Değerli okurlar, 16.08.2024 günü akşamı uzun süredir aklıma takılan bir konuda bilgisine başvurmak için Yozgat'ımızın yetiştirdiği değerlerden Sayın Prof. Ahmet Yaşar Ocak Hocamı telefonla aradım. İyi ki aramışım çok hasret kaldığım uzun bir sohbetimiz oldu. Yaşar Ocak Hocama ebedi bir minnettarlığım var. Lise yıllarındayken Amasya 'da ikamet eden Alevi dedesi Halil Bey ve ailesi bizi bir akşam yemeğine davet etmişlerdi. Yemekten sonra babama okuması için Arap harfleri ile yazılmış eski Türkçe bir kâğıt uzatmıştı. Babam bu kâğıtta yazılanları okuyunca duygulanmış ve bir süre sessiz kalmıştı. Bu kağıt bir mektup idi. Bu mektup, talihsiz Çapanoğulları hadisesinin müsebbiplerinden büyük dayım Mahmut Celalettin Bey tarafından Halil Beyin babası ve beş köyün sahibi İbrahim Efendiye gönderilmişti. Babam o gece ve sonraki günlerde bu mektubun içeriğinin bir kopyasını istemeyi akıl edememiş miydi ya da istemeye çekinmiş miydi bilemiyorum. Yıllar sonra bu mektubun peşine düşüp Amasya'ya gitmiş ama Piroğlu ailesinden kimseye ulaşamayınca çok üzülmüştüm. Hiç beklemediğim bir gün Yaşar Ocak Hocamdan 30 Mayıs 2006 tarihli bir posta geldi. İçinden hem de Türkçe tercümesiyle bu mektup çıktı. Dünyalar benim olmuştu. Gönderinin zarfını bile hatıra olarak saklıyorum. Bkz: https://www.yozgatgazetesi.com/a-kadir-capanoglu/capanoglu-celal-bey-ve-piroglu-ibrahim-efendi-81658.html
Hocama sorduğum sorumun cevabını aldıktan sonra aynı minvalde biraz sohbet etme şansım oldu zira önceden sormuştum müsait misiniz diye. Bir ara söz rahmetli Prof. Hakkı Acun'un (Çapanoğlu) Osmanlı Mutasarrıfı Çapanoğlu Mahmut Celaleddin (Celal) Bey’in Hatıraları kitabına geldi. Kitabın kaynağı olan ve kütüphanemde muhafaza ettiğim günlük, benim de yukarda arz ettiğim büyük dayım olan rahmetli Mahmut Celaleddin Bey'e ait idi. İstanbul Ticaret Odasının yayınlamak istediği 60 sayfa olan bu defteri itina ile kopyalayıp hazırlamıştım. Hakkı Hocam ben yayınlayayım deyince İ.T.O. dan özür dileyip ona göndermiştim. 352 sayfa olarak yayınlanan kitapta Ahmet Yaşar Ocak hocam bazı yanlışlar bulunca ilk dağıtım iptal edilmiş ve Yaşar Ocak Hocamın editörlüğü ile yeniden basılmıştı.
Mutasarrıflıktan emekli olan Celal Bey, notlarını eski Türkçe yani Arap harfleri ile ve bir hattat güzelliği ile sanki resmi bir yazışma yapıyormuş gibi devlet lisanıyla yazınca Türkçeye çevrilmesi de hayli zor olmuştu.
Gerek İst. Tic. Odası ve gerek Hakkı Hocam neden bu defteri yayınlamak istediler? Çünkü Celal Bey'in notlarında 1921 de vuku bulan talihsiz Çapanoğulları Başkaldırısı ile ilgili önemli bilgiler bulacaklarını sanıyorlardı. Açıkçası bende öyle sanıyordum ama Celal Bey, günlüğünde bu hadiseye çok kısa olarak birkaç sayfa yer vermiş mutasarrıflık yaptığı yerlerde karşılaştığı problemlerden bahsetmişti. Hatta uzunca bir süre maaşını bile alamadığından ailece nasıl sıkıntı içinde kaldıklarından bahsediyordu. Günlükte beklediğimiz bilgileri bulmayınca hepimiz hüsrana uğramıştık desem yalan olmaz.
Fakat bir belgeye bilim insanı gözüyle bakmak farklı bir şey. Ahmet Yaşar Ocak Hocam bana "sadece o gözle bakmayın, Celal Bey günlüğünde o yıllardaki Osmanlı perişanlığını, bırakın köylerinin halini, şehirlerinin bile ne durumda olduklarını çok güzel anlatmış. Benim de okuduğum bir seyahatnamede yabancı bir ülkenin elçisi bir Osmanlı sancak beyine misafir olup (sancak beyi bu günkü vali) onun evinde kalıyor. Elçi, raporunda bizim köylerimizdeki evler bile sancak beyinin evinden çok daha güzel diye yazıyordu.
Osmanlı devleti zamanında Anadolu’ya dolayısıyla Yozgat’a çok yabacı seyyah gelmiş. İngiliz Seyyah J.D.M.Kinneir, Fransız C.Texier, Alman P.V.Tschıhatschff, İngiliz subay Fred Burnaby, H. Bart ve Alman A. D. Mordtmann gibi. Bunlar, Çapanoğlu Süleyman Bey'den ve onun sarayından şöyle bahsediyorlar: "Kar gibi beyaz sakallı, güzel bakışlı Süleyman Bey'in makamı, saçakları altından, fes rengi kadife sedirli muhteşem bir oda. Yozgat sarayı birçok daireleri uzun koridorları ve çeşitli bahçeleri olan büyük bir binadır. Ahşap olan bu bina geniş bir duvarla çevrilidir. İki katlıdır. Zengin döşemesi vardır. Dairelerinde renkli resimler ve yaldızlı süsler göze çarpar. Birçok salonları vardır. Bu salonlardan biri kırmızıya ve diğerleri sarı ve çeşitli renklere boyanmıştır. Sarayın ihtişamı göz kamaştıracak derecededir derken öğle ve akşam yemeklerini saray erkânı ile birlikte yediklerini, akşam yemeklerinin saat sekizde yendiğini, hizmetkârların ve saray erkânının çok terbiyeli ve nazik olduklarını, sarayda sessizliğin hâkim olduğunu belirtiyor. Süleyman Bey’in akşamüzeri gösterişli arabasıyla gezintiye çıktığını, atlarının koşumlarının altın ve fes rengi kadifeden olduğunu, Yozgat’ın bu dönemde memleketin en güzel ve modern şehri olduğunu, evlerinin İstanbul evleri gibi süslü ve boyalı ve çatılarının kiremitle kaplı olduğunu yazmışlar. Bu seyyahların seyahatnamelerinden anlaşılıyor ki perişan Anadolu'da o zamanki Yozgat şehri ne kadar modern ve müreffeh bir şehirmiş" dedi.
Değerli hocam, Yozgat evlerinin çatıları kiremit kaplıymış deyince 1957-1958 yıllarında babamın memuriyeti dolayısıyla bulunduğumuz Niğde vilayetimiz geldi aklıma. O yıllarda Niğde de Vali konağı ve resmi daireler dışında bizim oturduğumuz evde dâhil hemen bütün evlerin üzerleri toprak damdı. Damdan dama yürüyerek çarşıya kadar gidebilirdiniz. Ben de bu tespitimi naklettim Hocama.
Ayrıca, arşivimdeki Charles-Louis de Secondat, Baron de la Brède et de Montesquieu'nun İran Mektuplarından bahsettim. Baronluk unvanını amcasından alan Montesquieu'nun 1721 yılında ilk basımı Amsterdam'da gerçekleşen "İran Mektupları" adlı romanında 10 numaralı mektup. Mektubu, Usbek'ten (Özbekistan'dan) dostu İsfehan'deki (İran) Rustan'a yazıyor ve Anadolu'da yaptığı bir seyahatteki tespitlerini anlatıyor, sizinle paylaşayım.
Şöyle anlatıyor, Baron de la Brède et de Montesquieu: Tokat'da ancak sekiz gün kaldık. Otuz beş günlük bir yürüyüşten sonra İzmir'e geldik. Tokat'tan İzmir'e kadar, bütün bu saha içinde kayda değer başkaca bir şehir yoktur. Osmanlı İmparatorluğu'nun zaafını büyük bir hayretle görmüş oldum. Bu hasta gövde, kendini tatlı ve mutedil rejimle ayakta tutmuyor; bil'akis gittikçe varlığını yıpratan ve devamlı surette içini kemiren şiddet tedbirlerine başvuruyor.
Paşalar ancak para kuvveti sayesinde bu mevkilere tayin ediliyorlar. Bütün servetlerini bu uğurda harcamış ve çırılçıplak hale düşmüş olduklarından, tayin edildikleri vilayetlere, işgal mıntıkasına giren birer fatih edasıyla geliyor ve işin başına geçer geçmez her tarafı soyup sömürmekten başka bir şey düşünmüyorlar.
Askerler mütecaviz ve küstah; keyif ve heveslerinden başka emir ve kumanda tanımıyorlar. Her taraf yıkık dökük; köylüler me'yus, toprak ekimi ve ticari hayat tamamıyla felç olmuş halde. Bu serlik ve şiddet rejiminde, ne gariptir ki, cezasız kalmak ümidi her tarafta hâkim!
Toprak mülkiyeti emniyeti yok; bu sebeple de toprağı işleme gayreti de son derece yavaş. Hükümet icra edenlerin keyfi muamelelerine karşı koyabilecek ne bir sıfat ne de bir hak mana taşıyabiliyor'! Vahşet halinde sömürülen bu diyarda her türlü zanaat ve ince san'at ihmal edilmiş. O kadar ki, bu milletim mümtaz vasfı olan askerlik sa'natı bile ihmal edilmiş bir halde.
Beri tarafta Avrupalılar, her gün büyük bir gayret ve ihtimamla nurlanıp yükselirken bunlar, eski cehalet devrinden bir türlü çıkmak istemiyorlar; hatta garbın ilmi ve fenni keşiflerini, ancak kendi aleyhlerine binlerce defa kullanmalarından sonra, benimsemek zahmetine katlanmaya razı olabiliyorlar.
Bu yer insanlarının ne deniz hakkında esaslı bir bilgileri, ne de deniz seyr-ü seferi üzerinde bir maharetleri kalmış. Ticarete ise hiç akıl erdiremiyorlar. Bütün temennileri, çalışkan ve becerikli Avrupalıların yurtlarına gelip yerleşmeleri ve kendilerine yardımda bulunmalarıdır. Bunlara tanıyacakları imtiyazlar sayesinde kendi keselerini de dolduracaklarını umuyorlar!..
Bu derece geniş bir memleket sathı üzerinden geçtiğim halde, zengin ve müreffeh denebilecek bir şehir olarak yalnız İzmir'i bulabildim. Onu da Avrupalılar bu hale getirebilmişler. İşte böyle aziz Rustan!...Bu imparatorluk için sana halisane ve hakikat ifade edecek bir fikrimi ister misin: Bu gidişle iki asıra kalmayacak, bu imparatorluk bazı fatihlerin muzafferiyet meydanı hale dönüşecek. İzmir, 02 Kasım 1711
Bunları konuşurken ikimizde aynı anda Ziya Paşa'nın şiiri gibi dedik. "Diyar-ı küfrü gezdim beldeler kâşaneler gördüm, dolaştım mülk- İslam'ı bütün viraneler gördüm" demişti Ziya Paşa.
Değerli okurlar tarih kitaplarında Celali isyanları diye iki satır yazı ile geçiştirilen
İsyanların çoğu Osmanlının bu adaletsiz, soyguncu vergi sistemini içine sindiremeyen "ferman padişahın dağlar bizimdir" diyen Dadaloğlu gibi halk ozanlarının başkaldırmasıyla başlamıştır.
Ve işte Montesquieu'nun kehaneti de 623 yıl sonra gerçekleşiyor. Doğal sınırlarına ulaşan Osmanlı İmparatorluğu ehliyetsiz padişahların yönetimiyle yıkılıp gidiyor. Son padişahı sultan Vahidettin'de bir İngiliz savaş gemisine binerek kaçıyor. 17 Kasım 1922
Benim açımdan çok güzel ve çok yaralı bir sohbet oldu. Saygılarımla ve en kalbi teşekkürlerimle değerli Ahmet Yaşar Ocak Hocam.