Bir zamanların İzmir İtfaiyesi Daire Başkanı, şiir dostu değerli Şakir Şen dostum, bir sosyal paylaşım sitesinde şu şiiri paylaşmıştı.
Ve ölmüşler ülkesinden yine bir ses girdi araya.
Atinalı Timon adlı yapıtın sayfalarından Şekspir sesleniyordu:
Altın para! Sarı para, pırıl pırıl.
Şu kadarı yeter bunun çevirmeye karayı aka.
Eğriyi doğruya, kötüyü iyiye, soysuzu soyluya
Kocamışı gence, yüreksizi yiğide.
Bu sarı köle,
Alır hırsızı, unvan verir, nişan verir, şan verir
Oturtur senatörle yan yana
........................................
Çekil karşımdan, kahrolası çamur...
Dr. İhsan ÜNLÜER
Şiiri okuyunca bir zamanların o güzelim radyo günlerini hayal ettim. Dr. İhsan ÜNLÜER, İstanbul Radyosu'nda söyleşi programları yapar, bunları söylediği şarkılarla süslerdi. Bir de opera sanatçılığı vardır İhsan Ünlüer'in. Sahneye bariton olarak çıkardı. Onun radyo programının yayınlanacağı gün ve saati iple çekerdim. Ne yazık ki bizim bile unuttuğumuz bu özel insanı gençlerimiz hiç bilmezler.
İhsan Ünlüerin asıl mesleği kadın doğum uzmanlığı idi. Yani bir hekimdi. Ama yanı sıra bir opera sanatçısıydı. Bitmedi, karikatüristti ve en önemlisi yıllar boyu Cumhuriyet gazetesindeki köşesinden okurlara seslenmiş bir mizah yazarıydı. İki de kitabı yayınlanmıştı. Koltuğunun altına dört koca karpuz sığdırmıştı.
Mizaha nasıl başladığını bir röportajında şöyle anlatmıştı Dr. İhsan Ünlüer;
Tıpta 'sıvak' dediğimiz bir tabir vardır. Mesela şu ıhlamurun içine aspirini atarsınız... Bu, aspirinin sıvakı olur. Yani ilacı kamufle eden şey. Belirli bir konuyu anlatmak istiyorsunuz. Mizahı buna sıvak yapıyorsunuz. Ben de hekimliği anlatmak istiyorum. Bunu mizaha sıvadım. Mizah zaten tek başına olduğu zaman mizah değildir. Böyle başladım.
Dr. İhsan Ünlüer çok renkli bir kişiliktir, hemen dikkatleri üstüne toplar. Nüktedan olduğu, her işe mizah katmayı bildiği için, son derecede ciddi tıbbi konularda bile insanı güldürmeyi, soğuk resmi havayı dağıtmayı bilir. O, yoksul bir kunduracının oğlu olarak, kendisine maddi sıkıntı yaşatmayacak bir meslek vaat edeceği düşüncesiyle askeri tıbbiyeyi seçmiş, ama içindeki resim ve mizah duygusuyla baş edemediği için sürekli meslek dışı kaçamaklar yapmış, hatta doğruca, işine mizah ve resmi bulaştırmıştır. Onun mizahi üslubunun tıp konularına nasıl yansıdığını yine onun "Bilinçaltı" başlıklı yazısına başvurarak görelim:
"Altmışlık adam yirmilik kıza hürmet ve saygılarımı aktarırım hamfendi diye iltifat sıkarken içinden şöyle söyleniyordu gerçekte: Canını yiyeyim senin yavrumm.. Küçük memur genel müdürün önünde elpençe durmuş: Evet efendim sepet efendim, haki-payinizim, ayak tozunuzum, kölenizim efendim... derken içinden söyle söyletiyordu bilinçaltını: Ah ulan bir bıraksalar yerim seni lan.. Günah çıkaran papaz ve nutuk atan abdestsiz politikacı da Tanrının adına sığınıp rol keserlerken gerçekte şeytandan yanaydılar. Şu mini etekli dilberi yutkunarak izledikten sonra aklımızdan geçenleri açığa vursak muhakkak ki bizi polise verir kız.
