Resim yapmak ilk çağlardan bu yana insanoğlunun merakı olmuştur. İlkel mağara resimleri bize o insanların yaşantısı hakkında epey bilgi veren en önemli belgelerdir. Türkler İslamiyet’i kabul ettikten sonra bu sanat minyatür şeklinde değişikliğe uğrayarak biraz gözden düşmüşse de Osmanlı padişahları ve kimi paşalar dönemin ünlü ressamlarına portrelerini yaptırmaktan geri kalmamışlardır.
İşte bu dönemde Yozgat’taki Çapanoğlu Büyük Camii, Anadolu’daki büyük boyutlu ilk resimli cami olarak tarihteki yerini almıştır.
Duvarlarındaki hat ve bezemeler İstanbul’dan getirtilen dönemin en ünlü hattatları ve kalemkeşleri tarafından yazılmış, yine duvarlarındaki değişik çiçek ve meyve motifleri de dönemin ressamları tarafından resmedilmiştir.
Anadolu’nun ortasındaki bu münevver şehrin bazı konaklarında da duvar resimlerine rastlıyoruz. Ceritzade Şükrü Efendi’nin eski konaktan kalan selamlığında da bu duvar resimlerinden vardı. Çapanoğlu Muhlis Bey’in yaptırdığı Yozgat’ın ilk betonarme binasının (şimdiki BAĞ-KUR Konutları’nın olduğu arsa) bahçesinin arka kısmında bulunan eski ahşap konağın selamlığının tavan eteğinde de değişik çiçek resimleri ile ahşap tavanda yine ahşaptan yapılmış aşağı sarkan bir göbek ile ahşap nakışlarla süslenmiş bir tavanı vardı. Rahmetli babaannem Esma Hanımefendi, içinde mahalledeki çocukların oynadığı fakat tehlike arz eden bu binayı çocuklara bir zarar verir endişesi ile bilabedel enkazcılara vermiş, göbek tavan süsünü de bir köy camiine bağışlamıştı. Hangi köyün camisinde olduğunu bilemiyorum. Eğer bilen varsa ve bana bildirmek lütfunda bulunursa minnettar kalırım. Bu tarihi güzellikler maalesef önem verilip fotoğraflanamadığı için kaydı da tutulmadığından konaklarla birlikte yok olup gitti. Her biri zarafet örneği olan bu evler ve konaklar yıkılıp yerine bu çirkin betonlar dikildi.
Duvar resimlerinin en güzelleri şimdi müze olarak kullanılan Nizamoğlu konağının duvarlarında görülür. Anadolu Türk mimarisine göre yapılmış olan bu bina, içindeki süslemeleri ile önem taşıyor. Duvarlarında değişik çiçekler, kuş motifleri insan ve hayvan resimleri olan bu konak vaktiyle iki papazın evi imiş. Dolayısıyla iki “başodası” vardır. Binadaki duvar resimleri de o dönemin değişik olaylarını anlatan resimlerdir ki çoğunlukla Yozgat tarihini anlatır.
Müzeyi birlikte gezdiğimiz Gazi Üniversitesi Sanat Tarihi Bölüm Başkanı Prof. Dr. Hakkı Acun hocamdan aldığım bilgileri, kendisine teşekkürlerimle sizlerle paylaşmak istedim. Sofa tavan eteğindeki duvar resimlerinden birisinde içinde çift atlı çok güzel bir fayton var. Faytonun önünde ve arkasında atlı muhafızlar görülüyor. 1777- 1778 tarihli Osmanlı Rus savaşları nihayete erince, babası Süleyman Bey’in elini öpmek için payitaht’tan Yozgat’a gelen o sırada Vezir ve savaş sırasında Osmanlı Ordusunun Başbuğu olan Çapanoğlu Mehmet Celalettin Paşa’ya Padişah, yolculuğunun rahat geçmesi için çok güzel, kapalı bir fayton (kupa) hediye eder. Nitekim Yozgat’a gelen seyyahlardan Kaptan Frederick Barnaby (1861) seyahatnamesinde, “Çapanoğlu Süleyman Bey’in şehzadeleri şehirde süslü faytonlarla geziyor ve çok güzel atlara biniyorlar” denilmektedir. Seyyah, “şehzadeler ellerinde şahinleri, göğüslerinde altın sırmalar ve elmaslar ile gözleri kamaştıracak bir şekilde bu güzel atlara binip ava gidiyorlardı” diye, anlatıyor.
