Ortaokula başlayınca takmaya başlamıştık tabi okula giderken ya da çarşıya alışverişe giderken şapkamızı da giyerek. O yıllarda ortaokul ve lise talebeleri önünde sarı çelenk arması olan siyak parlak siperli lacivert şapkalar giyerdik. Annemiz bir şey aldırmak için çarşıya gönderdiğinde eğer şapkamızı giymeyi unutmuşsak sokak aralarından gider gelirdik ki bir öğretmenimize rastlayıp azar işitmeyelim diye.
Kravatı, sonra iş hayatımız boyunca yaz kış taktık. Modaya uyarak renk renk, desen desen, uzun kısa, geniş dar ve bazen siyah. Hatta hediye kravat iğnelerim bile oldu altından ya da mine işlemeli. Saklarım hâlâ.
Ve nihayet 1994 yılında emekli oldum. Yani 1957 yılından 1994 yılına kadar tam 37 yıl kravat bağladım boynuma.
İşimde yükseldikçe ve gelirimiz arttıkça eşim pahalı marka gömlekler almaya başladı ama gördük ki gömleği gösteren yine kravattı ve zevkle seçtiğimiz bir kravat bile beni mutlu edebiliyordu.
Boynum kravata o kadar alışmış ki emekli olduktan sonra bile yaz ayları hariç havalar soğumaya başlayıp ta uzun kollu gömlek giymeye başlayınca ben yine kravat takmaya başladım. Eşim dedi ki “emekli oldun hala kravat takıyorsun.” Dedim ki” boynum üşüyor, kravata alışmış.”
Evet, argo deyimle kravat medeniyet yularıydı. Medeni (şehirli) olmanın en önemli göstergesiydi. Arapça da Medine şehir, medeni şehirli demektir.
Yeri gelmişken bir anımı anlatmadan geçmeyim. Son çalıştığım sekiz şirketli holdingde merkezi santınalma müdürüydüm. Biraz asabi ve sivri dilli genel müdürümüz İstanbul’da olduğu günlerde öğleye kadar kendince önemli gördüğü bazı müdürleri çağırır bilgi alışverişi yapardı. Ben yaz kış ceket ve kravat ile ve elimde ajandam ve hesap makinem ile iki genel müdür yardımcısı ile birlikte girerdim toplantıya. Bir gün daha koltuklarınıza yeni ilişmiştik ki önce birine neden kravat takmadığını sordu. O da yaz olduğu için sıcaktan diye cevap verince beni işaret ederek satınalma müdürüne yaz gelmemiş mi diye tersledi. Sonra öbürüne sordu. O da boynum kısa olduğundan diye kaçamak bir cevap verdi. Ona da boynun kısa ise benimki gibi biraz gevşek bağlarsın demişti. Bu azarlamanın belki de bir geçmişi var mıydı bilmiyorum.
Kravat hakkında kısa bir bilgi ile yazıma devam edeyim: Bir boyun bağıdır kravat. Kelimenin aslı Fransızca” cravate” dir. 1635’te Fransız ordusunda paralı asker olarak vazife gören Hırvat Alayı askerleri, boyunlarına çepeçevre bir kumaş dolar; püsküller hâlinde sarkan uçlarını da rozetle birleştirirlerdi. Vaktiyle düşmanın kılıç darbesinden korunmak için takıldığı düşünülen bu atkı, artık üniformanın aksesuarı olmuştu. Erlerinki kaba kumaştan, subaylarınki ipek, dantel veya muslin kumaştan pahalı ve gösterişli cinstendi.
MÖ II. asırda yaşamış Çin imparatoru Ch’in Şih Huang-Ti’nin mezarı 1974’te açıldığı zaman, 7500 asker heykeli bulundu. O zamanlar herkesin sevdiği şeyle gömülmesi âdetti. Askerlerine düşkün imparatoru ordusuyla gömmek mümkün olmayınca, askerlerin heykelleri yapılıp beraberce gömülmüştü. Enteresan olan askerlerin her birinin boynunda kravat olmasıydı.
Türkiye'de ilk defa Tanzimat’tan sonra değişik tipte görülen kravata zamanla alışılmış ve erkek giyiminin bir parçası haline gelmiştir. Osmanlı İmparatorluğu içinde kravat takan ilk padişah Sultan Abdülmecid olarak biliniyor. Batılılaşma hareketleri etkisinde öncelikle aydınlar arasında kendine yer bulan kravat, padişahın da tercih doğrultusunda devlet dairelerine girmiş oldu. I. Dünya Harbi sonrasında devlet memurlarının tamamı kravat takıyordu. Cumhuriyet devrinde İstanbul dışındaki şehir ve kasabalarda da yaygınlaşmaya başladı. Süslü taşlardan yapılmış kravat iğnesi veya kravat maşası, boyun bağının olmazsa olmazı idi.
Kimin aklına gelirdi ki Fransız ordusundaki paralı Hırvat askerlerinin boyunlarına bağladıkları kumaş parçası, bütün dünyaya yayılan bir moda olacak?
Romantik şair Lord Byron, kolasız ve yakasını iliklemediği gömlek üzerine papyon takarmış Kelebek (papillon) şeklinde olduğu için bu ismi almış. 1860’larda neredeyse boğaza kadar iliklenen ceket modası, papyonu mecburi hâle getirmiş.
