Sene 1957. Bundan tam altmış yedi yıl mukaddem cennetmekân babamın memuriyeti dolayısıyla Afyon'un ilçesi Dinar'dayız. 12 yaşındayım. Müezzinler, bugünkü gibi ses büyütenlerini oturdukları yerden sonuna kadar açarak ses çalarlara koydukları konserve edilmiş ezanları yakındaki camilerin hepsinden aynı anda yayınlamıyorlardı. Günde beş kere bilmem kaç basamak merdiven çıkarak görevli oldukları caminin minaresinin şerefesine çıkıp bir ellerini kulaklarına atıp nefeslerinin yettiği güç ile ezanı Bilalı Habeşi gibi kendi seslerinden okuyorlardı. Yaşlı hanımlar, cuma bahanesiyle akıllı telefonlardan birbirlerini arayıp "cumanız mübarek olsun" ile başlayan geçmiş haftanın sohbetini hatta gıybetini yapmıyorlar bahçe duvarından "cumanız mübarek olsun komşum" kutlaması yapıyorlardı. Esnaf cumadan sonra bir dükkânda toplanıp namazda göremediklerine "muhteremi namazda göremedik başka bir camide miydi acaba" iğnelemesi yapmıyor sağlığını merak ederek haber almaya çalışıyorlardı.
Yeniyol ilkokulunun beşinci sınıfındaydım. Kardeşim Haluk benden bir yaş küçük olduğu için bir sınıf geride. Ilıca yakınındaki Kızılay apartmanının üçüncü ve son katında oturuyoruz. Oturduğumuz daire ile altındaki dairenin binanın iki yanını çeviren takriben 1 metre genişliğinde balkonu var ama balkon demirleri yok. Bu binaya iskân raporunu kim nasıl ne cesaretle vermiş aklıma geldikçe hem ürperir hem de şaşarım. Babama ve anneme de kızarım. İki küçük çocukla böyle bir binada oturmaya nasıl cesaret ettiniz diye. Örneğin, son baharda aldığımız kışlık odunları atıl kalan bir gaz tenekesine aşağıdan kardeşim doldurmuş ben de yukardan çekerek balkona istiflemiştik. Teneke ağır gelebilir başım dönebilir 3. kattan başım üstüne toprağa çakılabilirdim. Şansımız varmış bu günlere gelebilmişiz.
Bisikletimle dolaşırken şehir merkezindeki Ulu Camiden çıkan kalabalık hoşuma gidince gelecek cuma günü bende cuma namazına katılayım istedim. Öğlene doğru kardeşimle abdest alarak namazdan önce vaaz dinlemek isteği ile caminin balkon şeklindeki kadınlar mahfilinin en önünde yerimizi aldık. Niyetimiz vaaz dinlerken cami cemaatinin namaz kıldığı Harem'i ve cemaati yukardan seyretmekti.
Namaz vakti gelene kadar cumayı camide kılmak isteyen hanımlarda yavaş yavaş kadınlar mahfilini doldurmaya başladılar. Vaaz bitti, namaza ucu ucuna yetişen birkaç hanım, kardeşimle bana "çocuklar siz arkaya geçin bakayım" diye sanki emir verircesine sert bir şekilde hitap edince biz de süklüm püklüm arka tarafta duvar yanına iliştik. Namaz süresince kadınların popolarından başka bir yeri göremedik. Camiden çıkınca "ben bir daha gelmem" dedim, kadınların bizi hakir görmelerini içime sindiremedim…
Eve gelince annem sordu "nasıl gitti namaz?" İyiydi, vaaz dinledik dedim. "Hoca ne anlattı dedi." Aklımda kalmadı dedim.
Gitmem demiştim ama ikinci cuma yine heveslendim. Kardeşime gidelim mi diye sordum, gidelim cevabını alınca abdest alıp yeniden camiye gittik. Kadınların korkusundan balkona çıkmadık, ön sıralarda duvar kenarına oturup vaazı dinlemeye başladık. Cemaat gelmeye cami de dolmaya başladı. Kalabalık olupta hoca efendi "safları sıklaştıralım" deyince bu seferde bir amcanın "çocuklar siz arkaya geçin bakayım" tehdidi ile oradan da kovulduk. Anladık ki çocukların camide işi yok, yanlış yerdeyiz. PTT.nin caminin çok büyük avlusuna istiflediği siyah zift kaplı ahşap telgraf direkleri bilinmeyen bir nedenle tutuşup büyük bir yangına sebep olunca cami de bir süre kapalı kaldı ve bir daha cumaya gitmedik. Bugün çocukları camilere çekmeye okullarda din eğitimine daha fazla ders saati ayırmaya önem veriyorlar ama biliyoruz ki amaç din eğitimi değil. Neyse, bu konuyu fazla uzatmiim tehlikeli bir konu.
Bayram namazlarına da babamıza itiraz edemeyeceğimiz için metazori gittik. Babamızın vefatından sonra da o üzülmesin diye gittik. Üniversite yıllarımızda evimiz Laleli camiine çok yakındı sabah uykusuna doyamadığımız için vaazları kaçırdık. seccade halılarımızla cami avlusunda kıldık bayram namazlarımızı.
