A.Kadir ÇAPANOĞLU

A'DAN Z'YE

KAMBUR HALİL’İN SONU

Değerli okurlar bundan önceki bir yazımda “Bir Yiğit Beyzade, Çapanoğlu Halit Bey’i” anlatmış ve onu ihbar eden Kambur Halil’den kısaca bahsetmiştim. Aşağıda nasıl yakalanıp nasıl yargılandığını olayı yaşayanların torunlarının ağzından ve araştırmacı yazar Siyami Yozgat’ın kaleminden romansı bir hava içinde okuyacaksınız. İbret olması dileği ile.

Eşkıya korkusundan karanlığın en koyu yerine gizlenenmiş olan toprak damlı köy evleri ölü toprağı saçılmış gibi sessizdi. İdare lambaları söndürülmüş, ırgatlıktan dönen köylüler yorgun argın yataklarına sokulmuş, uykunun kucağına bırakmışlardı kendilerini.

Eşkıyaların girmesiyle köyün ışıkları titredi atların nal seslerinden. Gelip caminin yanındaki harman yerinde durdular. Bir süre aralarında fısıltı halinde konuştular, içlerinden dört beş tanesi ayrılıp köyün kıyısındaki çatal kapılı, önünde yaşlı bir akasya ağacı olan eve doğru sürdüler atlarını. Evin önüne geldiklerinde atlarından sıçrayıp indiler. Evin duvarının dibindeki çeşme şırıl şırıl akıyordu gecenin sessizliği içinde.

Deli Hacı, mavzerin dipçiğiyle kapıyı dövmeye başladı. Çürümeye yüz tutmuş kapının çıkardığı ses karanlığın içinde yankılandı. Avlunun duvarından bir taş düştü. Evin önündeki akasya ağacından bir baykuş kalkıp can havliyle uçtu, karşı damın merteğine kondu.
“Kambur Halil!” diye bağırdı Hacı. Sesindeki öfke köyün üstünde dağıldı, karşı yamaçtaki kayalıklarda yankılandı. “Kambur Halil çık dışarı lan pezevenk!”
İçeriden hiç ses gelmedi.
Deli Hacı, bir tekmede açtı avlunun çatal kapısını, içeri girdiler. Ağır bir gübre kokusu vardı havada. Avlunun kıyısındaki gübre yığının yanında örtmenin altında zincirlenmiş köpek göğü yırtarcasına havlıyor, zincirini koparmaya çalışıyordu.
Evin kapısına dipçikle iki defa sert sert vurdu Deli Hacı
“Kim o?” diye bağırdı içeriden zayıf, öksürüklü bir kadın. Sesi köpeklerin sesine, çeşmenin şırıltısına karıştı.
“Aç şu kapıyı zırlama!” diye bağırdı Deli Hacı,
Biraz sonra kapıyı kara kuru bir kadın açtı.
“Kocan nerde?”
Kadının korkudan dili tutulmuştu.
Kadını yana iterek içeri girdiler. Kısa bir aramadan sonra Kambur Halil’i çıkardılar ortaya. Yüklüğün altında tortop olmuştu. Orta yaşlarını çoktan aşan adam, güneş yanığı teninin içinde kurumuş ve kamburu iyice çıkmış, gözlerinin feri sönmüştü. Boş gözlerle bakıyordu etrafa. Karanlıkta kimlerin geldiğini pek seçememişti ama karşısında silahlı adamları görünce, artık dünyada yaşadığı rezil ömrün sonuna geldiğini anlamıştı. Gözbebekleri büyüdü, korku gözlerinden yüreğine aktı ve bütün bedenini teslim aldı.
Gelenlerin Aynacıoğlu'nun adamları olduğunu anlayınca korkusu kat kat arttı, benzi mum gibi soldu. Kamburunun içine saklanmak ister gibi büzüldü iyice.

