Her çocuk değişik oyuncakları olsun ister. Benim olmadı. Ta ki ilkokul 4.sınıfa kadar. O yıl(1955) karnelerimizi alınca rahmetli babam bana tenekeden yapılmış bir roket, kardeşime de yine tenekeden yapılmış bir otomobil aldı. Her iki oyuncakta Japon malı idi. Roketin tekerlekleri vardı ve yürütünce tekerleklere bağlı olarak dönen bir disk sürtündüğü çakmak taşından kıvılcımlar çıkarıyordu. Oyuncaklar mı çok pahalı idi yoksa babamın maaşımı yetersizdi bilmiyorum, oyuncaklarımızı hep kendimiz yapardık. Mesela ince bir tahta parçasının bir kenarını u şeklinde oyar arasına don lastiğinden çektiğimiz tek bir teli koyar yine ince bir tahta parçasından yaptığımız pervaneyi bu lastiğin arasında bükerek kurar sonra leğendeki suyun içine bırakırdık. Yavaş yavaş dönen pervane bizim için koca bir vapur olan tahta parçasını yavaş, yavaş yüzdürürdü. Ortaokulda okurken evdeki küçük demliği bu sefer büyükçe yaptığım kayığın içine oturttuğum ispirto ocağınız üstüne koymuştum. İçine biraz su koydum. Emziğine bir hortum taktım. Kapağını pencereden kazıdığım cam macunu ile kapatıp ispirto ocağını yaktım. Su buhar yapmaya başlayınca benim buharlı gemimde suda süzülmeye başladı.
Amasya lisesinde okurken Amerikan mecmularında gördüğüm bir kızak yaptım. Altına lama demiri koydum. Yanlarına fren tertibatı yaptım. Çakallar tepesinden bindim mi çarşıya kadar tam hızla ama kontrol bende inerdim. İki kardeşe ancak bir bisiklet alınmıştı. Ama bizim sokakta kimsenin bisikleti olmadığından lokal gibi kullandığımız Halkalı evliyanın türbesinde mahalle arkadaşlarımızla oturur sıra ile binerdik. Renkli renkli cam bilyelerimiz vardı. Cebimize doldurur öbür mahallere oyuna giderdik. Bazen üter bazen da ütülürdük. Elimizin üstü devamlı toprakta olduğundan çatlar, kanar, dokunduğumuzda sızlardı ki okullar açılana kadar. Ama sanırım şimdiki çocuklara göre daha mutlu idik. Çünkü sokaklar bizimdi. Arada sırada bir cam da kırsak, çelik çomak, birdirbir en sevdiğimiz oyunlardı. Şimdi bütün küçük çocuklar gibi bizim ikiz torunlarımız da televizyonda izledikleri yabancı menşeli çizgi filmleri heyecanla izlerler. Gördükleri ve bir görüşte de isimlerini ezberledikleri çizgi film kahramanlarına sahip olmak isterler. Bunlar oyuncak firmaları tarafından dışarıdan ithal ediliyor ve 40-70 TL. Civarındaki fiyatlarla satılıyor. Bütün dedeler ve büyükanneler gibi bizde bütçemizin elverdiği ölçüde torunlarımızın bu taleplerini karşılamaya çalışıyoruz. İçlerine neler yok ki, değişik dinozorlardan tutunda hayvan kahramanlardan, animasyon filmlerdeki karakterlere kadar bir hayli oyuncak. Gözden düşen bazılarını, hem evde fazlasıyla yer kapladığından hem de bu sene okula başlayacaklarından ayırıp kamuya ait bir çocuk yuvasına verelim istedik. Bu düşüncemizi torunlarla paylaştığımızda ikisi birden hayııır! Diye bağırdılar. Ama orada annesi babası olmayan kardeşler var onlar da mutlu olsunlar istemez misiniz dediğimizde Eveeet! Diye bağırdılar. Hepsini torbalara doldurup yakınımızdaki çocuk yuvasına götürdük. Büyük bir bahçe içindeki yuvanın kapısında elektrikli bariyer vardı. İki görevliden biri arabamızın yanına geldi. Çocuklara oyuncak getirdiğimizi söyledik.”Sıfır mı” diye sordu. Nasıl yani dedim.”Yani ambalajında mı” dedi. Hayır, torunlarımızın fazla oyuncakları dedim. “Ambalajında olmayanları almıyoruz”dedi. “Hijyenik açıdan.” Diye de bilgiç bilgiç ekledi. Bende “hepsi sıfır sayılır, benim torunlarımın oyuncakları hem de hepsi tertemiz yoksa getirir miyiz” dedim. Maalesef almıyoruz diye kestirip attı. Eşimde ben de hem çok üzüldük hem de kendimizi aşağılanmış gibi hissettik. Ambalajında olsa idi birkaç bin TL tutarındaki oyuncakları görme zahmetine katlansaydı, eminim kendi çocuklarına götürmek için can atardı. Eve gelene kadar ikimizde konuşamadık. Oyuncaklar bir hafta kadar arabanın bagajında kaldı. Bir hafta sonra gelir düzeyleri oldukça iyi olan komşularımızın olduğu yazlığımıza geldik.
