunlarımız vardı ama çelik çomak da benim oyunumdu yani.

Cennetmekân babamın memuriyeti dolayısıyla Anadolu da çok gezdik. Okul sonrası hava kararana kadar günümüz sokaklarda geçerdi. Hazır oyuncaklar hem çok pahalıydı hem de biz görmezdik. Tesadüfen gazetelerde mecmualarda resimlerini görürdük. Bu yüzden oyuncaklarımızı kendimiz yapar kendimiz yaratırdık.

Yukarda arz ettiğim gibi değişik şehirlerde ikamet ederken oyunlarımızdan birisi çelik çomak oyunuydu. Cep telefonu ya da tablet bebeleri bu muhteşem oyunu bilemezler, hele tadını hayal bile edemezler. Çelik çomak oyunu dolaştığımız şehirlerin çoğunda birbirine benzerdi. Sadece Niğde de değişik bir çelik çomak oynardık. Bugün düşündüğümde aslında tehlikeli bir oyunmuş. Allah muhafaza kafamız yarılabilir, gözümüz kör olabilirdi ama ne kafamız yarıldı ne gözümüz kör oldu ne de böyle bir şikâyet duyduk ama bazen cam kırdığımız olmuştur.

Çelik çomak, en az iki kişi ile oynanırdı ama değişik sayıda iki takım halinde de oynanabilirdi. Gözümün gördüğünce aklımın yettiğince tarif etmeye çalışayım ki bebeler betonarme yığınları arasında oynayıp evlerin camlarını aşağı indirsinler, arabaların boyalarına zarar versinler de alışveriş canlansın.

İki kişi oynayınca problem değil, arkadaşlığa sığınarak biri kalede olur öyle başlarlar. Ama iki takım olunca o şehirde seçme seçilme hangi tekerleme ile yapılıyorsa ona göre gruplardan biri kaleyi kazanır. Yere şöyle 10-15 santim kadar uzunlukta başparmağımız kalınlığında fazla derince olmayan bir çukur kazılır. Bazı yerlerde buna bildiğimiz çukur bazı yerlerde ülük diyorlar. Zemin müsait değilse iki uygun taşı ya da tuğla, kiremit parçası gibi iki materyal, yan yana biraz aralık vererek konur. Kalede olan kişi ya da takımın bir oyuncusu bu çukurun üzerine takriben 20 santim boyunda şöyle başparmağımız kalınlığında düzgün bir ağaç parçası koyar, buna “çelik” denir. Bundan birazcık daha kalın takriben bir kol boyundan birazcık uzun bir değneği ki buna da “çomak” denir, bu çeliğin altına sokarak mümkün olduğunca uzağa atmaya çalışır. Burada şunu belirtmekte yarar var. Çukurdan atılan çelik daha uzun mesafeye gider, çünkü çukura sokulan çomağın ucu toprağa battığı için oyuncunun kolları yay gibi gerilir.

Karşı takımın oyuncuları çeliği koyduğumuz çukurun 20 adım uzağında bekleyerek atılan çeliği yakalamaya çalışırlarBazı şehirlerde oyuncuların hepsinin elinde değnek (çomak) oluyor. Havada uçup gelen çeliği ya yakalamaya ya da ellerindeki değneklerle vurmaya çalışıyorlar. Yakalayamazlarsa, çeliği düştüğü yerden alıp çomağa doğru atmaları ve vurmalar ı gerekir. Çelik değneğe değerse veya bir değnek boyundan az mesafede kalırsa çelik çelen kişi oyundaki yerini kaybeder. Ya da çeliğin düştüğü yer, karşı takımın üç uzun atlamada aşabileceği mesafedeyse ebe kaybeder. İsabet ettiremezlerse ya da üç atlayışta çukura ulaşamazlarsa kaledeki ebe çeliğin düştüğü yere geliyor elindeki ucu sivrilmiş değneğini (çomak) çeliğin üstüne koyup kendine doğru çekip yuvarlarken değneği çeliğin altına sokup havalandırarak ki buna da “çelme” diyoruz, bütün gücü ile vurup çeliği olabildiğince uzağa atıyor. Bazı yerlerde de çeliğin iki ucu sivriltiliyor yukardaki çelme işi yerine çomakla çeliğin sivri ucuna vurularak çelik havalandırılıyor ve havadayken ikinci vuruş yapılıyor.

Çeliği, karşı takım oyuncuları yakalayamasınlar diye değişik yönlere göndermeye çalışırdık. O’da bazen bir çukura bazen meyilli bir yere düşerdi işte o zaman ben, çelme maharetimi gösterirdim. Valla kendimi övmeyeyim bilardo seyreder gibi seyrederdiniz.

Bu çelip vurma işlemi yeni düştüğü yerden tekrar edilerek üç kere yapılıyor. Bu üç vuruşta da karşı takım hâlâ çeliği yakalayamamış ise ebe, son düştüğü yerden kaleye kadar olan mesafeyi adımlarını sayarak geliyor. Sayarken de bir katakulli yapmasın, sayıları yutmasın diye her adımında değneğe ses çıkartacak kadar vurarak sayıyor. Ne akıl ama. Kaleye geldiğinde bu sefer çeliği eline alıyor değneği birazcık havalandırarak ayağımızda top sektirdiğimiz gibi değneği yere düşene kadar çeliğin üzerinde zıplatarak adım sayısının üzerine ekleyerek sayıyor. Oyun takım halindeyse her oyuncu sıra ile yukarda tarif ettiğim oyunu oynuyor, ta ki karşı takım çeliği yakalayana kadar. Oyuna başlarken belirlenen sayıya ulaşan taraf oyunu kazanıyor.

