A.Kadir ÇAPANOĞLU

A'DAN Z'YE

HOKKA, DİVİT, KAMIŞKALEM, KALEMTRAŞ, MAKTA, PEŞTEMALCIYAN AİLESİ VE CELİ SÜLÜS LEVHA

Çocukluğumuzda uçları çok sık kırılan kurşun kalemlerimiz ve şimdikilerin yanında çok kalitesiz boya kalemlerimiz vardı. Küçük büyük hepimiz yazmada, çizmede, boyamada bunları kullanırdık. Birde sabit kalem veya kopya kalem diye anılan kalemler vardı ki, yazısı kurşun kalem gibiydi ama silgi ile silinemezdi. Hafif ıslatılınca da mor bir renk alırdı. Bunlar genelde devlet dairelerinde, bankalarda resmi evraklarda kullanılırdı, yazı silinip değiştirilmesin diye. Kurşun kalemlerimiz artık küçücük parmaklarımızla tutamayacak kadar küçülünce o zamanda içi boru gibi oyulmuş tahta kalemliklere takar öyle kullanırdık. İsraf hem çok ayıp hem de çok günah sayılırdı. Özel çizgili defterlere güzel yazı yazmak için kullandığımız, içine mürekkep konan hokkalarımız ve ucuna değişik kalınlıklarda çelik uçlar taktığımız divitlerimiz de vardı. Yıllar sonra kırtasiyeci dükkânlarında adına tükenmezkalem dedikleri kalemleri gördük. Alıp kullanamadık çünkü okulda bu kalemleri kullanmamız yasaktı.

Sonraki yıllarda kurşun kalemler sadece okullarda kaldı her yerde her işte bu tükenmez kalemler kullanılmaya başladı. Yalnızca muhasebe kayıtları, yasal defterler ile sevgililere yazılan mektuplar dolma kalemleri ile yazıldı. Yani her yere giren tükenmezler avam, dolma kalemler ise aristokrat oldu. Aristokrat sayılsalar da markaları ve parasal değerleri ile aralarında sınıf farkları da oldu tabi. Hatta bu dolma kalemler, markaları, altın kaplama kapakları ve altın uçları ile onu kullanan insanlar arasında bile ayırım yarattılar. Sözü burada bırakıp biz şöyle daha eskilere doğru yola çıkalım.

Evet, Hokka diye bir yazı aleti vardı. İçine mürekkep konan ağzı kapaklı küçük kutucuklardı. Ağzı kapaklı olması mürekkebin dökülmemesi için değil havada uçan toz zerreciklerinin mürekkebe karışmaması içindi. Kalem yerine kamış divitler kullanıldığından divitin ucuna yapışan toz zerreleri, yazının güzelliğini bozardı. Yazı kalemi olarak tüylerde kullanılmıştır ama bizim konumuz o değil. Hokkaların çok çeşitleri vardı. Madeni olanların altın veya gümüşten kapakları olurdu. Cam ve seramikten hatta fildişinden olanları bile vardı. Gül suyu serpmek için kullanılan Gülabdanların boğazı kesilerek dip tarafları da hokka olarak kullanılırdı. Yazı Hokkasının içine Lika denilen saf ipekten bir tutam, iyice yıkanıp konur mürekkep buna emdirilirdi. Lika mürekkebi sünger gibi emer hem dökülmesini hem de mürekkebin kamış kalemin ucunda damla şeklinde birikmesini önlerdi. Hattatlar, kamış kalemi bu lika’ya yeteri kadar bular yazmaya devam ederdi. Hattatların yetiştirmeye çalıştıkları talebeleri, hokkayı saygı ile ellerinde tutarak hocasına yardımcı olurdu. Sultan Beyazıt’ ta hocası Hafız Osman’ın hokkasını tutmuş, yazının güzelliği karşısında kendini tutamayarak “Bundan sonra artık bir Hafız Osman yetişmez” deyivermiş. O da bakın nasıl cevap vermiş. “Hocası yazarken, Efendimiz gibi hokkasını tutan padişahlar oldukça, daha çok Hafız Osmanlar yetişir Hünkârım.”

Mürekkebin çabuk kuruması için bazen üzerine “rıh” denilen bir kum dökülürdü. Bu kumun içine konduğu kaba da “rıhdan” denirdi. Bazı yazılara Viyana’dan gelen yaldız kırpıntısı gibi adına “Beç Rıhı” denilen tozlar mürekkep kurumadan dökülür, kuruduktan sonra kalanlar tekrar kullanılmak üzere toplanırdı. Bu tozlar da yazıya ayrı bir güzellik katardı.

Kamış kalemler, Irak’ta Dicle nehrinin kenarında veya İran’da Hazar gölünün kıyılarında yetişen kamışlardan yapılırdı. Bu kamışlar ya güneşte ya da gübre içinde kurutulurdu. Bu kuruma işine “kemale ermek” denirdi. Gübre içinde kurutulurken üzerine değişik şekiller de iplik sarılırsa çok güzel desenler elde edilirdi. Kalem hazırlanırken kamışın içinde kendiliğinden oluşan iplikçikler çekilerek içinden çıkarılırdı. Kamış kalemler ucu açılıp da yazmaya başlayınca kâğıda sürtünmekten dolayı ucu bozulur tekrar açılması gerekirdi. Yazıların kalınlığına göre uç ince veya kalın açılırdı. Daha kalın yazılar için de daha kalın kamışlar kullanılırdı. Kamış kalınlığından daha geniş yazılar yazılacaksa o zamanda tahtadan yapılan tahta kalemler kullanılırdı. Kalemler açıla açıla kullanılmayacak kadar küçülürse saygıdan dolayı ya yüksek bir dama fırlatılır ya da ayakaltı olmayan bir yere gömülürdü. Hatta ömürleri boyunca açtıkları kalemlerin yongalarını biriktirip öldüklerinde yıkanmaları için hazırlanan gasil abdesti suyunun bu yongalarla ısıtılmasını vasiyet eden hattatlar bile vardı.

Kurşun ve boya kalemlerimiz için bu gün çok değişik kalemtıraşlar kullanıyoruz. Albenisi olan rengârenk ve değişik şekillerde olanlardan tutunda elektrikle çalışan modellerine kadar çok değişik kalemtıraşlar var. Kamış kalemlerin kalemtıraşları da çok çeşitli idi. Bunlar bugün evlerimizde kullandığımız bıçaklara benzerdi. Sapları ağız kısmının iki katı uzunluğunda olur, keskin ağızları su verilmiş sert çelikten yapılır, şekillerine göre “Hattati, Kâtibi, Söğüt yaprağı, Cam kırığı, Servi” gibi adlarla anılırdı. Sap kısmı, Kemik, Fildişi, Abanoz, Mercan, Pelesenk, Ünnap, Ödağacı, Bağa, Boynuz, Yeşim, Som, Şimal, Hacı Maksut taşı, Demirhindi, Çelik veya Altın kakmalı çelikten olurdu. Kalemtıraşçılıkta ayrı bir sanattı ve her birinin ayrı bir maddi değeri vardı. Kalemtıraşı yapan usta bıçağın bir yüzüne toplu iğne başı kadar büyüklükte kendi mührünü basardı.

Kamış Kalemin ağzını açmak için üzerine konulduğu alete de “Makta” denirdi. Maktalar 2-3 cm. eninde,10-20 cm. uzunluğunda ve 2-3mm. Kalınlığında kemik veya fildişinden yapılmış küçük cetvel gibi bir şeydi. Kalemin ucu, cam veya benzeri sert bir materyalin üzerinde açılırsa, kalemtıraşın ağzı zarar görürdü. Bu yüzden daha yumuşak bir materyal daha kullanışlı olurdu. Maktanın üzerinde kamış kalemin genişliği kadar bir yiv açılmış olurdu. Maktalarda süslenmeye müsait aletlerdi. Bazılarında öyle bir sanat vardı ki üzerlerinde kalem düzeltmeye kıyılamazdı. Bu sanat eserlerinin üzerinde de sanatkârın imzası olurdu. Güzel yazı yazmak bir sanattı ve zahmetli bir iş idi. Hattatlık ve Hat sanatı ayrı bir kabiliyetti. Yazımızı Hat sanatı ile ilgili yaşanmış hikâye ile bitirelim.

İkinci Dünya Savaşı öncesinde Bakırköylü Ermenilerden Doktor Peştemalcıyan, ailesiyle birlikte Türkiye’den Almanya'ya göç edip Berlin'de bir halı ve kilim mağazası açar. Savaş başlayıncaya kadar işleri yolunda gitmiş, baba Peştemalcıyan işleri oğlu Aram Peştemalcıyan'a bırakmıştır. Ama savaş zorlu günleri de beraberinde getirir ve her gecen gün bir öncekini aratır hale gelir. Savaş bütün hızıyla sürerken 1943'un sonuna doğru Almanlar için savaşın gidişatı belli olmuş, daha fazla savaşacak gücünün kalmadığı ortaya çıkmıştır. Sovyet askerleri 1944 yılının Ocak ayında Oder Irmağı’nı geçerek önce Budapeşte'ye, Nisan başında ise Viyana'ya girerek Berlin’e doğru ilerlerler ve 25 Nisan'da Berlin'i kuşatırlar. Ruslar artık Berlin’dedir. Yağma ve talan Almanya’da sıradan bir iştir. Taciz ve tecavüzün bininin bir para olduğu o günlerde asil mesele hayatta kalmak ve tatlı canını kurtarmaktır. Bu zor şartların hüküm sürdüğü günlerde Rus İşgal Komutanlığı bir bildiri yayınlar. Bildirideki kesin emre göre her yer, Rus askerlerine açık tutulacaktır.