Hayatını hekimlikten kazansa da karikatür ve mizah yazılarını ikinci bir uğraş olarak sürdürür. Sonra bir gün Doğan Nadiden Cumhuriyete düzenli yazması teklifi alır. Ağırlıklı olarak, tıp konularını mizah yoluyla ele alacaktır. Yazılarına başlar, çoğu zaman işlediği konuyu çarpıcı karikatürleri ile süsler. Bu işte büyük başarı elde eder. Öyle ki, geniş bir okur kitlesi oluşur. Onun bu yazılarından derlenen "Oku Oku Budur Sonu" kitabı birkaç yılda yedi baskı yapar. Bende ki üçüncü baskısı.
Üniversitedeki kadın doğum hocası Tevfik Remzi Kazancıgilin yüreklendirmesiyle doktorluk ve opera sanatçılığını bir arada yürütmeye başlar. Kimi zaman ameliyattan kalan talk pudrası, hastaneden çıkıp sahneye koşan İhsan Ünlüerin makyajı yerine geçecektir. İhsan Ünlüer müzik kariyerini İstanbul Devlet Opera Stüdyosunda beş yıl, İtalyan Kültür Derneğinde üç yıl şan ve müzik dersleri alarak yapar. Madame Butterfly operasında oynadığı Amerikan Deniz Teğmeni Benjamin Franklin Pinkerton başrolüyle haklı bir üne kavuşur.
27 Mayıs 1960 sonrası üniversiteden uzaklaştırılan 147 öğretim üyesinden biri olduğu için hekimlik görevini yapamamakta, yaşadığı ekonomik sıkıntılar nedeniyle bir ilaç firmasında çalışmaktadır. Amerikan ilaç firması yaptığı iş anlaşmasında, çalışanlarına başka bir işle uğraşmalarını yasaklamıştır. Operadaki rolünün kimsenin dikkatini çekmeyeceğini ve böylece iki işi bir arada yürütebileceğini düşünür. Ama durum farklı gelişir. Ünlüer nereden bilsin operada başrolü alacağını, isminin sokak ilanlarında afişe edileceğini. Oyunun gala gecesinde İstanbuldaki pek çok Amerikalı doldurur salonu. Gerisini Ünlüerden dinleyelim;
"Durum hoş olmadığından ve Amerikan İlaç firmasındaki işime son verilme korkusuyla üzgündüm. Ama sahnedeki rolümle, çalıştığım firmanın milliyeti arasındaki özdeşlik bana teselli veriyordu. O gece temsil başladı; ilk perde: Dünya doludur bin türlü heyecanla, bir Amerikan denizcisine vatandır her yer aryasını attım. Böylece aryanın sonunda dünyanın her ülkesinin sahanlığına demir atan uçarı Amerikan askeri olarak Amerikan konsolosu mister şapkasıyla birlikte Amerika şerefine kadeh kaldırarak allegretto bağırmento makamında America Forever! -Yaşasın Amerika diye birinci perdeyi tamamladık. Çiçekler ve alkışlar... Oyun bitti. Eve dönüşte öğrendik ki Amerikan Deniz Teğmeni Benjamin Franklin Pinkerton (İhsan Ünlüer) o günkü süksesine karşın Amerikan ilaç firmasındaki işinden atılmıştı."
Dünyaca ünlü cerrahımız Tarık Minkari de İhsan Ünlüerin sınıf arkadaşıdır. İhsan Ünlüerle ilgili bir anısını şöyle anlatıyor,
Fakülte sıralarındayken iki hocamı çok sevmiştim: Prof. Koswig ve Prof. Schwartz. İkisi de 1933te Almanyadan gelmiş, İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesinde görev almışlardı. Prof. Schwartz babacandı, öğrencilerini sever ve korurdu, şaka yapmaktan hoşlanırdı. Derse tepsi üstünde, formol içinde kurumuş, büzülmüş organlar getirir, bizleri masanın etrafında toplar, onları bize tek tek gösterir, anlatır, öğretirdi. O gün masanın üstünde kurumuş pankreas ve karaciğer dokuları, ayrıca şeffaf bir bardak içinde, limoni bir miktar sıvı vardı.
Hoca gözlerini üstümüz de dolaştırdıktan sonra kurbanını seçti. İhsanı aşağıya çağırdı.