Günlerdir hep bu anın korkusuyla yaşamıştı. Halit Bey’i ihbar ettiği günden beri geceleri uyuyamıyordu. Düşünde kendini hep kurşuna dizilirken görüyor, kan ter içinde uyanıyordu. Avluda dolaşıyor, soğuk sular içiyor, göğsünü poyraz yeline tutup yüreğinin yangınını soğutmaya çalışıyordu. Sabaha kadar avluda bir taşın üstünde oturuyor sigara üstüne sigara içiyordu. Karısı onu teselli etmeye çalışıyordu ama nafile. Korkusu gün geçtikçe dağ gibi büyüyordu. İşte korktuğu başına gelmişti.
“Buyurun ağam!
“Gel bakalım Kambur Halil. Seninle biraz işimiz var.”
Koşarak geldi. Üzerinde dizleri yamalı bir don ve kirden her tarafı morarmış bir iç göyneği vardı.
“Üstümü başımı giyeyim ağalar.”
“Yürü lan! Sıçarım şimdi senin üstüne başına!”
Deli Hacı, dipçiği yerleştirdi adamın omzunun kütüğüne. Kambur sendeledi, düşecek gibi oldu, Hacı, tüfeğin namlusuyla sol böğrüne bir daha dürttü.
“Yürü lanpezevenk!”
Sustu Halil, kaderine razı, kurbanlık bir koyun gibi usul usul yürüdü silahlı adamların önünde. Hem yürüyor hem nasıl olup da Halit Bey’i konguracılara ihbar ettiğine hayıflanıyordu. Hırsız Mıstık’la bir olmuş, alacakları üç kuruş ve bir aferin uğruna yıllardır ekmeklerini yedikleri, tarlalarında, çiftliklerinde çalıştıkları Çapanoğullarına tuzak kurdurmuşlardı. Bunları düşününce korkusu daha da büyüdü. Çünkü biliyordu ihanetin bedeli ölümdü ve o an gelmişti.

Ta başından beri Çapanoğullarının yanında gözükmüş ama gizli gizli Yozgat’taki konguracılara Karatepe’den, çevre köylerden haberler götürmüştü. “Çapanlardan bir iz bulduğunda haber ver, dile bizden ne dilersen” demişlerdi.

O, bunları düşünerek yürürken peşinden gelen Deli Hacı, hiç durmadan sövüp sayıyor, arada bir de namluyla arkasından dürtüyordu. Kambur Halil, dizlerinin bağı çözülmüş yürüyemiyor, yerde sürüklenerek gidiyordu sanki. Ağlayarak yalvarıyordu. Çok pişman olduğunu, Hırsız Mıstık’ın onu kandırdığını söylüyordu. Daha doğrusu söylediğini sanıyordu. Çünkü korkudan sesi boğazında düğümlenmiş, belli belirsiz çıkıyor, anlaşılmıyordu.

Köylülerin pek çoğu korkularından dışarı çıkamamış camların arkasından, perdelerin aralığından olanları, olacakları görmeye anlamaya çalışıyorlardı.

Deli Hacı ve yanındakiler biraz ilerideki dereye ulaştıklarında durdular. Tüfeklerini omuzlarında indirip mermiyi yatağına sürdüler. Şakırdayan mekanizmanın sesi, gecenin sessizliğini bozdu.

“Puştluğunun bedelini ödeme zamanı geldi Kambur Halil!” diye bağırdı Deli Hacı, tüfeğin dipçiğini kamburunun tam ortasına yerleştirdi adamın. Halil yere kapaklandı, ağzından burnundan kan fışkırdı, debelendi bir müddet, kalkmaya çalıştı fakat ayaklarının bağı çözülmüştü bir kere, olduğu yerde kıvranıyordu.

Deli Hacı Kambur Halil’in giysisinin bir yerinden tutup bir leş sürür gibi sürüdü.
Harman yerinde bekleyen Ayanacıoğlu’nun önümde geldiklerindeKambur’un gövdesini ortalığa bıraktı.

Yarısı bulutlarla kapanmış ayın şavkı Aynacıoğlu'nun üstüne düşmüştü. Aynacıoğlu karanlığın içinden fırlayıp gelmiş bir Azrail suretinde görünüyordu.
“Kalk ayağa!” diye bağırdı.
Kambur Halil, tüm gücünü kullanıp dizlerinin üstüne doğruldu, en acınası sesini bulup “Hoş geldiniz” demeye çalıştı fakat sesi çıkmadı, dili düğümlendi, öylece dondu kaldı, ortalık yerde.

Aynacıoğlu’nun elindeki mavzerin namlusu alacakaranlıkta parladı. Herkes nefesini tutmuş, ağzından çıkacakları bekliyordu.“Benim adım Aynacıoğlu! Tanıdın mı beni kambur pezevenk?” diye bağırdı.
Kambur Halil’in benzi kül gibi oldu. Ağzının kenarındaki kanlı çamuru güç bela sıyırarak: “Tanımam mı ağam!..” diye kekeledi. “Ününüzü bu mıntıkada duymayan mı var?” Bacakları titriyor, ayakta zor duruyordu.

“Ulan dürzü! Madem duyarsın da niçin gonguracılar geldiğinde odanda yatırır kaldırır, beslersin; atlarına arpa, mavzerlerine mermi verirsin?”

Kambur Halil’in gözleri yuvasından fırladı. Bu sözlerin sonunun kötüye gideceğini hissetmişti. Meydandakilere yardım dilenir gibi baktı. Kimsede ses yoktu.
“Peki, Yozgat jandarma kumandanı Vasfi’yi tanır mısın?
“Hiç görmedim, bilmem, tanımam.”
“Ulan nasıl tanımazsın dürzü? Geçen gece gelip bu köyde konaklamadı mı, gizlice görüşmediniz mi?”
Kambur Halil, kafasını yere dikip sustu.
“Sonra da Yozgat jandarma komutanı Vasfi Beye haber gönderdiğini Yozgat toprağında duymayan kaldımı? “Çapanoğlu Halit Bey karısını oğlunu görmeye geldi, aman hemen basın, yakalayın!” demedin mi? Bütün bunlar oldu mu, olmadı mı?”

Kambur Halil; ne “oldu”, dedi, ne “olmadı” diyebildi. Dizlerinin üstüne çöküp Aynacıoğlu'na doğru sürünerek gelmeye çalıştı; “Bokunu yiyim Aynacıoğlu, bana canımı bağışla, çocuklarımı yetim koyma!” diye yalvardı.

Aynacıoğlu, Kambur Halil’i mundar bir hayvan leşini iter gibi ayağının ucuyla, tiksintiyle itti; “Mazluma ihanet etmek var mı lan sizin kitabınızda şerefsiz?” dedi. Kambur Halil’i tekmelemeye başladı.
“Ulan dürzü. Aslan gibi Halit Beye puştluk ederken hiç mi yüreğin titremedi? Yıllardır kapısında yalandığın, önünde el pençe divan durduğun dağ gibi yiğide pusu kurmaya nasıl yüreğin dayandı?”diye haykırdı.

“Tövbe olsun ben gammazlamadım Mehmet ağa. Candarma kumandanı izine düşmüş Halit Beyin.”

“Yalan söyleme pezevenk! Çapanoğlu Halit Bey’i götürürlerken ‘Oh olsun! Koskoca Kemal Paşaya kafa tutmak senin neyine? Eski günlerine mi güveniyorsun hey zavallı Çapanzade!’ diyen sen değil misin?”

“Tövbe iftira Mehmet ağa! Çekemezlerin yalanı. Halit Beyin arkasından ne kadar gözyaşı döktüm bilemezsin.”

“Sus dürzü! Aynacıoğlu bunun acısını sende komaz diyenlere; “O Aynacıoğlu alçağı buralara yönünü dönüp bakamaz bile. Şaşırır gelirse kulağından tutup kuvvacılara teslim etmek boynumun borcu olsun” dediğine ne dersin?”

Daha fazla konuşmadı Aynacıoğlu, sinirden köpürüyordu. Elindeki Mavzeri doğrultup peş peşe tetiğe bastı. Kurşunu yiyen Kambur Halil korkunç bir çığlıkla havaya sıçradı, olduğu yere düştü, çırpınmaya başladı, bir taraftan da bağırıyordu:

“Bir daha sıkma Aynacıoğlu! Canımı bağışla çocuklarıma, ben bu yaradan ölmem!”

“Sus dürzü!” dedi Deli Hacı, kanlı gözlerini çevirerek; “Onu Halit Bey’i şikâyet etmeden önce düşünecektin!” Belinden karadağı çıkarıp sıktı Kambur Halil’in kafasına. Şahdamarı parçalanan Kambur Halil’in kanı şorlayı şorlayı akıyordu. Ortalığı bir kan kokusu doldurdu ki orada bulunan pek çok eşkıyanın başı döndü, midesi bulandı.
Kambur Halil, kafasına yediği kurşunla kaskatı kesildi, canı tozlara karıştı.

“Bu şerefsizin leşini ibreti âlem için buradan kaldırmayın! Ağasına, beyine hıyanet edenin sonu böyle olur.” diye bağırdı Aynacıoğlu ve atına atlayıp uzaklaştı. Tekmil eşkıyada peşinden, geldikleri gibi dörtnala, karanlığa kurşun sıkarak sürdüler atlarını, köyün dışına çıktılar, ay ışığında kaybolup gittiler.

Kambur Halil’in cesedi günlerce yattı köy meydanında. Köpekler parçaladı, sürükleyip götürdü köyün dışındaki derenin kenarına. Hiç kimse oralı olmadı.

KAYNAK: Siyami Yozgat/ USAT- Yozgat isyanının romanı.

Değerli okurlar, yukarda arz ettiğim kitap bilhassa Yozgatlı hemşerilerimizin evinde bulunması gereken tarihi bir belge ve bir başucu kitabı niteliğindedir. Tercih sizin.

20.02.2015

OKUR YORUMLARI
Mehlika Filiz Ulusoy
25.02.2015 12:25:00

Abdülkadir Bey,

USAT, Yaşar Kemal romanları tadında bir kitaptır. Severek okumuştum.
Kitabın sonunda, son eşkıya da teslim olmak zorunda kaldığında, insanın neredeyse ağlayacağı geliyor! Siyami Yozgat Bey, gerçekten bir usta.

Saygılarımla

ŞİNASİ BARUTÇU
22.02.2015 23:26:00

Bir tarih öğretmeni olarak Serpil Toklu hanıma ben cevap vereyim. Tarihi olaylarla ilgili yorum yapmak için önce tarihi iyi okumak gerekir. Yani tarih bilgisi gerekir.Osmanlıyı ve Osmanlıdan sonraki dönemi de yani 1890-1920 arasını da iyi bilmek gerekir. Serpil hanımın sorusunun cevabı Aynacıoğlunun şu sözünde zaten var. “Bu şerefsizin leşini ibreti âlem için buradan kaldırmayın! Ağasına, beyine hıyanet edenin sonu böyle olur.”

Dini imanı para olan ucuz insanlar önce kendilerini, sonra etrafındakileri o da yetmezse vatanı satarlar.

Teşhir edilme meselesine gelince işlediği suçun cezası olarak asılanlar halk ibret alsın diye boyunlarında yaftaları ile bir süre darağacında sallandırılırlar. Son olarak Özgecan’ın katilinin asılmasını isteyenlerin ne kadar çok olduğu sosyal paylaşım sitelerinde yazıldı. İnanıyorum ki ayaklarından asılsın da yavaş yavaş can versin diyenlerin sayısı da ondan az olmayacaktır.

Osmanlı devletinin çökmesiyle asayişin kalmadığı Anadolu da işledikleri bir suçtan dolayı dağa çıkmak zorunda kalan bir kısım eşkıya, orduya katılmaları şartı ile affedilince milli mücadeleye katılmışlardır

Serpil Toklu
21.02.2015 21:16:00

Abdulkadir bey,romandan bir hikaye okumuş olduk. Fakat anlayamadığım "İbret olması dileğiyle" diye bir ibare eklemişsiniz. Kimlere ibret olmalı? Ağasını ihbar eden kölelerin cesetlerinin ortalık yerde kalması mı? Suçu ne olursa olsun bir insanın cansız cesedine yapılan saygısızlık mı? Suçunun cezasını ödetdikten sonra dahi,Allah'ın yarattığı bedenin insanlara gözdağı vermesi için ortalıkta zebil edilmesi mi? Güçsüzün güçlüye yaptığı yanlışın bedelini cansız cesediyle bile ödeyişi mi? Allah aşkına bu ibareyi ne anlamda yazdığınızı biraz açarmısınız.

Atatürk'e bir kez daha teşekkür ediyorum ki bizlere cumhuriyeti armağan ederek, ağalık-paşalık sömürgesinden, yoksulun ezilişinden, çetelerin cezasından insanları azda olsa kurtardı. En azından kurtulmaları için bir ışık yaktı.

Yozgat'ta Günün Haberleri
YOZGAT'TA 5 GÜNLÜK HAVA DURUMU
hava durumu
YOZGAT İÇİN GÜNÜN NAMAZ VAKİTLERİ