Savaşın acımasız yüzünü bütün çıplaklığıyla çoktan gören Peştemalcıyan ailesi de emre mecburen uyacaktır. Halı mağazalarının kapılarını açarak Rus askerlerinin yağmaya gelmesini endişe ile bekleyen ailenin bu bekleyişi fazla uzun sürmez. Peştemalcıyan Halı-Kilim Mağazası’ndan içeriye gürültü ve patırtı ile kılıksız, vahşi görünüşlü, Moğol tipli ve silahlı iki asker yüksek sesle bağıra çağıra konuşarak girer. Askerlerden biri halılarla ilgilenirken diğeri, genç kızlarını da aralarına alarak hareketsiz bir şekilde endişe ile olup biteni takip eden Peştemalcıyan ailesine yönelir. Etrafa şöyle bir göz atıyormuş gibi yaptıktan sonra genç kıza doğru yaklaşır ve elini uzatır. Aram Peştemalcıyan gayrı ihtiyari ve seri bir hareketle askeri bileğinden sıkıca yakalar. Çekik gözlü asker bu ani tepki üzerine tabancayı çekip Peştemalcıyan'ın şakağına dayar. Aram Peştemalcıyan, adeta taş kesilen karısına döner ağzından Türkçe “Şimdi bok’u yedik” cümlesi dökülür. Bu sözleri işitince irkilen asker silahını indirerek sorar. "Ne dedung? Ne dedung?..." Baba Peştemalcıyan olayın şoku içerisinde, ister istemez söylediği sözleri tekrarlamak zorunda kalır. "Şimdi bok’u yedik". O anda sanki bir mucize olur. Asker ani bir hareketle yıllar sonra bir dostunu görmüş gibi büyük bir sevinçle Peştemalcıyan’ın boynuna sarılır. Peştemalcıyan şok üstüne şok yaşmaktadır. Olayı kavramaya çalışıyor ve askerin Kırgız ağzıyla, "Miz gan gardaşiz, min sinig gardaşmam" yani "Biz kan kardeşiyiz, ben senin kardeşinim" derken sevinçten çılgına dönmesini hayretler içinde seyreder. Mağazayı basanlar, Rus ordusundaki Kırgız askerlerdir ve Sovyet ordusu ile Berlin'e kadar gelmişlerdir. Karşılarında Türkçe konuşanları görünce büyük şaşkınlık yaşamışlardır. Olay anlaşılıp şok atlatılınca Peştemalcıyan ailesi rahat bir nefes alır. Askerler özür dilerler, çaylar içilir, konuşmalar uzar ve iki asker sonraki günlerde mağazaya gönüllü bekçilik yaparlar.

Peştemalcıyan ailesi bir gün mağazalarını gezen bir Türk gazeteciyle tanışırlar ve gazeteciyi evlerine davet ederler. Yaşadıkları olayı büyük bir heyecanla ve yeniden yaşıyormuşçasına tekrar anlatırlar. Hayatlarını kurtaran bu sihirli cümlenin Peştemalcıyan ailesi için neler ifade ettiğini, hayatta kalmalarına sebep olan bu sözleri bir hattata yazdırıp evlerinin en güzel yerine asmak istediklerini ve bu anı her zaman hatırlamak istediklerini söylerler. Gazeteci, onlara bu konuda yardımcı olabileceğini söyler. Türkiye’ye dönüşünde hattat ve mücellit Üstat Emin Barın'ın Çemberlitaş'taki atölyesine gider. Üstat Emin Barın’da kendisinden yazılması istenen cümleyi duyunca şaşırır. Zira ilk defa böyle ilginç bir taleple karsılaşıyordur. Hemen "Yazarım" diyemez, düşünmek için zaman ister. Daha sonra kendisinin Almanya’da bulunduğu ve cilt eğitimi aldığı sırada yaşadığı savaş günlerini hatırlayınca işi kabul eder. Bir hafta sonra tekrar gelen gazeteciye o cümleyi yazabileceğini söyleyerek yazımızın başlığında konu olan “celi sülüs levhayı” hazırlar. Levhanın etrafını da "Hatip ebrusu" ile süsler. Levha, Peştemalcıyan ailesinin artık dostu olan gazeteci tarafından Berlin'e götürülür. Levhanın hikâyesi işte böyle... Hayat kurtaran argo bir cümle, bir hattat’ın elinde sanat eseri bir levhaya dönüşmüş ve 17 Temmuz 1966 tarihli Yeni Gazete’ye de haber olmuş. Üstat Emin Barın, daha sonraları dostlarına "Hadise o kadar ilgi çekiciydi ki gazeteci dostumdan dinleyince teklifini kabul etmek zorunda kaldım" diyecektir.

02.11.2013
OKUR YORUMLARI
Yozgat'ta Günün Haberleri
YOZGAT'TA 5 GÜNLÜK HAVA DURUMU
hava durumu
YOZGAT İÇİN GÜNÜN NAMAZ VAKİTLERİ