(İhsan Ünlüer askeri tıbbiyeli, uzun boylu, atletik, üstüne okka gibi oturmuş elbisesiyle ilah gibiydi. Sonraki yaşantısında doktor, jinekolog, artist, Carmenin Don Josesi, yazar, karikatürist, mukallit, hayat dolu bir dostumdu.) İhsan aşağı indi, Hoca bir elini İhsanın omzuna koyduktan sonra dersi anlatmaya başladı.
"Bakın çocuklar, sizin kuşak çok talihli. Şimdi idrarda şeker olup olmadığını anlamak için birkaç damla ilaç damlatmak yetiyor. Hâlbuki benim babamın devrinde doktor idrarda şekerin olup olmadığını anlamak için onu tadardı" dedi ve masanın üstündeki bardağın içine parmağını batırdıktan sonra onu yaladı. Bizim soluğumuz kesildi, iğrendik. İhsana döndü, onun gözlerinin içine baka baka "Haydi çocuk sen de yap" dedi. İhsan dondu kaldı, parmağını bardağa doğru uzatamadı. Hoca ısrar etti: "Haydi çocuk ben denedim ölmedim, sen de dene." İhsan utandı, sıkıldı ama direnemedi. İstemeye istemeye sağ elinin işaret parmağını bardağa batırdı ve sonra onu iğrene iğrene yaladı.
Hoca sinsi sinsi güldü. Bize dönerek: "Hekim her şeyden evvel çok iyi bir observatuar (gözlemci) olmalıdır" dedi. Sonra parmaklarını göstererek; "Ben bu parmağımı batırdım ama şu parmağımı yaladım. Hâlbuki genç arkadaşımız aynı parmağını batırdı, aynı parmağını yaladı. Hepimiz şaşkın şaşkın bakarken bu kez hoca uzandı, içmeye başladı. Yarısına gelince kadehi İhsana uzattı. "Güzelmiş dedi. Hadi sen de iç." İhsan suratını buruşturdu ve öğürdü. Hoca sakin: "Şerbet güzel, niçin kusuyorsun?" İhsan inanmadı ve içmedi. Hiçbir derste bu kadar eğlenmedim.
1960 lı yıllarda İzmir Konakta karşılaştığı Halikarnas Balıkçısı Cevat Şakir Kabaağaçlı ile ilgili anısını da şöyle anlatıyor Dr. İhsan Ünlüer;
...Doğduğum İzmir kentindeyim. Konak Alanı'ndaki Milli Kütüphane'nin önünden geçerken genç bir yaşlı adam çarptı gözüme. Aydınlık yüzü, upuzun boyu, bembeyaz saçları ve elinde kitapla dolu iki filesi vardı. Bakışlarım istem dışı takılmıştı bu genç yaşlıya. Bir yerden anımsıyordum sanki onu. O da dikkatle bakıyordu. Birdenbire basbariton bir sesle bağırdı adam:
-Merhaba!
-Afedersiniz, siz Halikarnas Balıkçısı mısınız?
-Ya ne sandın ya?
-İzlanda Balıkçısı sandım.
Güldü ve ekledi:
-Nükteli bir adama benziyorsun sen.
Ve sanki bu günleri tahmin edercesine yazdığı şu şiirini de okuyalım;
Satılır Babıali borsasında kalemler
Kimi kara mürekkeple yazar
Kimisi katillere övgü düzer
Pandispanya gazetesinde
Kel Aliçonun güreşleri
Koca Yusufun elensesi
İşçilerin gözyaşları, alınteri
Ve öğrencilerin karnına
Ekmeğini doğrar kimisi
Kalem var köpekçe havlar
Bir zorbanın kapusunda
Ruble olur kasasında
Dolar olur cüzdanına dolar
Kalem var.
Abdestsiz namaz kılanların
Seçim pazarında din satanların
Vaazlarına amentü yazar..
Kalem var yalan
Kalem var yılan
Çöreklenir beyinlere
Kalem var
Kırıkkale tabancasında mermi olur.
