Üçüncü gün 21 Eylül Pazartesi. Gezmeye yine iki araba ile Çimenlik Tepesinden başlayarak dünürümüz Kapancı ailesine ait Mercan semtindeki iki katlı ve iki taraflı merdiven girişli köşkü görmeye gittik. 1955 yıllında üç otuz paraya yine bir Türke satılmış. Yasal engeller ve maddi yetersizlik nedeniyle gerekli bakımı ve onarımı yapılamayan bina şimdilerde kaderine terkedilmiş bir haldeydi. Tavan süslemelerini ve İtalyadan getirilen yer karolarını üzüntü içinde fotoğrafladım. Belki bir fotoğraf veya belge umuduyla boş dolaplara baktım. Yunanistanda yaşanan son kriz ada halkını çok sıkıntıya sokmuş. Çarşı içinde kapalı çok dükkân var. Satılık levhası asılmış ev ve dükkân ile yarım kalmış inşaatlar da bir hayli çok, gittiğimiz her yerde içimiz sızlayarak baktık. Evler en fazla iki katlı ve çok güzel.
Adanın batı kıyısındaki İalyos, Kremasti, Rodos hava alanı, Paradisi, Theologos, Soroni, Fanes, Kalavarada, Kamiros, Mandriko, Skala, Kamirou, Kritina köylerini gezip 12 km uzaktaki Kalamona köyü yakınındaki Kelebekler vadisine gittik. Hep aynı cins kelebeklerin bulunduğu vadi, içinden geçen Pelekonos isimli çayın iki yanında bazen merdivenimsi ama çoğunlukla zemini küçük taşlarla kaplı patika şeklinde yukarı doğru çıkıyor. O kadar çıkıyor ki sık ağaçların arasından çıka çıka gökyüzüne çıkacağınızı düşünmeye başlıyorsunuz. Çayın kenarında turuncu renkli küçük tatlı su yengeçleri var. Makinemin makro ayarı ile bir kaç güzel fotoğraflarını alabildim. Ben ağaçlara toplu halde konmuş kelebeklerin fotoğraflarını fotoğraflamaya çalışırken torunum Kerem dede bak elime kondu diye bağırdı. Büyük bir şans eseri olarak onu da çektim. Yanından geçtiğimiz Mandriko köyü bizim Antalyanın ilçesi Demre gibi, her taraf sera. Demreye tepeden baktığınızda sera naylonlarını deniz sanırsınız ama burası öyle değil tabi. Kelebekler Vadisi dönüşümüzde kiraladığımız Volvo marka otomobili hava alanından henüz almıştık ki birden yağmur boşandı. Nasıl bir yağmur anlatamam. Şimdi üç aracımız olunca içinde bulunduğumuz Volkswagen Golf otomobili benim kullanmam icap etti. Yan koltuktan kalkıp sürücü koltuğuna geçene kadar iç çamaşırlarım bile ıslanmış. Yağmurun biraz hafiflemesini bekledik zira önümüzü görmemiz mümkün değil. Yola koyulduk. Rodosun bardaktan boşanırcasına yağmuru ve daracık yollarında buharlaşan ön camı devamlı çalışan fan ile açık tutmaya çalışarak nihayet otelin önüne geldik. Bu heyecanlı yolculuk bitince 70 yaşında olan kendime bir aferin çektim.
Yağmur durur durmaz yollardaki sular dakikalar içinde hemen yok oldu. Kaldırım kenarındaki bordür taşlarının bazılarının altında yağmur mazgalları var, yağmur suları oralardan kanalizasyona karışıp hemen kayboluyor. Sokak aralarında kaldırım olmadığından yolun ortasına konulan V şeklinde imal edilmiş demir ızgaralar yoldaki suyu boşaltıyor. Haliyle bütün caddeler, sokak araları tertemiz. Koca bir yaz kullanılmayan ızgaralar tozdan topraktan, kuru yapraklardan tıkanmamış, hepsi anında kullanılmaya hazır. Bizim İstanbul, Ankara, İzmir gibi şehirlerimizde mevsimin ilk yağmuru yağdı mı yaz boyu hiç temizlenmeyen ızgaralar yüzünden yollar derelere döner, evleri işyerlerini sular basar.
