Değerli okurlar, S.S.K Göztepe Hastanesinde iç hastalıkları uzman doktoru olarak görev yapan
ve hemodiyaliz sorumlu uzmanı olarak bu hastanenin hemodiyaliz ünitesini kuran kuzenim Edip Bilgin Çapanoğlu ağabeyim ile yaptığımız ve kayda aldığım bir sohbette Tıp öğrencisiyken Çapanoğlu soyadının ve dolayısıyla mensup olduğu sülalenin kendisine nasıl bir yararı olduğunu anlatmıştı.
Bilgin ağabeyim hakkında kısa bir bilgi vereyim. Meşum Çapanoğulları hadisesini yaşayan
dört kardeşin en büyüğü olan ve İçel (Mersin) Mutasarrıfı iken İttihat ve Terakki tarafından,
Yozgat Sancağından Ankara Vilayeti Mebusu olarak Osmanlı Meclisine seçilen Edip Bey
Hazretlerinin (meclis albümünde böyle yazıyor) torunu oluyor. İsmi de dedesinden geliyor.
Edip Bey mebusluğu döneminde Beyoğlu'nda Galatasaray Lisesinin yanındaki sokakta ikamet
ettiği için bu sokağın ismi halen Çapanoğlu Sokağıdır.
Bilgin ağabeyim anlatıyor: “Benim öğrencilik yıllarımda Öğretmenler, Üniversite hocaları,
Kamu kurumlarındaki bazı yöneticiler, Yozgat Ayaklanması veya Çapanoğlu Ayaklanması hadisesini iyi hatırlarlardı ve Çapanoğulları hakkında çok bilgileri vardı. Yaşlı Üniversite hocaları, hatta tarihçi olmayanlar bile Çapanoğullarının Osmanlı İmparatorluğundaki fonksiyonlarını, hizmetlerini ve başta Yozgat Çapanoğlu Camii olmak üzere geride bıraktıkları
eserleri de bilirlerdi.
Lise tahsilimi Sivas'ta, Sivas Kongresinin yapıldığı tarihi binada yaptım. Atatürk’ün kaldığı
sade döşenmiş basit oda, kullandığı eşyalar, içtiği kahvenin fincanı bile, kongre hatırası olarak
muhafaza edilmişti. Kongreye iştirak eden üyeler de öğrenciler gibi basit tahta sıralarda
oturmuşlar, oturdukları sıraların üzerine eski yazı ile isimlerini yazmışlardı. Ben eski yazı
bilmediğim halde sanki isimlerini okuyacakmış gibi yazılanları dikkatli ve uzun uzun
incelerdim. Nedeni de babaannem Şahende Hanım'ın ağabeyi Akdağmadenli (Yozgat ) Bahri Bey (Tatlıoğlu) Sivas kongresine iştirak etmişti. 23 Nisan 1920 de ki ilk meclise de milletvekili
seçilmiş o'da bu sıralarda oturmuştu.
Benim başladığım yıl ağabeyim Baysal Çapanoğlu üçüncü sınıfta idi. Öğretmenler yeni
öğrencileri tanımak için isimlerini soruyorlardı. Sıra bana gelip de Bilgin Çapanoğlu dediğimde
‘’Baysal Çapanoğlunun nesi oluyorsun’’ diye sorarlar, bende “kardeşiyim’’ deyince ‘’demek
ki sende çalışkansın’’ derlerdi. Baysal ağabeyim iftihara geçtiği için ben de liseye böyle enerji ve coşku ile1-0 önde başlamış oldum.
Sivas Lisesi’nde okuduğum yıllarda da isyanlar hâlâ gündemdeydi. Bu yüzden arkadaşlarım
bana ‘’İsyankâr’’ derlerdi. İnkılâp dersimizde öğretmenimiz , ‘’ Çapanoğlu İsyanını da sen anlat bakalım ‘’ demişti. Söylem şekli Çapanoğullarını suçlayıcı bir şekilde olmadığı, hatta bana biraz takılır gibi geldiği için heyecanlanmadım, suçluluk duymadım. İnkılap tarihi kitabındaki yazılanlar gibi bir şeyler anlattım.
1958 yılında İstanbul Tıp Fakültesine girdim. İkinci yıl oldukça zor dört dersimiz vardı. Bunlara
zorluklarından dolayı "doktora dersleri" denirdi ve sınavları sözlü olurdu. Bu derslerden sınava girme hakkı da sınırlı idi. Verilen hak kadar sınava girdiği halde başarılı olamayan öğrenci, bu tek bir ders olsa bile okuldan atılırdı.
Anatomi dersinin hocası Ord. Prof.Dr.Zeki Zeren Hocaydı ve sert bir hoca idi. Dünya
literatürüne giren çalışma ve yayınları vardı. Zor bir ders olduğu için okuldan atılan (belge
alan) öğrenci sayısı az değildi. Hocalar ile öğrenciler arasındaki masada bir tepsi dolusu insan
kemiği olur ve onlarla sınav yapılırdı. Sözlü sınavda bilemeyen ve hocanın kendince saçma
cevap diye değerlendirdiği öğrenciyi eline aldığı femur kemiği ( uyluk kemiği) ile kovduğu çok
olmuştu. Bir Kars seyahatinde kendisine yardım ve hizmet eden bir gence ‘’seni bir yerden gözüm ısırıyor’’ dediğinde ‘’hocam Tıp Fakültesinde öğrenciyken anatomiden belge aldım’’ sızlanmasına çok üzülmüş ve ondan sonra Anatomi dersinden, sınava son giriş hakkı olan öğrencilerin sınavına girmemişti. 1960 ihtilalından önce İstanbul Tıp Fakültesinde de böyle ünlü hocalar vardı.
’’Çapanoğlu soyadım ile ilgili anılarıma gelince; İlk anım ikinci sınıfta yine doktora dersi olan
Fizyoloji dersinin imtihanında yaşadıklarım ile ilgili. Fizyoloji dersinin büyük hocası, İstanbul Üniv. Tıp Fak.nin ‘’Fizyoloji Enstitüsünü’’ kuran Ordinaryüs Prof.Dr. Sadi Irmak idi. Büyük Hoca denirdi. Bu büyük hoca, 1922 yılında Yunan ile savaşın en şiddetli zamanı, düşman Polatlı yakınlarına kadar gelmiş, yani Cumhuriyet idaresinden bile önce, Gazi Mustafa Kemal Paşa Türkiye'deki lise birincileri arasından seçilen öğrencilerinden bir bölümünü tahsil için yurtdışına göndermişti. Sadi Irmak Hoca da bu öğrencilerden birisiydi. Gönderilen bu öğrenciler Türkiye’nin ilk ilim adamları, sanayicileri, Kamu İktisadi Teşebbüslerini kuranlardılar.
Hocanın yazdığı bir Fizyoloji kitabı vardı ama piyasada bulunmuyordu. Mevcut kitaplar sınavda geçen öğrenciden, bir sonraki yıl sınava girecek başka bir öğrenciye elden ele gezerdi. Ben de kitabı bulamamıştım. Bu yüzden sınavlara giren başka bir hocanın yazdığı kitaptan çalışmıştım. Sınav başlamadan bir saat önce de kendisinde Sadi Hoca’nın kitabı olan ve çok iyi çalışan İzmirli Mehmet arkadaşım, Sadi Irmak Hocanın önem verdiği yerleri, bana okumuş, kendiside bir kere daha tekrar etmiş olmuştu.
Sınava girdik, ben Sadi Irmak Hoca’ya düştüm. Camlı bir masanın ortasında Ord. Prof. Dr.
Sadi Irmak (Büyük Hoca) ve iki yanında da iki profesör ve karşılarında üç öğrenci sınava girdik. Öğrencilerden birisi Iraklı bir öğrenciydi, Türkçesi çok iyi değildi. İkinci öğrenci İzmirli Mehmet, üçüncü bendim.. Hocaların karşısına oturduk. İlk soruyu Iraklı öğrenciye sordu,. Konuyu iyi bilmediği gibi lisanı da iyi olmadığı için yeterli cevabı veremedi. Sıra İzmirli Mehmet'e geldi ona bir başka soru sordu. Mehmet konuyu çok iyi bildiği için kendisini göstermek istedi ve uzun uzun anlatmaya başladı, ancak tam hocanın istediği cümleye sıra gelmemişti ki hoca bana; ‘’sen devam et’’ dedi. Bende sınav öncesi Mehmet’in bana okuduğu önemli cümleyi/bölümü söyleyince tamam dedi.
İkinci turda da aynı şeyler oldu. Bu arada Mehmet heyecandan terliyor ve alnından düşen ter
damlaları masanın camına düşüyordu. Düşen damlalar parçalanıp dağılıyor ve ilginç şekiller alıyordu. Benim gözüm buna takıldı, gülmemek için kendimi tuttum başka yere bakmaya çalıştım.
Üçüncü turda Irak’lı yine bilemedi. Mehmet yine çok bildiğini göstermek için uzatınca, Sadi Irmak Hoca kesti ve benim devam etmemi istedi. Ben bir iki cümle söylemiştim ki, diğer
Prof. lerden birisi karnelerimizden isimlerimizi okumaya başladı. Benim karneme bakıp ‘’Bilgin Çapanoğlu’’ deyince, Sadi Irmak hoca dikkat kesildi ve bana, sen Çapanoğullarından mısın diye sordu. Evet, deyince, sınavı bıraktı. Önce Yozgat’taki Çapanoğlu Camisini sordu, sonra Vakıfları sordu. Yeteri kadar bilgim olmadığı için pek cevap veremedim fakat daha çok kendisi anlattı, diğer hocalarda dinlediler. Epey bir zaman geçti, Irak’lı öğrenciye, sen çalışmamışsın bilmiyorsun dedi ve hocalardan birisine dönüp "kaldı yazın" dedi İzmirli öğrenci Mehmet’e de sen ‘’ çalışmışsın iyiyi hak ettin ancak bu ders çok önemli biliyorsun, şimdi "bırakalım" da tekrar çalış gel ve "pekiyi al’’ dedi. Mehmet hazır cevap biriydi, ‘’ hocam ben hep veya hiç kanununa tabiyim" ( Kalpte olan fizyolojik bir özellik, kurbağalarda denerdik) şimdi bundan geçemezsem diğer bütün doktora derslerinden kalırım,( fizyoloji dersi ilk doktora sınavı idi) ben iyiye razıyım’’ dedi, alnından masa camına düşen damla sayısı da artmaya başladı. Ord.Prof Dr.sadi Irmak diğer hocalara baktı onlarda boyunlarını bükünce tamam "iyi" yazın dedi. Sonra ‘’Çapanoğlu çalışmış pekiyi’yi hak etti ona da" pekiyi" yazın dedi. Karnelerimizi alıp dışarı çıktık.
Dışarıda sınav sırası bekleyen öğrenciler hemen etrafımızı çevirdiler , ‘’ne sordular ne yaptınız’’ diye. Mehmet komik ve alaycı bir tonla ‘’ Çapanoğlu çalışmış Pekiyi, hâlbuki ona Mehmet öğretti Mehmet’e de iyi ‘’ diye arkadaşları güldürdü.
Çapanoğlu olmanın i bir avantajını da Kadın Hast. ve Doğum dersi sınavında yaşadım.
Ben öğrenciyken bir tane Tıp Fakültesi vardı o'da İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi İdi.
Cerrahpaşa Tıp Fakültesi daha yoktu. Kadın hast. ve doğum kliniği ise Haseki’de idi. Tedavi
ve Çocuk Hast. kliniği de aynı yerde idi. Kadın hast. ve doğum kliniğinin başkanı Ord.Prof.Dr.
Tevfik Remzi Kazancıgil idi. Taksim’de adını taşıyan Kazancıgil Yokuşu ve yokuşun başında
da köşkü vardı. Ben Kadın Hast. ve doğum sınavına Haseki’de girdim. Sınav sözlü olur ve her
gün belli sayıda öğrenci alınırdı. Sınav odasında uzun dikdörtgen bir masa olur, masanın bir
tarafında ortada Ord.Prof: Dr.Tevfik Remzi Kazancıgil ( Büyük Hoca ), iki yanında da birer
Profesör oturur karşılarına ise sınav olacak üç öğrenci otururdu.
Sınav olacak öğrenciler sınav başlamadan önce masanın üzerine kırmızı karanfiller, çeşitli
çikolatalar ve bir kutu puro koyarlardı. Büyük Hoca sınav için masaya oturunca yakasına
kırmızı bir karanfil takar, bazen ağzına puro alırmış (bizimkinde yoktu) ancak içmezmiş. Ben
Sınavda Büyük hocanın solunda oturan Prof. ün karşısında idim. Her hoca karşısındaki
öğrenciye soru soruyor ve cevabını dinliyordu. Bu üç hocanın arkasında ise en az 10 kişilik
doçent, başasistan ve asistan ayakta sınavı izliyorlardı. Ben hocanın ilk sorusunu
cevapladıktan sonra ikinci sorunun cevabını da anlattım. Bu arada benim hoca, önünde duran
karnemi açtı ve sesli olarak ismimi okudu. Ord.Prof Dr.Tevfik Remzi Kazancıgil ‘’ Çapanoğlu ‘’
ismini duyunca kendi sınavını bıraktı ve bana döndü ‘’ sen Yozgatlı Çapanoğlu ailesinden
misin diye sordu .Evet deyince Çapanoğulları ve eserleri hakkında sorular sormaya başladı.
Beni imtihan eden karşımdaki hoca sustu ve dinlemeye başladı. Daha önce anlattığım
Ord.Prof Dr Sadi Irmak’ın sınavından sonra, Babaannem Şahinde Hanımdan Çapanoğulları
hakkında biraz daha bilgi edinmiştim ancak, yine de yeterli bilgim yoktu. Hocanın
sorduklarına yeterli bilgi verebildiğimi zannetmiyorum. Bir süre daha Büyük hoca ile
Çapanoğulları hakkında konuştuk, daha doğrusu daha çok hoca konuştu. Bu arada Büyük
hocanın karşısındaki öğrenci cevabı anlattı ve bitince sustu. Büyük Hoca benimle konuştuğu
için, şimdi ne yapayım gibi hocaların arkasındaki gruba baktı, birisi tekrarla işareti verd.
Çocuk tekrar anlattı bitince tekrar arkadaki doktor gruba baktı. Arkadan tekrar aynı işareti
verdiler çocuk yarısını anlatmıştı ki bizim konuşma bitti. Benim Hocaya döndü ve Çapanoğlu
iyiydi değil mi dedi. Benim hoca biraz da mecburen başıyla onayladı. Ord. Prof.Dr. Kazancıgil
‘’Çapanoğluna pekiyi yazın’’ dedi. İmtihan ettiği ama dinlemediği öğrenci için, benimki nasıldı diye sorunca öbür hıcalar iyiydi efendim dediler ona da" iyi yazın" dedi. Bana da ismin de Bilginmiş alimler tatlıyı sever dedi ve masadan bir tane likörlü çikolata alıp bana attı. Ben çikolatayı aldım, sınav bitti, çıktık.
İşin garip tarafı diğer iki öğrenci sınavın oluş şeklinden ve bana yapılan ayrıcalıklardan hiç bir şey anlamadılar ve dışarıda bekleyen öğrencilere de şaşkınlıktan başka mantıklı bir şey anlatamadılar.
Sultan II. Mahmut Kağıthane de yapılan bir resmi geçitte Rus Çarının kendisine hediye ettiği
samur kürkü dedemiz Süleyman Bey’e giydirir. Süleyman Bey bu kürkü ölene kadar gururla
taşımış, ölürken de tabutuma örtün diye vasiyet etmiş ve öyle yapılmış. Bu kürkün üzerinde
düğme yerine iki adet elmasla işlenmiş çiçek varmış. Bu düğmelerden bir tanesi bizim aileye
kadar geldi. Gümüş zemin üzerinde çok yapraklı bir çiçek idi. Yaprakları elmaslarla
bezenmişti, çiçek kısmının ortasında bir büyük elmas etrafında papatya gibi elmas taşlar
vardı. Bunun etrafında yine buna benzer ortada bir taş etrafında yine taşlar. Böyle kaç tane
idi unuttum. Geceleri ışıkta pırıl pırıl olurdu. O yıllarda bizim aile, yani babam Hadi
Çapanoğlu ve amcam Azmi Çapanoğlu , ikisi üniversite de olmak üzere okuyan altı çocuklu bir aile. Babam Hadi Bey öğretmendi, amcam Azmi bey ticaretle uğraşıyordu. 1960 ihtilalinden sonra banka kredileri kesilince, ekonomik olarak çok sıkıntıya düştük. Tarlalarımızı yok pahasına sattık yine yetmedi. Bahsettiğim elmas iğneyi satmak zorunda kaldık. Ben o yıllarda İstanbul’da Tıbbiyede öğrenci idim. İğneyi önce Topkapı Müze müdürüne götürdük müze satın alırsa, hiç olmazsa müzede sergilenir diye düşünmüştük. Müze Müdürü, soyadını Şahsuvaroğlu gibi hatırlıyorum, iğneyi görür görmez hangi devrin eseri olduğunu bildi ve bunu müzeye kazandırmayı çok istediğini ancak alımları durdurduklarını söyledi. Bize, bunu piyasada satarsak, tahmin edemeyeceğimiz kadar düşük bir fiyata almak isteyeceklerini söyledi. Eğer çıkarabilirsek yurt dışında kıymetinin çok daha iyi anlaşılacağını ve çok daha iyi para edeceğini söyledi. Böyle bir imkânımız olmadığından düğmeyi hemşerimiz olan bir tüccarla Kapalıçarşı’ya götürdük.
ilk gittiğimiz kuyumcu, Topkapı müze müdürünün söylediği değerin çok çok altında bir fiyat verdi. Ona vermeyip başka birine gittik, meğer böyle kıymetli işlerde aralarında haberleşirlermiş. İkinci gittiğimiz yer daha öncekinden de düşük bir fiyat verdi, ona da satmadık. Üçüncü gittiğimiz yer ise daha düşük bir fiyat verdi ve her gittiğimiz yerde fiyatın sürekli düşeceğini söyledi. İçimiz sızlayarak düğmeyi gittiğimiz üçüncü mücevherciye sattık ve Kapalıçarşı’dan içimiz buruk ayrıldık. O sattığımız aile yadigârı aklıma geldikçe hâlâ içim sızlar ve çok üzülürüm.
Çok şükür ailemizin yaşayan fertleri hem çok iyi mevkilere geldiler hem de çok iyi ekonomik durumlara kavuştular. O yıllarda o sıkıntılara düşülmeseydi bugün bu elmas düğmeleri ya Topkapı müzesine ya daYozgat müzesine seve seve bağışlar gelecek nesillere bir aile yadigârı olarak bırakmayı düşünebilirdik. Çok yazık oldu. Maddi değerinden çok manevi değeri vardı.
Evet, ben size ‘’Çapanoğlu ismim ile ilgili ‘’ yaşanmış hikâyelerden bir bölüm sundum. Sonuç olarak şunu anlatmak istedim; Osmanlı İmparatorluğu’nun son zamanlarını ve Cumhuriyet tarihini iyi bilen ve Cumhuriyetin önemli bir bölümünde yaşamış olan bu büyük hocalar benimle ilgilenip konuştukları sırada Çapanoğulları hakkında olumsuz bir şey söylemedikleri gibi, hiçbir zaman bana ’’isyankâr bir ailenin torunu’’ gözüyle bakmadılar aksine merak ve sempati ile yaklaştılar.