Arkadan vurur öğrenciyi yıkar yere
Kalem var,
Kara plaklara çize Sahibinin Sesini
Kalem var satılmış sayfalara
Yazar Yüz Karasını
Kalem var satırlara
Döker alınların kara lekesini
Kalem var ki,
Gazete sayfaları ar eder
Taşımaktan yazısını
O kalemle yazmıştı ozan
Hürriyetin adını
Okul defterlerine
Sırama, ağaçlara
Kumlar, karlar üstüne
Uzanan patikaya
Serilip giden yola
Hıncahınç meydanlara
Mahpustaki yazar şöyle bağırıyordu; Yazdığımda en ufak bir yalan var mı? diyorum. Fark etmez diye celalleniyor. Benim cezaevimde böyle şeyler yazmak kesinlikle yasak! Ama ben de bir insan olarak dilediğimi yazmakla hürüm! diye ısrar ediyorum. Sen insan filan değilsin! diye kükrüyor. Mahkûmsun sen mahkûm! Ve Can Yücel şöyle yazıyordu;
Sen insan filan değilsin!
Mahkûmsun sen mahkûm!
Felcederim seni! Diye bağırıyor adam
Felcedekmiş beni.
Anarşistlik edip bidaha
Falaka şiiri yazarsam
Kendisiyle yapılan bir söyleşide, 'Sizin için en büyük felaket ne olabilirdi?' sorusuna şöyle cevap vermişti, 'Bisturimin elimden alınması, kalemimin kırılması, sesimin kısılması ve yazılarımın karalanması.
Kadıköy Bahariyedeki bir sokak onun adını taşır. 40 yıl öncesinin Cumhuriyet okurları ile daha öncesinin radyo dinleyicileri bugün onu anımsayacaklardır mutlaka. Ama ondan neredeyse 20 yıldır hiç söz edilmemesi, genç kuşakların onu tanımaması, eserlerinin yeniden basılmaması ne acı. Rahmetle ve bıraktığı izler için minnetle anıyorum, ışıklar içinde olsun.
07.07.2015
Ve ölmüşler ülkesinden yine bir ses girdi araya.
Atinalı Timon adlı yapıtın sayfalarından Şekspir sesleniyordu:
Altın para! Sarı para, pırıl pırıl.
Şu kadarı yeter bunun çevirmeye karayı aka.
Eğriyi doğruya, kötüyü iyiye, soysuzu soyluya
Kocamışı gence, yüreksizi yiğide.
Bu sarı köle,
Alır hırsızı, unvan verir, nişan verir, şan verir
Oturtur senatörle yan yana
........................................
Çekil karşımdan, kahrolası çamur...
Dr. İhsan ÜNLÜER
Şiiri okuyunca bir zamanların o güzelim radyo günlerini hayal ettim. Dr. İhsan ÜNLÜER, İstanbul Radyosu'nda söyleşi programları yapar, bunları söylediği şarkılarla süslerdi. Bir de opera sanatçılığı vardır İhsan Ünlüer'in. Sahneye bariton olarak çıkardı. Onun radyo programının yayınlanacağı gün ve saati iple çekerdim. Ne yazık ki bizim bile unuttuğumuz bu özel insanı gençlerimiz hiç bilmezler.
İhsan Ünlüerin asıl mesleği kadın doğum uzmanlığı idi. Yani bir hekimdi. Ama yanı sıra bir opera sanatçısıydı. Bitmedi, karikatüristti ve en önemlisi yıllar boyu Cumhuriyet gazetesindeki köşesinden okurlara seslenmiş bir mizah yazarıydı. İki de kitabı yayınlanmıştı. Koltuğunun altına dört koca karpuz sığdırmıştı.
Mizaha nasıl başladığını bir röportajında şöyle anlatmıştı Dr. İhsan Ünlüer;
Tıpta 'sıvak' dediğimiz bir tabir vardır. Mesela şu ıhlamurun içine aspirini atarsınız... Bu, aspirinin sıvakı olur. Yani ilacı kamufle eden şey. Belirli bir konuyu anlatmak istiyorsunuz. Mizahı buna sıvak yapıyorsunuz. Ben de hekimliği anlatmak istiyorum. Bunu mizaha sıvadım. Mizah zaten tek başına olduğu zaman mizah değildir. Böyle başladım.