Babam 1956 yılına kadar Yozgat'taki Çapanoğlu Büyük Camiinin mütevellisiydi. Ben çok küçüktüm bir bayram namazında sanırım dedem Muhlis Bey de vardı beni pencere boşluğuna oturtarak kilitli ve kırk kat bohçaya sarılı cam tüp içindeki sakalı şerifi açıp havaya kaldırarak cemaati bu sakal ile kutsamak istedi ama cemaat öpmek ya da dokunmak için saldırınca izdiham oldu. O gün çok korkmuştum. 1964 yılında daha 47 yaşındayken kaybettik babamızı.
Hamiş: Çapanoğlu beyleri her yıl padişahlar tarafından Kâbe'ye gönderilen altn sırmalı Kâbe örtüsü ile padişahların hediyelerini götüren Sürre alaylarına komutanlık yaptıklarından sakalı şerifin gerçek olduğuna inanılırsa da siz inanmayın. "Ya rabbim benim eşyalarımı tapınak vasıtası yapma" diye yalvaram Muhammet peygamber kesilen sakalını saklayın diye kimseye vermiş olabilir mi? Dolayısıyla onun hırkası bilmem nesi denilen şeylerde onun değil (Topkapı müzesi eski müdürü ve İlmiye Çığ Hanımefendinin eşi rahmetli Kemal Çığ'ın açıklaması)
Lise 2. sınıftaydım. Yaz tatilinde canım sıkılıyordu. Duvarda kese içindeki kuran dikkatimi çekince alıp baktım. Eski Türkçe bir musaftı. Arka kapak iç yüzünde eski Türkçeyle yazılmış iki el yazısı vardı. Anneme bu yazıların ne olduğunu sorduğumda senin ve kardeşinin doğum tarihleri demişti. Türkçesini isteyemezdim çünkü tahsilde iki çocuk bir de daha küçük bir çocuk ile tek tabanca bir memur ancak bizim okul ihtiyaçlarımızı karşılıyordu. Şehir kütüphanesinde Hasan Basri Çantay'ın tercümesini buldum açıp okumaya başladım. Fatiha suresi çok hoşuma gitti arkasından Bakara suresi. Bu en uzun surede Allah İsrailoğullarına çatıyordu. Buna da bir anlam veremedim. Hâlbuki 47. ayette "Ey İsrâiloğulları! Size verdiğim nimetimi ve sizi diğer topluluklara üstün kıldığımı hatırlayın dediği gibi onları Tevratta da üstün sayıyordu. Her şeyin sahibi Allah olan, kudreti sonsuz olan Allah neden onlardan hesap soruyordu?
Bir dahaki sefere bir kareli defter ile geleyim dedim ve öyle yaptım. Ama sonra okudukça sukutu hayale uğradım. Evet, güzel vahiyler vardı ama tam anlayamamakla birlikte sanki Muhammet'in kendi yaşadıkları ile Allahın gönderdiği vahiyler birbirine karışıyordu. Yine de sonuna kadar dikkatle okumaya aklımda tutamayacağım şeyleri not etmeye çalıştım Bu vesileyle hatim de indirmiş oluyordum hem de anlayarak ve sorgulayarak. Üniversite yıllarımda böyle sadece kuranı düz okumayla olamayacağını yardımcı kitaplardan yararlanmam gerektiğini anladım. Çünkü Allah, ya da Muhammet Peygamber, biz birçok olayı sanki daha önceden biliyormuşuz gibi özet olarak anlatıyordu. Prof. Yaşar Nuri Öztürk hocanın, Prof. İlhan Arsel'in, Emekli müftü Turan Dursun'un, İhsan Eliaçık'ın ve daha sonra Cemil Kılıç hocanın kitaplarını aldım, sohbetlerini izledim ve izliyorum. Hepsinden çok yararlandım ama özet dediğim surelerin neden inzal ve tenzil olmasının gerçek sebeplerini Turan Dursun hocanın kitaplarından öğrendim.
Bundan 30 yıl kadar önce İstanbul Aksaray da Murat Paşa Camiinde İtalya da vefat eden kuzenimizin ruhuna mevlit okunuyordu. Mevlit çıkışı kardeşimin ayakkabılarının çalındığını fark ettik. Kardeşim giyimine meraklıydı paraya kıyar güzel giyinirdi, muhakkak ki ayakkabıları da güzeldi. Son derece demokrat ve hoşgörü sahibi bir Hacıhanım olan anneannem Leyla Hanımefendi "ayakkabılara yanmam da, bu çocuk bir daha camiye gelmez ona yanarım" diyerek üzüntüsünü böyle belli etmişti.
Yönetici olarak çalıştığım son firmanın yeri İstanbul Şişhane de Bankalar Caddesinin girişindeydi. Şişhane meydanına bakardı. O zamanlar Cumartesi günleri de mesai vardı. Kiliseye, Havraya pazar ayinine katılacak gayrimüslim vatandaşlarımızı seyrederdim. Baylar ve bayanlar en güzel kıyafetleri ile ve hatta birbirlerine nispet edercesine giyinmiş olarak teşrif ederlerdi. Kışlık kıyafetleri daha da gösterişli olurdu.
Şimdilerde sık sık duyuyoruz yazılı basında da fotoğraflarını görüyoruz, camiye yeni ayakkabılarınızla gelmeyin diyorlarmış cami görevlileri.