Dördüncü gün 22 Eylül Salı. Kale içini ve Mandrakiyi yaya olarak dolaştık. Kale içi eski şehir oluyor, Mandraki yeni şehir. Bundan 20- 25 yıl öncesine kadar evlenme çağına gelen genç hanımlar aileleri ile Mandrakiye gelirler, aileler bir yerde otururlarken genç hanımlar eş bulmak için Mandrakinin kordon oyunda bir aşağı bir yukarı gezinirlermiş. Hayal etmek bile güzel. Kim bilir ne heyecanlar yaşanmıştır. Çarşısı tıpkı bizim Mahmutpaşa ama daha bir tertipli. İki yandaki kuyumcuların vitrinleri ışıl ışıl). Yerler üyük kare şeklinde taşlarla kaplı ve çok temiz (birazda Kuşadasındaki kuyumcular çarşısına benziyor). Ne var ki burada Rumca, Mahmutpaşa da güzel Türkçem konuşuluyor. İzmirdeki akrabalar oradaki kuyumcu bir Türke bizim geleceğimizi söyleyip ilgilenmesini istemiş. İlgisiz kalmayalım diyerek uğradık. Adamcağız çok ilgi gösterdi, sonraki karşılaşmalarımızda da yine saygıda kusur etmedi. Dükkâna ilk uğradığımızda dükkân ortağı diğer Türk zat bize soğuk davranmış ve uzak durmuştu. İstanbulda çok yakın bir ahbabımızın onun dayısı olduğu ortaya çıkınca çok mahcup oldu ama artık yapacağı bir şey yoktu. Çarşıda yan yana o kadar çok lokanta var ki, Türkçe bilen çığırtkanları neredeyse kolumuzdan tutup zorla oturtacaklar. Bizim Galata köprüsünde de lokanta çalışanları sizi kendi lokantalarına davet ederler ama nazikçe ve ısrar etmeden.
Kaleiçi mevkiinde önce Hafız Ahmet Ağa Kütüphanesini gezdik. Kütüphane ve yanındaki saat kulesi Ahmet Ağanın oğlu Fethi Paşanın 1840 yılında kurduğu vakıf tarafından ve Yusuf Kıbrıslı Bey yönetiminde idare edilmekte, vakıf mütevellisi ise İstanbul da ikamet eden torunu Cengiz Argoşe Bey imiş. İki bölümden oluşuyor ama bir bölümü ziyarete kapalı. Kütüphanede 2450 el yazması kitap ve üç değerli kuran-ı kerim muhafaza edilmekte. Camekân içinde sergilenen Kuran sayfalarını fotoğrafladım. Hemen yanındaki saat kulesi ile 14 dükkân vakfa iyi bir gelir sağlıyor. Kütüphanenin girişinde sağ duvarda ağaç levha üzerine kazınarak yazılmış vakfiye senedi asılı. Vakıf kurulurken, ilerde, şartlarda her hangi bir değişiklik yapılmaması için vakfiye senedi ağaç levha üzerine kazınarak yazılmış ve bozulmaması içinde üzeri camla kaplanmış. Vallahi parmak ısırtacak bir düşünce.
Onu da fotoğrafladım. Bu kütüphaneyi daha sonra ayrı bir yazı konusu yapacağım. Kütüphanede akrabalarımızın da ahbabı olan yönetici Yusuf Bey ile sohbet ederken çok mutlu bir tesadüf oldu. Dünürümüz Şerife Hanımın eski ahbabı Rodoslu Türk oyuncu ve yönetmen Serpil Tamur Hanımefendi (D. 19 Mayıs 1944, Rodos), uzaktan bizi fark edip eşi ile birlikte yanımıza geldiler. Bu sıcacık kucaklaşma hepimizi mutlu etti, bir fotoğrafla belgeledik. 1963'ten bu yana Devlet Tiyatrosu sanatçısı olarak görev yapmakta olan Serpil Hanım, 40'ı aşkın oyunda görev yapmış, 3 oyun sahneye koymuş. Sinema ve dizi filmlerde roller almış... Kurtlar Vadisi'nde Nazife Anne karakterini canlandırmıştı. Yusuf Kıbrıslı Beyin tavassutu ile saat kulesini de gezdik. Kuleden kuş bakışı fotoğraflar aldım. Yıllardır onarımı süren Türk İlkokulundaki çalışmaları da yukardan gözlemledik. Sadece iki kişi çatının latalarını koymaya çalışıyordu. Saat kulesinden çıkışta kafe gibi bir mekânda sizi dinlendirip neskafe ikram ediyorlar, giriş ücretine dâhil. Biz ücret ödemediğimiz için ikramı almaya utandık, teşekkür edip ayrıldık. Buradaki Türkler, okulun ve İbrahim Paşa camisi dışındaki camilerde süren sözde restorasyon işlerinin kasıtlı olarak geciktirildiğini söylüyorlar.