Torunlarımız paylaşmayı da öğrensinler diyerek onlara şöyle bir teklifte bulunduk.”Çocuklar, o yuvadaki çocuklar gitmişler, kimseyi bulamadık, bu oyuncaklarınızı arkadaşlarınıza vermek onları sevindirmek ister misiniz? Eveeet! Dediler. Akşam serinliğinde oynamak için bir araya geldiklerinde oyuncakları arabanın bagajından çıkardım. Çocuklar bu oyuncaklardan istediğinizi alabilirsiniz, kardeşleriniz bunları sizinle paylaşmak istiyorlar dedim. Beş dakika sonra oyuncaklar yeni sahiplerini buldu. Düşünüyorum da, o kamu kuruluşunun nizamiyesindeki görevli kişi, bizi kurumun yetkilisi ile tanıştırsaydı. Yetkili kişi de bu oyuncaklara şöyle bir göz atsaydı. Ve her ihtimali göz önüne alarak bir hizmetliye bir kova su içine bir miktar çamaşır suyu koyup, bu suya batırılmış bir bezle onları sildirseydi. Acaba kafalarındaki hijyen problemi ortadan kalkar mıydı? İnanıyorum ki bu oyuncakları özel bir çocuk yuvasına götürseydim. Hemen alır, en kötü ihtimalle yukarda arz ettiğim işlemi yapardı. Şimdi düşünüyorum da? Biz mi yanlış yaptık? Yoksa bir parça çaba harcamayan, her şeyi armut piş ağzıma düş zihniyetiyle sallabaşını al maaşını sözünü düstur kabul eden kamu görevlilerimi. Ben bizi çok üzen bu konuyu sizinle paylaşmak istedim. Peki, senin bu sitemin bir işe yarar mı derseniz, Kellem kellem, la yenfa
05.09.2012
05.09.2012
OKUR YORUMLARI
Rıfat Çakır
08.09.2012 22:26:00
Abdulkadir Hocam hergün keyifle okuduğum köşenize yine harika bir yazı yazmışsınız. Yozgat güzelliklerini sizin gibi bir edebiyat duayeninden okumak çok güzel. İlgi ve hayranlıkla takip ettiğim konularınız ufkumuzu aydınlatıyor. Başarılarla dolu uzun yıllar diliyorum. Saygılarımla...
Celalettin Çapanoğlu
05.09.2012 17:13:00
Değerli Kuzenim Abdulkadir.
19555 yıllarındaki yaşammızı o kadar güzel anlatmışsınki, teşekkür ederim... gözlerim yaşardı. Zira o zamanlar biz oyuncakla nasıl oynandığını bile bilmez idik, telefon vardı, konuşmak için saatlerce beklerdik. Televizyon yoktu, radyo dinşemek ise lüks idi.
Bana da aynı yıllarda Kuzenimiz Gülseren Sebük Ablanın 1. Eşi rahmetli Prof. Muammer Aksoy motosiklet üzerinde bir çocuk oyuncağı getirmiş idi. Motosiklet sadece kurunca yürüyor ve çakmak taşı şeklinde kıvılcım çıkıyordu. Birgün kıvılcımlar çıkmaz oldu ve Annem çakmak tamircisine götür belki o yapar dedi. Usta büyük bir maharetle oyuncağı ikiye açıp çakmak taşını değiştirince bütün mutluluklar benin olmuştu. HEY GİDİ NOSTALJİK GÜNLERİMİZ............
Rıfat Çakır
08.09.2012 22:26:00Abdulkadir Hocam hergün keyifle okuduğum köşenize yine harika bir yazı yazmışsınız. Yozgat güzelliklerini sizin gibi bir edebiyat duayeninden okumak çok güzel. İlgi ve hayranlıkla takip ettiğim konularınız ufkumuzu aydınlatıyor. Başarılarla dolu uzun yıllar diliyorum. Saygılarımla...
Celalettin Çapanoğlu
05.09.2012 17:13:00Değerli Kuzenim Abdulkadir.
19555 yıllarındaki yaşammızı o kadar güzel anlatmışsınki, teşekkür ederim... gözlerim yaşardı. Zira o zamanlar biz oyuncakla nasıl oynandığını bile bilmez idik, telefon vardı, konuşmak için saatlerce beklerdik. Televizyon yoktu, radyo dinşemek ise lüks idi.
Bana da aynı yıllarda Kuzenimiz Gülseren Sebük Ablanın 1. Eşi rahmetli Prof. Muammer Aksoy motosiklet üzerinde bir çocuk oyuncağı getirmiş idi. Motosiklet sadece kurunca yürüyor ve çakmak taşı şeklinde kıvılcım çıkıyordu. Birgün kıvılcımlar çıkmaz oldu ve Annem çakmak tamircisine götür belki o yapar dedi. Usta büyük bir maharetle oyuncağı ikiye açıp çakmak taşını değiştirince bütün mutluluklar benin olmuştu. HEY GİDİ NOSTALJİK GÜNLERİMİZ............