Yozgat basının en eski gazetecilerinden Anadolu Ajansından emekli ve halen ANKA ajansın muhabiri değerli kardeşim Seyfi ÇELİKKAYA'ın Yozgat’ta Et ve Süt Kurumu (ESK) satış mağazası önünde sabahın ilk ışıklarıyla birlikte başlayan ucuz et kuyruğu fotoğraflı haberini okuyunca aklıma geldi.
Değerli okurlar, Wilson Amos Farnsworth, 1874 kıtlığındaki Yozgat’ı şöyle anlatıyor; "6 Haziran 1874 tarihinde bölgemizin tamamını kapsayan ve 22 gün süren bir tura çıktım. Yozgat’a vardığımız zaman afet mıntıkasının merkezine ulaştığımızı sandık. Umumi yerler kalabalıktan geçilmiyordu. Bunların neredeyse tamamı çevre köylerden gelen yarı aç fakat henüz mutlak çaresizliğe düşmemiş, elinde hâlâ bir bakır ibriği, bir koyunu, bir yatağı veya bir yorganı bulunan ve bunu satıp bir parça ekmek almaya çalışan insanlardan oluşuyordu. Bu kalabalığın içinde mütemadiyen, sahipleri açlıktan öldüğü veya başka yerlere taşındığı için metruk kalmış evlerden sökülen ahşap malzemelerle yüklü arabalar geliyordu. Sungurlu’yu Yozgat’tan daha kötü bir durumda buldum. Oranın yöneticisi kış boyunca 5.000 insanın açlıktan öldüğünü söyledi. Sokaklarda ölenlerin bazen dört gün boyunca gömülmeden kaldıklarını ve cesetlerinin köpekler tarafından parçalandığını anlattı."
Küçükken sık duyduğumuz bir deyim vardı; "kıtlıktan mı çıktın yavaş ye !" derlerdi. Yağını, peynirini, ununu, bulgurunu idareli kullanmaya çalışan ninelerimiz içinde "kıtlık gördüğü için böyle yapıyor" derlerdi. Cennetmekân anneannem Leyla Cerit Hanımefendi (Çapanoğlu), bazı yeni gelinler, karınları acıktığında bir lokma bir şey bulamadıklarından bahisle kaynanalarından şikâyet ederlerdi çünkü evin kilerinin anahtarı kaynananın elindeydi. Sonra iç çekerek ilave ederdi "kıtlık görmedikleri için böyle şikâyet ediyorlar."
Anneannem, hem Çapanoğulları hadisesi sonucu Çerkez Etem'in Yozgat'ta yaptığı yakıp yıkma ve yağmalama olaylarını hem de Çapanoğullarına akraba olduğu gerekçesiyle aile mal varlıklarındaki kayıpları yaşamıştı. Daha sonra da ikinci dünya savaşı sıkıntılarını bizzat yaşamış bir canlı tarih idi. Ama Dayılı köyünden gelen kazanımlar ile Yozgat'ta refah sayılabilecek bir yaşamımız olmuştu.
Ben ikinci dünya savaşının sona erdiği 1945 yılının ekim ayında hem de Cumhuriyet Bayramı sabahı doğmuşum. Yani, Cennetmekân Atatürk'ümüzün bize bıraktıkları sayesinde o kıtlıkları ya da sıkıntıları görmedik yaşamadık. Hatta Cumhuriyetimizin en güzel yıllarını biz yaşamız, ta ki ülkemin nesi var nesi yok satıldığı üzerimize bir kâbus gibi çöken 2000 li yıllara kadar.
Değerli okurlar, 1990 yılında Rusya'nın resmen dağıldığı dönemde kıtlığı uzaktan da olsa gözlerimizle gördük, hissettik, üzüldük, korktuk. Daha doğrusu ben çok korktum. Çünkü Ruslar önceleri çalıştıkları ama kapanan fabrikalardan kendilerine verilen alet edevatları getirip bitpazarlarında sattılar. Onlar bitince ev eşyalarını, kalitesiz giysilerini, şampanya tadındaki içkilerini getirdiler. Hatta yaşlı bir Rus Hanım pembe renkli dantel el örgüsü su bardağı altlığını satmaya çalışıyordu. Sonunda onlarda bitti ve hepsi yüksek tahsil yapmış endamlı güzel Rus kızları beyaz kadın tacirlerinin ellerine düştüler. Koskoca Rus halkı bu duruma düşebiliyorsa bizim başımıza böyle bir felaket gelirse biz ne yaparız diye korkardım, içim ürperirdi. "İnsanoğlu intihar dâhil her şeyi yapabilirmiş ama en zoru bedenini satmakmış."
Bunun benzeri de Rodos'un Arhangelos (Arhaggelos) köyünde yaşanmıştı. Köyün hikâyesi çok ilginç. İkinci dünya savaşı sırasında Rodos şehrinde yaşayan halk yiyecek sıkıntısı çekiyor. Archangelos köylüleri ürettikleri sebze ve ekmekleri şehre getirip satıyorlar ama şehir halkında para yok. Devlet maaş ödemeleri yapamıyor. Aldıkları meyve sebzeye karşılık eşya veya giyecek veriyorlar. Örneğin evlerindeki aynalı dolapları veriyorlar. Köylü onları alıp köye getiriyor ama dolap eve girmiyor. Koyuyor kapının yanına veya uygun gördüğü bir yere. Keçi geliyor aynada kendini görüyor, bir tos vurup aynayı kırıyor. Rodoslu hanımlar mesela aldıklarına karşılık kombinezonlarından birisini veriyorlar. Köylü kadını bakıyor altı dantelli üstü dantelli pek güzel bir şey, giyiyor elbisesinin üstüne. Görmeyince, nasıl kullanıldığını bilmeyince ne yapsın. Böyle şaşkınlıklar için söylenen Arhengelostan mı geldin deyimi buradan geliyormuş
Bugün için ilaç sektörü hariç bir kıtlıktan bahsedemeyiz piyasada her şey var ama alım gücümüz o kadar düştü ki yaşam ihtiyacımız olan gıda maddelerini bile minimum miktarda almaya özen gösteriyoruz. Kiralar aldı başını gidiyor. Çok şükür kiracı değiliz ama kirada oturan dostlarım arkadaşlarım var.
Türkiye'nin ekonomik, siyasi, dini alanlarda geriye gidişi 1946 yılında Demokrat Patinin iktidara gelişi ile başladı. Adnan Menderesin başbakan olarak başında bulunduğu hükümetler ezan'ın Arapça okunması yasası ile başlayarak Atatürk devrimlerini tırpanlamaya başladılar. Ondan sonraki iktidar sahipleri ve ortakları da bu geri gidişi daha da hızlandırdılar. 1980 darbesi ve sonrası noktayı koydu. Ülkemizin bu durumlara düşmesinin baş müsebbipleri şimdi badem gözlü oldular. Hakikaten "Hafıza-i beşer nisyan ile malulmüş. Yaşayarak öğrendik.
Yaşadığımız son yirmi yılın sonunda Cumhuriyetin kazanımı fabrikalarımız birer birer yabancı alıcılara satılarak elimizden kaydı gitti. Gübre, mazot, elektrik giderlerinin fahiş fiyatları yüzünden ekilemeyen biçilemeyen tarım alanlarımız ile tarımımız bitti köylümüz perişan oldu. Önemli bir tarım ülkesi olan Türkiye'de tarım alanları azalıyor ve çiftçi sayısı düşüyor. Maalesef tarım yapılan topraklar müteahhitlere satılıp ev, site ve fabrika yaptırılıyor. Ve o mekânların toprak alanlarında ise ağaçlandırma yerine ticari olarak kazanç sağlayacak şekilde otopark, çay bahçesi, kafe vs. yapılıyor.
"Çiftçi, kendini yeterince motive hissetmiyor ve tarlayı ya satıyor ya boş bırakıyor" Samanı bile ithal ettiğimiz yem sıkıntısı yüzünden besiciliğimiz ve sütçülüğümüzde bitmek üzere. Ve bugün işsiz sayımız 11 milyona ulaşmış durumda. Nerede 20-30 işçi alınacak 20.000- 30.000 hatta 100.000 kişi bir umutla başvuruyor. İçine sürüklendiğimiz ekonomik dar boğazda bu derece çaresiz kalan insanlar ailelerinin geçimlerini sağlayabilmek uğruna kartonlara yazdıkları ilanlar ile böbreklerini satışa çıkarıyorlar.
1990 yılında içimi ürperten korkularım yeniden içimi ürpertiyor.
Ücret karşılığı çalışanların tek umudu emekli olduklarında alacakları emekli ikramiyesi ile başlarını sokacakları bir ev sahibi olmaktı, oluyordu da. Ben daha emekli olmamıştım, 1992 yılında İş Bankasından emekli olan eşimin emekli ikramiyesine bizim yaptığımız bir miktar birikimi ekleyerek İstanbul Ataköy'de bir daire sahibi olmuştuk. O tarihe kadar yani 1975-2014 arası sıfır kilometre olarak dokuz kez aracımı yenilemiştim. Akaryakıta birkaç günde bir gelen zamlarla bırakın yeni araç almayı araçlarımızı kullanamaz duruma geldik. Bunun sebebi Türkiye'yi yönetemeyen iktidar sahipleri. Hem yönetemiyorlar hem de bırakıp gitmiyorlar. Bu nasıl bir hırstır anlamak mümkün değil.
İnsan umut ettiği sürece yaşar derler. Başımı ellerimin arasına alıp düşünüyorum. Her nasılsa bugüne kadar bir işyerinde çalışabilme şansına sahip olmuş ve emekliliğe hak kazanmış bir kişi bu gün ev ya da araba alabilir mi? Hasbelkader bir iş bulmuş ve çalışmaya başlamış bir genç yarınları için umut besleyebilir mi?
Gazete haberlerinden öğreniyoruz. Her 4 kişiden biri borcunu ödeyemiyor2024 yılında, ülkemizdeki icra dairelerine yönlendirilen dosya sayısı 718 bin olmuş ve her gün yaklaşık 25 bin yeni dosya eklenmeye devam ediyormuş.
Karamsar bir yazı oldu biliyorum ama bu gidiş gidiş değil. "Türkiye tarımda kendi kendine yetebilen 7 ülkeden biridir" diye bilinirdi. Yeni bir yol haritası belirlenmezse enerji ve teknolojinin ardından tarımda da ithalata bağımlı olma riski ufuktayken şimdi de irtica tehlikesiyle karşı karşıyayız.
Ali
16.03.2024 14:16:14Selamlar yazı anlayana güzel bir ders