Saat kulesinin küçük çanı her saat başı çalıyor ve çok yerden de duyuluyor. Avrupadaki saat kuleleri içinde en zariflerden sayılan ve 1897 de yapılan, Hamal Kör Musanın iki kırmızı lira karşılığında yukarıya çıkardığı çanı 288 kg. saatin topu, 50 kg. ağırlığında olan Yozgat Saat kulesinin bozulan saatinin yıllardır yapılmaması bir kere daha içimi acıttı. Benim çocukluğumda çan sesi taa! Şeker Pınardan ve Çamlıktan duyulur bizde oyunumuzu bırakıp sayarak saatin kaç olduğunu bilirdik. Her saat başında ve buçuklarda hem de iki kere çalardı (Buna ispatlama denir).
Birini kaçırırsak ikincisini sayardık. Saat kulesi bir şehrin en göze batan mimari eseridir. Yapıldığı devrin mimari geleneğini zevkini aksettiren özellikler taşır. O halde Yozgat Valisi, Belediye Başkanı, Yozgattaki sivil toplum kuruluşları, hele Yozgatın eski aileleri neden bu konuya ilgi göstermezler anlamak mümkün değil. Utanılacak bir durum.
Saat kulesinden çıktıktan sonra Rodos şehrini çepeçevre saran ve gayet güzel korunan 4 km uzunluğundaki Rodos Kalesinin ve surlarının önemli yerlerini gezecektik. Dünürümüz Şerife Hanım Ben evimizin olduğu sokakları sindire sindire bir daha gezmek ve orada yaşayan ahbaplarımız ile görüşmek istiyorum, kusura bakmazsanız ben oraya gidebilir miyim daha sonra ben sizi bulurum dedi. Yılların memleket özlemi ağır basmıştı. Aman estağfurullah tabi siz oraya gidin bizde kaleyi gezelim dedik.
Şövalyelerin inşa ettiği bu kuvvetli duvarlar, Osmanlı Sultanı II. Mehmetin 1480 yılındaki kuşatmasına karşı koymuşsa da Kanuni Sultan Süleyman'ın 29 Aralık 1522 deki büyük ordusuna karşı yenik düşmüş. Kalenin birçok yerinde eski topların taş gülleri vardı hem de onlarca. Cadde kenarlarına da dekor olarak sıralanmış ya da sur içindeki alanlara toplu halde konulmuşlardı. Onların nasıl kullanıldığını torunlarıma anlattım. Daha küçük ebattakilerin top namluları da surların mazgallarında duruyor, onları da gördüler. Kaleden çıkışta Burası bir hapishane değil, avlusu filan olan kocaman bir yer ama yine de burada hürriyetinden mahrum bırakılmıştı. Ah şu evlatlarını katleden Osmanlı geleneği.
şövalyeler sokağından aşağı doğru inerken talihsiz Cem Sultanın hapsedildiği yerin kapısını da fotoğrafladım. Sokak o kadar kalabalık ki bazen yürümekte zorlanıyoruz. Bu gün limana gelen iki kurvaziyerin sekiz bine yakın Avrupalı turist getirdiğini söylediler. Kurvaziyerlerden bir tanesi o kadar büyük ki insan hayranlıkla izliyor. Her yıl yaklaşık 1,5 milyon turistin ziyaret ettiği söyleniyor. Sur duvarlarında şövalyelerin lkanlarındaki armaların mermer kopyaları da gördük. Bazılarını fotoğrafladım. Hava kararmasına yakın dünürümüz bize yetişti. Tavsiye edilen bir lokantada akşam yemeğimizi yedikten sonra otelimize geldik.