Ama bugün, Kur’an dışı ilavelerle dinimizi kendi kabile ve yüzyıllarına göre dondurup sakalı, cübbeyi, sarığı önce dinimize sokmayı beceren vatan hainleri bu görüşlerini ya da düşüncelerini günümüze sokma arzusundadırlar. Kısmen de başardılar. Milletvekilleri için Meclis’e kravatla gelme mecburiyeti konulunca, yüce meclise kravatını beline bağlayarak gelmeye cüret eden milletvekili bile oldu.
Önce yakasız gömlekleri ve kirli sakalları ile etrafı kıl içinde bırakarak görsel medyada gözlerimizi alıştırdılar sanki İran televizyonları gibi tüm televizyon ekranları kıla boğuldu. Sonra devlet dairelerindeki, belediyelerdeki makam sahipleri ve onların memurları fırsattan istifade kravat takmamaya başladılar. Belki de öyle öğütlendiler. Havalar ısındığında da yaka bağır açık iki karış sakal ile geçtiler masalarının başına. Ve en önemlisi Atatürk gençliği dediğimiz ortaöğretim talebeleri, gömlek etekleri pantolon dışında kravat düğümleri gömlek yakasından bir karış aşağıda, dolaşmayı efelik sandılar. Okul idarecileri ve öğretmenler de seyirci kaldılar. Ben öğretmen olsaydım böyle yapmayan öğrencilere fazladan iki not vereceğimi söyleyerek onları bu asi tavırlarından vazgeçirmeye çalışırdım. Sanki babalarından miras kalan notları veriyorlar. Zaten talebelerde bu öğretmenleri hiç takmadılar. Hocalarını bizim saydığımız gibi saymadılar. Hatta bazıları ile dalga geçtiler. Hal böyle olunca kravat ceket gibi giysiler onları boğmaya başladı. Tıpkı emniyet kemeri takmayan gafiller gibi. Ama doğru dürüst takım elbisesi bile olmayanlar ve hatta bindiğim bazı taksi sürücüleri ısrarla kravat takmaya devam ettiler. Çünkü onlar medeni insanlardılar.
Ama kravat takmayan o kirli sakallı adamlar gösteriş için camilerdeki cenaze törenlerine siyah takım elbise siyah kravat takarak geldiler. Yine siyah renkli siyah camlı gözlüklerle sahte çehreleri belli olmasın diye. Gözü yaşlı gerçek sevenleri tenzih ediyorum.
Bugün kravatı hâkim karşısına çıkan suçlular takıyor. Kravat takıp mahkemeye gelmek, bu suçu işlemeyeceğine dair bir kanaat oluşturur mu? Bilemeyiz. Kimse bilemez. Ama hâkim bunu ilginç bir şekilde sanığın lehine kullanıyor. Takım elbise ve kravat takılıyor diye iyi hal indirimi veriliyor. Hal böyle olunca da yasalar caydırıcı görünmüyor. O zaman cezaevlerinde slogan şöyle mi olmalı: Kravat tak, cezanı hafiflet!
Rahmetli Turgut Özakman Şu Çılgın Türkler kitabında şöyle yazmış: Her zamanki gibi giyinmişti: Astragan kalpak, geniş cepli, açık tirşe spor ceket, kravat, beyaz gömlek, avcı pantolonu ve çizme. Türk ordusunun başkomutanı kırk yaşındaydı.
Ve o yüce insan 27 Ağustos 1925günü İnebolu da halka şöyle sesleniyordu: Efendiler, Türkiye Cumhuriyeti'ni kurmuş olan Türk halkı uygardır. Tarihte uygardır, gerçekte uygardır. Ama ben, sizin öz kardeşiniz, arkadaşınız, babanız gibi söylüyorum; uygarım diyen Türkiye Cumhuriyeti halk düşüncesiyle, görüşüyle uygar olduğunu ispat etmek, göstermek zorunluluğundadır. Uygarım diyen Türkiye Cumhuriyeti halkı, aile hayatı ile, yaşayış düzeni ile uygar olduğunu göstermek zorundadır. Özetle, uygarım diyen Türkiye'nin gerçekten uygar olan halkı baştan aşağı dış görünüşüyle de uygar ve ileri insanlar olduğunu göstermelidir. Bu son sözlerimi açık olarak söylemeliyim ki, bütün ülke ne demek istediğimi kolaylıkla anlasın. Bu açıklamamı size bir soruyla belirtmek istiyorum. Soruyorum: Bizim kıyafetimiz milli midir? (Hayır!' sesleri.) Bizim kıyafetimiz uygar ve milletlerarası tipte midir? (Hayır, hayır!' sesleri.) Size katılıyorum. Değişik tarzların karışımı olan bu gülünç kılık ne millidir ne de milletlerarası. Uygar ve milletlerarası kıyafet bizim için uygun ve milletimize layık bir kıyafettir. Onu giyeceğiz. Ayakta iskarpin ya da fotin, bacakta pantolon, yelek, gömlek, kravat, yakalık, ceket ve pek tabii bunları tamamlamak üzere başta siperi şemsli başlık. Bunu açık söylemek isterim. Bu başlığın adına 'şapka' denir."
20. Yüzyılın en görkemli mucizesi Türkiye Cumhuriyetidir...Cumhuriyet Bayramınız Kutlu Olsun. NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE.