Gazeteye geldiğim vakit Anadolu’nun birden bire kapandığını söylediler. İstanbul ve Türkiye’nin işgal altındaki köyleriyle, memleketin öbür kısmı arasında hiçbir temas yapmaya imkân yoktu. Aradan 30 yıl geçti, o sabahki heyecanımın şimdi bile gönlümü ürperttiğini duyuyorum…
— Acaba Yunanlılar mı taarruza geçtiler?
— Belki de bizimkiler…
Tarihte hiçbir perde bu kadar ağır bir kader sırrı üstüne inmemiştir. Ne Rumca ve Ermenice gazetelerde, ne İngiliz veya Fransız ağzı konuşanların sözlerinde merak giderici bir yayıntı bile yoktu…
— Canım biz taarruz edebilir miyiz? Daha geçenlerde Fethi Bey mütareke aramak için Londra’ya gitti. Ummam ki böyle bir delilik yapalım…
— İhtimal ne cepheyi ne cephe gerisini tutamaz hale geldikleri için bir son çare aramışlardır…
Hepimiz Mustafa Kemal’in askerlik dehasına inanırdık. Onun her şeyi vara olduğu kadar, yok’a da çevirecek bir zar atmayacağını biliyorduk.
Fakat nasıl haber almalı idi?
Bütün günümüz adeta merak sancısı içinde geçti. Yalnız yemekten değil düşünmekten de kesilmiştik… Zırhlıları ile tümenleri ve alayları ile I. Dünya harbi düşmanlarının zaferi, hâlâ İstanbul’un surlarında ve sokaklarında idi. Bir tek umut, bir avuç askerde ve Mustafa Kemal denen isimdedir. Kapkara perdenin arkasında yalnız onların yaklaşıp uzaklaşan hayaletlerini sezinliyoruz.Nihayet Rumca gazetelerde ilk rivayetler çıktı; biz taarruza geçmiştik ve başımızı Yunan ordusunun çelik kayasına boş yere çarpıp duruyorduk…
Türk ordusunun bir taarruz savaşına giremeyeceği fikri, bizim kuşağımız için değişmez gerçeklerden biri idi… Ordumuzun kahramanlığına bel bağlardık, fakat onun ancak dayanma mucizeleri verebileceğini sanırdık. Onun son destanları 1877 harbinde Plevne, 1912 harbinde Edirne, sonra da Çanakkale idi. Rumca gazetelerin haberi ile merakımız biraz azalsa bile kaygımız ateş gibi yanıyordu.Zaman geçtikçe umutsuzluğumuz arttı. Havadis duyurmakta Beyoğlu gazeteleriyle yarış eden ve üst üste kasabalar alındığı rivayetlerini uyduran bir Türkçe sürüm gazetesine kızıyorduk…
— Taarruz sökmüş olsa bir tebliğ verirlerdi. Durduk mu, geriledik mi? Ah hiç olmazsa bir iki kasaba alsak da öyle dursak…
Bir iki kasaba alıp durmayı nimet saymaya başlamıştık. Az da olsa bir başarıyı halk güvenini artırma yolunda kullanmak kolaydır. Bu bir edebiyat işidir. Fakat ya hiçbir şey yapamadıksa? Ya geriledikse?
Akşamüstü yine beynimizin içinde aynı burgu, kalbimizin içinde aynı ağrı Büyükada’ya gidiyordum. Aydınlık, ferah bir Ağustos akşamı… Köpüklü, uyanık ve neşeli bir deniz… Güverte tıka basa dolu… Türkçe konuşmayanlarda birbirinin sözünü kapan bir sevinç var… Sadece bu sevinç bizi yıkmaya yeterdi. “Ne olmuştu?” diye sormaktan korkuyorduk…Bir fena şey vardı. Kimseye bir şey sormadan onu zihnimizde hafifletmeye uğraşıyorduk… İhtimal durmuştuk… Belki de bir iki noktada gerilemiştik… Ordu bozulmamışsa bundan ne çıkardı? Yunanlılar da artık bitkin bir halde değil miydiler? Aşağı yukarı bir uzlaşma yapabilirdik. Bu da elbette Sevr anlaşmasından daha iyi olurdu…Fakat içimizdeki sorunun kimseden aramaya cesaret edemediğimiz cevabı kendiliğinden yayılıverdi: Başkomutan Mustafa Kemal Paşa bütün karargâhı ile beraber esir olmuş…Keder insanları öldürmez derlerse bu söze inanın… Kalp denen şeyin ne dayanıklı bir maddeden yapılmış olduğunu ben, o akşamüstü Büyükada vapurunun güvertesinde öğrendim…
Türkleri Büyükada Yat Kulübünden kovmuşlardı. Yalnız bir iki sırnaşık, yolunu bularak içlerine sokulabilmişlerdi. Bunlar o akşam cezalarını çekmişlerdir. Çünkü Kulüpte Mustafa Kemal’in esir olması şerefine kulübün bütün şampanyaları patlıyor ve Türkler de dağıtılan kadehleri içmeye zorlanıyorlardı… Ada sokakları çoluk çocuğun çığlıklarıyla geçilmez hale geldi…Ölümü bir uyku, rahat bir uyku gibi arayarak sabahı ettik. İlk vapurun en görünmez köşesine sığınarak, iki büklüm köprüye indik…Bütün Türkleri yas içinde bulacağımı sanıyordum meğer ne kadar soysuzluğa uğramışız. Acaba sokaktakilerin hepsi şu veya bu “muhipler” cemiyeti üyeleri mi? Bizimkiler utançlarından evlerinde mi kalmışlardı? Bu gülüşler, bu çırpınışlar, bu el sıkışlar ne idi?
Meğer bütün karargâhı ile Başkomutan Mustafa Kemal değil, Yunan Başkomutanı Trikopis esir olmuş…
Size kalbin ne kadar dayanıklı bir maddeden yapılmış olduğunu yukarıda söylemeseydim burada söylerdim. Bir çocuk gibi sıçramaya başladım. Habere, havadise, telgrafa koşuyorum. Hani o dün kızdığımız sürüm gazetesi yok mu, meğer resmi tebliğlerin kilometrelerce gerisindeymiş. Yunan ordusunu yok etmişiz, İzmir’e iniyormuşuz…Ben ömrümde hiçbir edebiyat eserinde, ordulara ilk hedeflerinin Akdeniz olduğunu bildiren günlük emri okurken duyduğum zevki duymadım… Bu, bütün heyecanların üstünde bir heyecan veren, bütün şiirlerin üstünde bir şiirdi… Ne olmuştuk biliyor musunuz? Kurtulmuştuk.
Ah Mustafa Kemal, Mustafa Kemal, sana ölünceye kadar o günün sevincini ödeyebilmekten başka bir şey düşünmeyeceğim. Konuşmak için dilim, yazmak için kalemim tutuldu. İkdam’daki Yakup Kadri’yi aradım. İlk vapurla İzmir’e gitmeyi teklif ettim.Tuhaf şey: İzmir’in alındığı haberi geldiği vakit, içimizde artık sevinme gücü kalmamıştı. Gönlümüz uzun ve derin uykuya dalmış gibi idi… Bir hastanın başında günlerce beklemekten sonraki yığılıp kalmaya benzer bir uyku… Hatta daha fazla ağlamalı bir hal… Bir akşam önce şampanya bayramı yapanların yüzlerindeki onulmaz yası gidip görmek düşüncesinden bile sevinmiyorduk.Nemiz varsa, bağımsız bir devlet kurmuşsak, hür vatandaş olmuşsak, şerefli insanlar gibi dolaşıyorsak, yurdumuzu batının, vicdanımızı ve kafamızı doğunun pençesinden kurtarmışsak, şu denizlere bizim diye bakıyor, bu topraklarda ana bağrının sıcağını duyuyorsak, belki nefes alıyorsak, hepsini, her şeyi 30 Ağustos zaferine borçluyuz.
Akşam’ın ilk sayfası için koskoca bir klişe hazırlamıştık: “Elhamdülillah İzmir’e kavuştuk!”… Kapıları açmanın imkânı mı var? Gazeteyi pencereden akıtıyorduk. Alan yüzüne gözüne sürüyordu. Galata rıhtımı üzerinde kamçısı ile selam marşını susturan beyaz atlı Franchetd’Esperey, o korkunç hayal, sanki operet sahnesinden kalma hoş bir hatıra idi!
Vahideddin’i göremedim. Fakat sonradan ilk meclisten kalma bir dostum, Muhiddin Baha, bana bir Ankara hikâyesi anlattı: Onlar da sevinçten ne yapacaklarını bilmiyorlarmış. Mecliste bir aralık ellerini yıkamaya gitmiş. Asık suratlı bir milletvekili görmüş, Mustafa Kemal’in muhaliflerinden biri:
— Yahu nedir bu halin? Diye sormuş, öteki dudaklarını ısırarak:
— Ne var sanki? Nasıl olsa İzmir’i bize vereceklerdi. Nesini büyütüp duruyorsunuz? Diye çıkışmış da!
Sonra da:
—Yunanlılardan kurtulduk. Bakalım Mustafa Kemal’den nasıl kurtulacağız? Demiş…
Evet, muhalifleri ve rakipleri sapsarı idiler… Ah! Bir kurşun, son Yunan kurşunu Mustafa Kemal’in göğsüne saplanamaz mıydı? Doğu böyledir, dostlarım. Doğuda kin, kolayca hıyanete kadar götürür.
O gün sapsarı kesilenler veya onların kinini güdenler, şimdi bile o günün hatırasını söndürmeye uğraşmakta değil midirler? Doğu kini, vicdanları saran bu kanser… Kanserlerin en habis soyu