Beşinci gün 23 Eylül Çarşamba. Bu sefer adanın doğu kıyılarını dolaştık. Önce Türk kabristanındaki aile mezarlarımızı ziyaret ettik. Caliteaya (İçmeler) geldik. Burası daha önce değişik sağlık problemleri olanların gelip kaldıkları bir yermiş, şimdi plaj olarak kullanılıyor. Eski tesislere ilaveler yapılmış. Biz gittiğimizde bir düğün töreni vardı. Kubbenin altındaki zemine yine siyah beyaz küçük taşlarla döşenmiş mozaiklere hayran olduk (yandaki resimde). Yan yana bir kaç küçük koy ayrı ayrı plaj olarak isimlendirilmiş. Kumsal dışında kalan yerler yanardağ lavları, insanın ilgisini çekiyor. Buradan ayrılıp daha büyük bir yerleşim yeri olan ve herkese tavsiye edilen Falirakiye geldik. Burası da bir plaj ve eğlence merkezi. Her tarafta diskolar, tavernalar var. Akrabamız geceleri yanar burası dedi. Nasıl yani diye sordum. Çok kalabalık olur yolda yürüyemezsin, yollar içkili insanlarla dolu olur dedi. Burada karnımız doyurup tekrar yola koyulduk. Yedi hurmaları geçince Sarılar isminde meşhur bir dondurmacı var kendisi İstanbulluymuş, orada dondurma yiyelim dendi oraya gittik. Oturma yeri yok, kâse şeklindeki plastik kaplara konan (pastanelerin içine keşkül muhallebi gibi şeyler koyduğu) sözüm ona dondurmamızı arabalarımızda oturarak yedik. Bizim dondurmalarla hiç alakası yok, hele dövme Maraş dondurmamızın yanından bile geçemez. Yoğurta yoghurt diyorlar, bizim yoğurdumuzla alakası yok, krema gibi bir şey. Bakın iddia ediyorum, bir Türk girişimci burada sadece yoğurt ve dondurma satışı yapan bir işyeri açsa iyi para kazanır. Örneğin Çanakkale ilimizde yoğurtçu dükkânlarında oturup yoğurt yiyebilirsiniz. (devam edecek)
19.10.2015
Adanın batı kıyısındaki İalyos, Kremasti, Rodos hava alanı, Paradisi, Theologos, Soroni, Fanes, Kalavarada, Kamiros, Mandriko, Skala, Kamirou, Kritina köylerini gezip 12 km uzaktaki Kalamona köyü yakınındaki Kelebekler vadisine gittik. Hep aynı cins kelebeklerin bulunduğu vadi, içinden geçen Pelekonos isimli çayın iki yanında bazen merdivenimsi ama çoğunlukla zemini küçük taşlarla kaplı patika şeklinde yukarı doğru çıkıyor. O kadar çıkıyor ki sık ağaçların arasından çıka çıka gökyüzüne çıkacağınızı düşünmeye başlıyorsunuz. Çayın kenarında turuncu renkli küçük tatlı su yengeçleri var. Makinemin makro ayarı ile bir kaç güzel fotoğraflarını alabildim. Ben ağaçlara toplu halde konmuş kelebeklerin fotoğraflarını fotoğraflamaya çalışırken torunum Kerem dede bak elime kondu diye bağırdı. Büyük bir şans eseri olarak onu da çektim. Yanından geçtiğimiz Mandriko köyü bizim Antalyanın ilçesi Demre gibi, her taraf sera. Demreye tepeden baktığınızda sera naylonlarını deniz sanırsınız ama burası öyle değil tabi. Kelebekler Vadisi dönüşümüzde kiraladığımız Volvo marka otomobili hava alanından henüz almıştık ki birden yağmur boşandı. Nasıl bir yağmur anlatamam. Şimdi üç aracımız olunca içinde bulunduğumuz Volkswagen Golf otomobili benim kullanmam icap etti. Yan koltuktan kalkıp sürücü koltuğuna geçene kadar iç çamaşırlarım bile ıslanmış. Yağmurun biraz hafiflemesini bekledik zira önümüzü görmemiz mümkün değil. Yola koyulduk. Rodosun bardaktan boşanırcasına yağmuru ve daracık yollarında buharlaşan ön camı devamlı çalışan fan ile açık tutmaya çalışarak nihayet otelin önüne geldik. Bu heyecanlı yolculuk bitince 70 yaşında olan kendime bir aferin çektim.
Yağmur durur durmaz yollardaki sular dakikalar içinde hemen yok oldu. Kaldırım kenarındaki bordür taşlarının bazılarının altında yağmur mazgalları var, yağmur suları oralardan kanalizasyona karışıp hemen kayboluyor. Sokak aralarında kaldırım olmadığından yolun ortasına konulan V şeklinde imal edilmiş demir ızgaralar yoldaki suyu boşaltıyor. Haliyle bütün caddeler, sokak araları tertemiz. Koca bir yaz kullanılmayan ızgaralar tozdan topraktan, kuru yapraklardan tıkanmamış, hepsi anında kullanılmaya hazır. Bizim İstanbul, Ankara, İzmir gibi şehirlerimizde mevsimin ilk yağmuru yağdı mı yaz boyu hiç temizlenmeyen ızgaralar yüzünden yollar derelere döner, evleri işyerlerini sular basar.
Dördüncü gün 22 Eylül Salı. Kale içini ve Mandrakiyi yaya olarak dolaştık. Kale içi eski şehir oluyor, Mandraki yeni şehir. Bundan 20- 25 yıl öncesine kadar evlenme çağına gelen genç hanımlar aileleri ile Mandrakiye gelirler, aileler bir yerde otururlarken genç hanımlar eş bulmak için Mandrakinin kordon oyunda bir aşağı bir yukarı gezinirlermiş. Hayal etmek bile güzel. Kim bilir ne heyecanlar yaşanmıştır. Çarşısı tıpkı bizim Mahmutpaşa ama daha bir tertipli. İki yandaki kuyumcuların vitrinleri ışıl ışıl). Yerler üyük kare şeklinde taşlarla kaplı ve çok temiz (birazda Kuşadasındaki kuyumcular çarşısına benziyor). Ne var ki burada Rumca, Mahmutpaşa da güzel Türkçem konuşuluyor. İzmirdeki akrabalar oradaki kuyumcu bir Türke bizim geleceğimizi söyleyip ilgilenmesini istemiş. İlgisiz kalmayalım diyerek uğradık. Adamcağız çok ilgi gösterdi, sonraki karşılaşmalarımızda da yine saygıda kusur etmedi. Dükkâna ilk uğradığımızda dükkân ortağı diğer Türk zat bize soğuk davranmış ve uzak durmuştu. İstanbulda çok yakın bir ahbabımızın onun dayısı olduğu ortaya çıkınca çok mahcup oldu ama artık yapacağı bir şey yoktu. Çarşıda yan yana o kadar çok lokanta var ki, Türkçe bilen çığırtkanları neredeyse kolumuzdan tutup zorla oturtacaklar. Bizim Galata köprüsünde de lokanta çalışanları sizi kendi lokantalarına davet ederler ama nazikçe ve ısrar etmeden.
Kaleiçi mevkiinde önce Hafız Ahmet Ağa Kütüphanesini gezdik. Kütüphane ve yanındaki saat kulesi Ahmet Ağanın oğlu Fethi Paşanın 1840 yılında kurduğu vakıf tarafından ve Yusuf Kıbrıslı Bey yönetiminde idare edilmekte, vakıf mütevellisi ise İstanbul da ikamet eden torunu Cengiz Argoşe Bey imiş. İki bölümden oluşuyor ama bir bölümü ziyarete kapalı. Kütüphanede 2450 el yazması kitap ve üç değerli kuran-ı kerim muhafaza edilmekte. Camekân içinde sergilenen Kuran sayfalarını fotoğrafladım. Hemen yanındaki saat kulesi ile 14 dükkân vakfa iyi bir gelir sağlıyor. Kütüphanenin girişinde sağ duvarda ağaç levha üzerine kazınarak yazılmış vakfiye senedi asılı. Vakıf kurulurken, ilerde, şartlarda her hangi bir değişiklik yapılmaması için vakfiye senedi ağaç levha üzerine kazınarak yazılmış ve bozulmaması içinde üzeri camla kaplanmış. Vallahi parmak ısırtacak bir düşünce.
Onu da fotoğrafladım. Bu kütüphaneyi daha sonra ayrı bir yazı konusu yapacağım. Kütüphanede akrabalarımızın da ahbabı olan yönetici Yusuf Bey ile sohbet ederken çok mutlu bir tesadüf oldu. Dünürümüz Şerife Hanımın eski ahbabı Rodoslu Türk oyuncu ve yönetmen Serpil Tamur Hanımefendi (D. 19 Mayıs 1944, Rodos), uzaktan bizi fark edip eşi ile birlikte yanımıza geldiler. Bu sıcacık kucaklaşma hepimizi mutlu etti, bir fotoğrafla belgeledik. 1963'ten bu yana Devlet Tiyatrosu sanatçısı olarak görev yapmakta olan Serpil Hanım, 40'ı aşkın oyunda görev yapmış, 3 oyun sahneye koymuş. Sinema ve dizi filmlerde roller almış... Kurtlar Vadisi'nde Nazife Anne karakterini canlandırmıştı. Yusuf Kıbrıslı Beyin tavassutu ile saat kulesini de gezdik. Kuleden kuş bakışı fotoğraflar aldım. Yıllardır onarımı süren Türk İlkokulundaki çalışmaları da yukardan gözlemledik. Sadece iki kişi çatının latalarını koymaya çalışıyordu. Saat kulesinden çıkışta kafe gibi bir mekânda sizi dinlendirip neskafe ikram ediyorlar, giriş ücretine dâhil. Biz ücret ödemediğimiz için ikramı almaya utandık, teşekkür edip ayrıldık. Buradaki Türkler, okulun ve İbrahim Paşa camisi dışındaki camilerde süren sözde restorasyon işlerinin kasıtlı olarak geciktirildiğini söylüyorlar.
Saat kulesinin küçük çanı her saat başı çalıyor ve çok yerden de duyuluyor. Avrupadaki saat kuleleri içinde en zariflerden sayılan ve 1897 de yapılan, Hamal Kör Musanın iki kırmızı lira karşılığında yukarıya çıkardığı çanı 288 kg. saatin topu, 50 kg. ağırlığında olan Yozgat Saat kulesinin bozulan saatinin yıllardır yapılmaması bir kere daha içimi acıttı. Benim çocukluğumda çan sesi taa! Şeker Pınardan ve Çamlıktan duyulur bizde oyunumuzu bırakıp sayarak saatin kaç olduğunu bilirdik. Her saat başında ve buçuklarda hem de iki kere çalardı (Buna ispatlama denir).
Birini kaçırırsak ikincisini sayardık. Saat kulesi bir şehrin en göze batan mimari eseridir. Yapıldığı devrin mimari geleneğini zevkini aksettiren özellikler taşır. O halde Yozgat Valisi, Belediye Başkanı, Yozgattaki sivil toplum kuruluşları, hele Yozgatın eski aileleri neden bu konuya ilgi göstermezler anlamak mümkün değil. Utanılacak bir durum.
Saat kulesinden çıktıktan sonra Rodos şehrini çepeçevre saran ve gayet güzel korunan 4 km uzunluğundaki Rodos Kalesinin ve surlarının önemli yerlerini gezecektik. Dünürümüz Şerife Hanım Ben evimizin olduğu sokakları sindire sindire bir daha gezmek ve orada yaşayan ahbaplarımız ile görüşmek istiyorum, kusura bakmazsanız ben oraya gidebilir miyim daha sonra ben sizi bulurum dedi. Yılların memleket özlemi ağır basmıştı. Aman estağfurullah tabi siz oraya gidin bizde kaleyi gezelim dedik.
Şövalyelerin inşa ettiği bu kuvvetli duvarlar, Osmanlı Sultanı II. Mehmetin 1480 yılındaki kuşatmasına karşı koymuşsa da Kanuni Sultan Süleyman'ın 29 Aralık 1522 deki büyük ordusuna karşı yenik düşmüş. Kalenin birçok yerinde eski topların taş gülleri vardı hem de onlarca. Cadde kenarlarına da dekor olarak sıralanmış ya da sur içindeki alanlara toplu halde konulmuşlardı. Onların nasıl kullanıldığını torunlarıma anlattım. Daha küçük ebattakilerin top namluları da surların mazgallarında duruyor, onları da gördüler. Kaleden çıkışta Burası bir hapishane değil, avlusu filan olan kocaman bir yer ama yine de burada hürriyetinden mahrum bırakılmıştı. Ah şu evlatlarını katleden Osmanlı geleneği.
şövalyeler sokağından aşağı doğru inerken talihsiz Cem Sultanın hapsedildiği yerin kapısını da fotoğrafladım. Sokak o kadar kalabalık ki bazen yürümekte zorlanıyoruz. Bu gün limana gelen iki kurvaziyerin sekiz bine yakın Avrupalı turist getirdiğini söylediler. Kurvaziyerlerden bir tanesi o kadar büyük ki insan hayranlıkla izliyor. Her yıl yaklaşık 1,5 milyon turistin ziyaret ettiği söyleniyor. Sur duvarlarında şövalyelerin lkanlarındaki armaların mermer kopyaları da gördük. Bazılarını fotoğrafladım. Hava kararmasına yakın dünürümüz bize yetişti. Tavsiye edilen bir lokantada akşam yemeğimizi yedikten sonra otelimize geldik.
Beşinci gün 23 Eylül Çarşamba. Bu sefer adanın doğu kıyılarını dolaştık. Önce Türk kabristanındaki aile mezarlarımızı ziyaret ettik. Caliteaya (İçmeler) geldik. Burası daha önce değişik sağlık problemleri olanların gelip kaldıkları bir yermiş, şimdi plaj olarak kullanılıyor. Eski tesislere ilaveler yapılmış. Biz gittiğimizde bir düğün töreni vardı. Kubbenin altındaki zemine yine siyah beyaz küçük taşlarla döşenmiş mozaiklere hayran olduk (yandaki resimde). Yan yana bir kaç küçük koy ayrı ayrı plaj olarak isimlendirilmiş. Kumsal dışında kalan yerler yanardağ lavları, insanın ilgisini çekiyor. Buradan ayrılıp daha büyük bir yerleşim yeri olan ve herkese tavsiye edilen Falirakiye geldik. Burası da bir plaj ve eğlence merkezi. Her tarafta diskolar, tavernalar var. Akrabamız geceleri yanar burası dedi. Nasıl yani diye sordum. Çok kalabalık olur yolda yürüyemezsin, yollar içkili insanlarla dolu olur dedi. Burada karnımız doyurup tekrar yola koyulduk. Yedi hurmaları geçince Sarılar isminde meşhur bir dondurmacı var kendisi İstanbulluymuş, orada dondurma yiyelim dendi oraya gittik. Oturma yeri yok, kâse şeklindeki plastik kaplara konan (pastanelerin içine keşkül muhallebi gibi şeyler koyduğu) sözüm ona dondurmamızı arabalarımızda oturarak yedik. Bizim dondurmalarla hiç alakası yok, hele dövme Maraş dondurmamızın yanından bile geçemez. Yoğurta yoghurt diyorlar, bizim yoğurdumuzla alakası yok, krema gibi bir şey. Bakın iddia ediyorum, bir Türk girişimci burada sadece yoğurt ve dondurma satışı yapan bir işyeri açsa iyi para kazanır. Örneğin Çanakkale ilimizde yoğurtçu dükkânlarında oturup yoğurt yiyebilirsiniz. (devam edecek)
19.10.2015
19.10.2015
OKUR YORUMLARI
Yozgat'ta Günün Haberleri
YOZGAT'TA 5 GÜNLÜK HAVA DURUMU
YOZGAT İÇİN GÜNÜN NAMAZ VAKİTLERİ
Rıfat Çakır
20.10.2015 13:39:00Değerli Hocam. Merak ettiğim mekanlara sizin gözünüzle baktım ve usta kaleminizden tasvirini okudum. Tarih, doğa, demografya ve tüm detay güzellikleri edebiyat zenginliğinde bütünleştiriyorsunuz. Tiryakisi olduğum yazılarınızı tüm dostlarımla takip ediyorum. Değerli ailenize ve size Ankara dolusu selamlar gönderiyoruz.