Dr. İhsan Ünlüer çok renkli bir kişiliktir, hemen dikkatleri üstüne toplar. Nüktedan olduğu, her işe mizah katmayı bildiği için, son derecede ciddi tıbbi konularda bile insanı güldürmeyi, soğuk resmi havayı dağıtmayı bilir. O, yoksul bir kunduracının oğlu olarak, kendisine maddi sıkıntı yaşatmayacak bir meslek vaat edeceği düşüncesiyle askeri tıbbiyeyi seçmiş, ama içindeki resim ve mizah duygusuyla baş edemediği için sürekli meslek dışı kaçamaklar yapmış, hatta doğruca, işine mizah ve resmi bulaştırmıştır. Onun mizahi üslubunun tıp konularına nasıl yansıdığını yine onun "Bilinçaltı" başlıklı yazısına başvurarak görelim:
"Altmışlık adam yirmilik kıza hürmet ve saygılarımı aktarırım hamfendi diye iltifat sıkarken içinden şöyle söyleniyordu gerçekte: Canını yiyeyim senin yavrumm.. Küçük memur genel müdürün önünde elpençe durmuş: Evet efendim sepet efendim, haki-payinizim, ayak tozunuzum, kölenizim efendim... derken içinden söyle söyletiyordu bilinçaltını: Ah ulan bir bıraksalar yerim seni lan.. Günah çıkaran papaz ve nutuk atan abdestsiz politikacı da Tanrının adına sığınıp rol keserlerken gerçekte şeytandan yanaydılar. Şu mini etekli dilberi yutkunarak izledikten sonra aklımızdan geçenleri açığa vursak muhakkak ki bizi polise verir kız.
Hayatını hekimlikten kazansa da karikatür ve mizah yazılarını ikinci bir uğraş olarak sürdürür. Sonra bir gün Doğan Nadiden Cumhuriyete düzenli yazması teklifi alır. Ağırlıklı olarak, tıp konularını mizah yoluyla ele alacaktır. Yazılarına başlar, çoğu zaman işlediği konuyu çarpıcı karikatürleri ile süsler. Bu işte büyük başarı elde eder. Öyle ki, geniş bir okur kitlesi oluşur. Onun bu yazılarından derlenen "Oku Oku Budur Sonu" kitabı birkaç yılda yedi baskı yapar. Bende ki üçüncü baskısı.
Üniversitedeki kadın doğum hocası Tevfik Remzi Kazancıgilin yüreklendirmesiyle doktorluk ve opera sanatçılığını bir arada yürütmeye başlar. Kimi zaman ameliyattan kalan talk pudrası, hastaneden çıkıp sahneye koşan İhsan Ünlüerin makyajı yerine geçecektir. İhsan Ünlüer müzik kariyerini İstanbul Devlet Opera Stüdyosunda beş yıl, İtalyan Kültür Derneğinde üç yıl şan ve müzik dersleri alarak yapar. Madame Butterfly operasında oynadığı Amerikan Deniz Teğmeni Benjamin Franklin Pinkerton başrolüyle haklı bir üne kavuşur.
27 Mayıs 1960 sonrası üniversiteden uzaklaştırılan 147 öğretim üyesinden biri olduğu için hekimlik görevini yapamamakta, yaşadığı ekonomik sıkıntılar nedeniyle bir ilaç firmasında çalışmaktadır. Amerikan ilaç firması yaptığı iş anlaşmasında, çalışanlarına başka bir işle uğraşmalarını yasaklamıştır. Operadaki rolünün kimsenin dikkatini çekmeyeceğini ve böylece iki işi bir arada yürütebileceğini düşünür. Ama durum farklı gelişir. Ünlüer nereden bilsin operada başrolü alacağını, isminin sokak ilanlarında afişe edileceğini. Oyunun gala gecesinde İstanbuldaki pek çok Amerikalı doldurur salonu. Gerisini Ünlüerden dinleyelim;
"Durum hoş olmadığından ve Amerikan İlaç firmasındaki işime son verilme korkusuyla üzgündüm. Ama sahnedeki rolümle, çalıştığım firmanın milliyeti arasındaki özdeşlik bana teselli veriyordu. O gece temsil başladı; ilk perde: Dünya doludur bin türlü heyecanla, bir Amerikan denizcisine vatandır her yer aryasını attım. Böylece aryanın sonunda dünyanın her ülkesinin sahanlığına demir atan uçarı Amerikan askeri olarak Amerikan konsolosu mister şapkasıyla birlikte Amerika şerefine kadeh kaldırarak allegretto bağırmento makamında America Forever! -Yaşasın Amerika diye birinci perdeyi tamamladık. Çiçekler ve alkışlar... Oyun bitti. Eve dönüşte öğrendik ki Amerikan Deniz Teğmeni Benjamin Franklin Pinkerton (İhsan Ünlüer) o günkü süksesine karşın Amerikan ilaç firmasındaki işinden atılmıştı."
Dünyaca ünlü cerrahımız Tarık Minkari de İhsan Ünlüerin sınıf arkadaşıdır. İhsan Ünlüerle ilgili bir anısını şöyle anlatıyor,
Fakülte sıralarındayken iki hocamı çok sevmiştim: Prof. Koswig ve Prof. Schwartz. İkisi de 1933te Almanyadan gelmiş, İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesinde görev almışlardı. Prof. Schwartz babacandı, öğrencilerini sever ve korurdu, şaka yapmaktan hoşlanırdı. Derse tepsi üstünde, formol içinde kurumuş, büzülmüş organlar getirir, bizleri masanın etrafında toplar, onları bize tek tek gösterir, anlatır, öğretirdi. O gün masanın üstünde kurumuş pankreas ve karaciğer dokuları, ayrıca şeffaf bir bardak içinde, limoni bir miktar sıvı vardı.
Hoca gözlerini üstümüz de dolaştırdıktan sonra kurbanını seçti. İhsanı aşağıya çağırdı.
(İhsan Ünlüer askeri tıbbiyeli, uzun boylu, atletik, üstüne okka gibi oturmuş elbisesiyle ilah gibiydi. Sonraki yaşantısında doktor, jinekolog, artist, Carmenin Don Josesi, yazar, karikatürist, mukallit, hayat dolu bir dostumdu.) İhsan aşağı indi, Hoca bir elini İhsanın omzuna koyduktan sonra dersi anlatmaya başladı.
"Bakın çocuklar, sizin kuşak çok talihli. Şimdi idrarda şeker olup olmadığını anlamak için birkaç damla ilaç damlatmak yetiyor. Hâlbuki benim babamın devrinde doktor idrarda şekerin olup olmadığını anlamak için onu tadardı" dedi ve masanın üstündeki bardağın içine parmağını batırdıktan sonra onu yaladı. Bizim soluğumuz kesildi, iğrendik. İhsana döndü, onun gözlerinin içine baka baka "Haydi çocuk sen de yap" dedi. İhsan dondu kaldı, parmağını bardağa doğru uzatamadı. Hoca ısrar etti: "Haydi çocuk ben denedim ölmedim, sen de dene." İhsan utandı, sıkıldı ama direnemedi. İstemeye istemeye sağ elinin işaret parmağını bardağa batırdı ve sonra onu iğrene iğrene yaladı.
Hoca sinsi sinsi güldü. Bize dönerek: "Hekim her şeyden evvel çok iyi bir observatuar (gözlemci) olmalıdır" dedi. Sonra parmaklarını göstererek; "Ben bu parmağımı batırdım ama şu parmağımı yaladım. Hâlbuki genç arkadaşımız aynı parmağını batırdı, aynı parmağını yaladı. Hepimiz şaşkın şaşkın bakarken bu kez hoca uzandı, içmeye başladı. Yarısına gelince kadehi İhsana uzattı. "Güzelmiş dedi. Hadi sen de iç." İhsan suratını buruşturdu ve öğürdü. Hoca sakin: "Şerbet güzel, niçin kusuyorsun?" İhsan inanmadı ve içmedi. Hiçbir derste bu kadar eğlenmedim.
1960 lı yıllarda İzmir Konakta karşılaştığı Halikarnas Balıkçısı Cevat Şakir Kabaağaçlı ile ilgili anısını da şöyle anlatıyor Dr. İhsan Ünlüer;
...Doğduğum İzmir kentindeyim. Konak Alanı'ndaki Milli Kütüphane'nin önünden geçerken genç bir yaşlı adam çarptı gözüme. Aydınlık yüzü, upuzun boyu, bembeyaz saçları ve elinde kitapla dolu iki filesi vardı. Bakışlarım istem dışı takılmıştı bu genç yaşlıya. Bir yerden anımsıyordum sanki onu. O da dikkatle bakıyordu. Birdenbire basbariton bir sesle bağırdı adam:
-Merhaba!