Şimdi gelelim Niğde’ye. Hani rahmetli Namdar Rahmi Karatay’ın yazdığı şiirdeki “Geçti Bor’un pazarı sür eşeğini Niğde’ye” dediği Niğde. Aman ha! Bazı cühelanın uydurduğu gibi geçti Bolu’nun pazarı değil “geçti Bor’un pazarı ”Niğde’nin ilçesi olan Bor. . .Damdan dama atlayarak çarşıya kadar gittiğimiz, benim 13 tane kuduz iğnesi yediğim. Lise ve ortaokulun birlikte okunduğu taş mektebinde müzik hocasının ağlattığı, daha ortaokul ikinci sınıf talebesi iken matematik hocası Mustafa Bey’in okul kantinini teslim ettiği çocuklumuzun güzel Niğde’si.

Sene 1958-1959, iki yıl Niğde’de bulunduk. Ortaokul birinci ve ikinci sınıfları orada okudum. Oturduğumuz ev Dışarı caminin hemen yakınındaydı. Oyun alanımız ya evimizin önünden geçen ve eski vali konağı caddesine bağlanan sokak ya da Fertek köyüne giden toprak anayol üzeriydi. Çelik çomak oyunumuzu bu yol üzerinde oynardık. O’ yıllarda saatlerce vasıta geçmezdi. Günde birkaç defa Fertek’e giden bir küçük otobüs geçerdi. Birde Bor’a giden otobüsün bir tekerlemesi vardı. “Tek makas, tek lastik, radyolu konforlu hade acele Bor’a, Bor’a.”

Sokağımızın köşesindeki evin duvarı önüne göz kararı bir metre çapında bir daire çizerdik. Burası kale olurdu ebe bu dairenin içinden vururdu çeliğe. Çelik ve çomak yapmak için önce hurdaya çıkmış bir iskemle bulmak gerekirdi hani şu yazlık sinemalarda kullanılan iskemlelerden. Bunun bir bacağı çomak olurdu. Öbür bacağından da 8-10 santim uzunluğunda bir parça keserdik oda çeliğimiz olurdu. Dikkat buyurun, ağaç dalı değil sandalye bacağı yani neredeyse odun kalınlığında.

Daire içindeki ebe, çeliği havaya doğru atar çomakla olanca gücüyle vurarak onu mümkün olabildiğince uzağa göndermeye çalışırdı. Bu kalın ve kısa çelik vınlama sesi çıkararak takla ata ata mermi gibi giderdi. Biz daha fazla ses çıkarsın diye kenarına çentikler açardık.

Karşı takımın oyuncuları da ceketlerini sırt kısmı yukarda kalacak şekilde kollarına geçirir, atılan çeliği yakalamak için beklerlerdi. Çünkü bu çelik elle yakalanmazdı ancak böyle ceket tutarak yakalanabilirdi. Yakalayamazlarsa, düştüğü yerden atıp dairenin içine sokmaya çalışırlardı. O’da olmadıysa ebe, ilk düştüğü yerden başlayarak aynı şekilde yeni düştüğü yerlerden iki kere daha atar onlarda yakalamaya çalışır yakalayamazlarsa kaleye kadar adımlayarak sayılırdı. Yukarda yazmıştım ya kafamız yarılmadı diye sanırım şimdi bana hak vermişsinizdir. Bu çelik çomak oyununda diğer şehirlerde yaptığımız maharete dayanan çelme işi yoktu ama havaya atılan çeliği iyi nişanlamak ve iyi vurmak gerekliydi. Amerikalıların beysbol oyunu gibi bizde büyük zevk alarak oynardık. Bu gün torunlarım oynamaya kalksa en kötü ihtimalle kafaları yarılabilir endişesiyle asla müsaade etmem.

Sonra ne olurdu biliyor musunuz? Sabah okula gitmek için ceketimizi arardık yok. Sokağa çıkardık ki ceket ana cadde üzerindeki duvarın üzerinde koyduğumuz yerde duruyor tabi buz gibi olmuş. Neden? Çünkü yorgunluktan canımız çıkana kadar koşturur terlerdik. Oyun bitince ceketlerimizi duvarın üstüne koyar bizde dibine oturur sırtımızı duvara dayar soluklanırdık da ondan tabi. Aklımız da bir karış havada olduğundan onları duvarın üstünde unutup evimize girerdik. Çocuklumuz çok güzeldi okullar hariç.

14.12.2019
OKUR YORUMLARI
Muhsin Köktürk
18.12.2019 17:37:00

Yazınızı okurken içim ısındı. Nerede o günler?..

Yozgat'ta Günün Haberleri
YOZGAT'TA 5 GÜNLÜK HAVA DURUMU
hava durumu
YOZGAT İÇİN GÜNÜN NAMAZ VAKİTLERİ