-Afedersiniz, siz Halikarnas Balıkçısı mısınız?
-Ya ne sandın ya?
-İzlanda Balıkçısı sandım.
Güldü ve ekledi:
-Nükteli bir adama benziyorsun sen.
Ve sanki bu günleri tahmin edercesine yazdığı şu şiirini de okuyalım;
Satılır Babıali borsasında kalemler
Kimi kara mürekkeple yazar
Kimisi katillere övgü düzer
Pandispanya gazetesinde
Kel Aliçonun güreşleri
Koca Yusufun elensesi
İşçilerin gözyaşları, alınteri
Ve öğrencilerin karnına
Ekmeğini doğrar kimisi
Kalem var köpekçe havlar
Bir zorbanın kapusunda
Ruble olur kasasında
Dolar olur cüzdanına dolar
Kalem var.
Abdestsiz namaz kılanların
Seçim pazarında din satanların
Vaazlarına amentü yazar..
Kalem var yalan
Kalem var yılan
Çöreklenir beyinlere
Kalem var
Kırıkkale tabancasında mermi olur.
Arkadan vurur öğrenciyi yıkar yere
Kalem var,
Kara plaklara çize Sahibinin Sesini
Kalem var satılmış sayfalara
Yazar Yüz Karasını
Kalem var satırlara
Döker alınların kara lekesini
Kalem var ki,
Gazete sayfaları ar eder
Taşımaktan yazısını
O kalemle yazmıştı ozan
Hürriyetin adını
Okul defterlerine
Sırama, ağaçlara
Kumlar, karlar üstüne
Uzanan patikaya
Serilip giden yola
Hıncahınç meydanlara
Mahpustaki yazar şöyle bağırıyordu; Yazdığımda en ufak bir yalan var mı? diyorum. Fark etmez diye celalleniyor. Benim cezaevimde böyle şeyler yazmak kesinlikle yasak! Ama ben de bir insan olarak dilediğimi yazmakla hürüm! diye ısrar ediyorum. Sen insan filan değilsin! diye kükrüyor. Mahkûmsun sen mahkûm! Ve Can Yücel şöyle yazıyordu;
Sen insan filan değilsin!
Mahkûmsun sen mahkûm!
Felcederim seni! Diye bağırıyor adam
Felcedekmiş beni.
Anarşistlik edip bidaha
Falaka şiiri yazarsam
Kendisiyle yapılan bir söyleşide, 'Sizin için en büyük felaket ne olabilirdi?' sorusuna şöyle cevap vermişti, 'Bisturimin elimden alınması, kalemimin kırılması, sesimin kısılması ve yazılarımın karalanması.
Kadıköy Bahariyedeki bir sokak onun adını taşır. 40 yıl öncesinin Cumhuriyet okurları ile daha öncesinin radyo dinleyicileri bugün onu anımsayacaklardır mutlaka. Ama ondan neredeyse 20 yıldır hiç söz edilmemesi, genç kuşakların onu tanımaması, eserlerinin yeniden basılmaması ne acı. Rahmetle ve bıraktığı izler için minnetle anıyorum, ışıklar içinde olsun.
07.07.2015
07.07.2015
OKUR YORUMLARI
Yozgat'ta Günün Haberleri
YOZGAT'TA 5 GÜNLÜK HAVA DURUMU
YOZGAT İÇİN GÜNÜN NAMAZ VAKİTLERİ
ARTO KAZANCIOĞLU
07.07.2015 12:10:00SEVGİLİ VE KIYMETLİ DOSTUM GEÇEN HAFTAKİ DİLAÇARLA İLGİLİ YAZINIZA TEŞEKKÜR ETMEK BUGÜNE NASİPMİŞ.DR.İHSAN ÜNLÜERİN YAZILARINA ABONEYDIM.YILLARCA TAKİP ETTİM.ENTERESAN BİR OLAY ANLATAYIM 14 AYLIK KADIKÖY İKAMETİMDE YAZINIZDA BAHSETTİĞİNİZ GİBİ YOLUMU BİRAZ UZATIR AMA DR.İHSAN ÜNLÜER LEVHASINI MUHAKKAK OKURDUM.SONSUZ TEŞEKKÜRLERİMİ SUNARIM.
SAYGILARIMLA