Yukarıdaki resmin yanında bir bina resmi var. Yapı itibariyle Süleyman Bey’in sarayının tıpa tıp benzeridir. Doğu yönündeki başodadaki bir resimde, bir dere, orman, atlar ve kazlar var. Bir zamanlar Yozgat’ta çok kaz varmış ve Yozgat kazı ile meşhurmuş.Rivayet o dur ki Yozgat’tan Amerika’ya götürülen bu kazların torunları bugün NASA Uzay Üssü’nü koruyormuş(Böyle bir kaynak varmıdır bilinmiyor). Başka bir resimde bir ormanda yılkıya bırakılan atları görüyoruz.
Batı yönündeki diğer başodadaki resim, dini bir sahneyi anlatır. Bu sahne Hz. Süleyman Peygamberi’n adalet sahnesidir. Resmin altında yapıldığı tarih yazıyor 1871. Bu resimde iki kadın iki asker bir cellât ortada bir sehpa üzerine yatırılmış bir bebek ve Hz. Süleyman’ı görüyoruz. Resimdeki iki kadın da ısrarla bebeğin kendisine ait olduğunu iddia ediyor. Süleyman peygamber cellada bebeği iki parçaya ayırmasını, her parçayı bir kadına vermesini emrediyor. Bunun üzerine kadınlardan birisi talebinden vazgeçiyor, “evet bebek bu kadınındır ona verin” diyor. Bu cevap üzerine Hz. Süleyman, bebeğin öldürülmesine razı olmayan kadının öz anne olduğuna hükmedip bebeği ona veriyor. Onun yanındaki resimde köşkler nehirler dağlar, ormanlar var. Başka bir resimde bir şehir görüyoruz. Yine ormanlık bir bölge, dereler, ağaçlarla çevrelenmiş mesire yerleri var. En önemlisi, evlerin hepsinin çatıları kiremitli, bu resimde muntazam bir şehir resmedilmiş. 17. Yüzyılda Evliya Çelebi birçok yerde kiremitli evlerden bahsediyorsa da o devirde İç Anadolu’da böyle kiremit çatılı evleri olan başka bir şehir yok. 1958 ve 1959 yıllarında iki yıl Niğde’de kalmıştık. Evlerin hemen tamamı dam evdi. Bu yakın tarih dikkate alındığında, Yozgat’ın 1800’lü yılların ortalarında ne kadar mamur bir şehir olduğu dikkat çeker. Yozgat’a gelen seyyahlar da anılarında bilhassa bu konuya dikkat çekmişlerdir.
Yukarıdaki resmin yanındaki resimde, mavi üniformalı muntazam sıra halinde bir tabur asker ve komutanları var. Bunlar Osmanlı askerine benzemiyor. Neden acaba? Yukarıda, bu evi papazlar yaptırmış demiştik. İşte onların zaman, zaman özlem duydukları Rus veya Fransız askerleri olabilir. Başlarındaki şaha kalkmış atın üzerindeki Napolyon olabilir mi? Kim bilir belki. Onun yanında yine çatıları kiremit olan bir şehirde büyük bir yangın resmedilmiş. Evlerin hemen tamamı yanıyor gibi. Alevler her yanı kaplamış. Ateş ve dumandan göz gözü görmeyecek bir hava. 1830’lu yıllarda Yozgat’ta büyük bir yangın olmuş, bu onun sahnesi. Başka bir resimde yine fesli bir adam var. Bir av sahnesi anlatılıyor. Başka bir resimde yine dini kitaplarda anlatılan bir sahne canlandırılıyor. Bir handa korku içindeki beş kişinin resmedildiği bir mekân. Şöminede yanan ateşle ısınıyorlar ve Hz. İsa ile ilgili sohbet ediyorlarken, içlerinden biri “Hz. İsa eğer peygamber ise haydi şu ateşin içinde görünsün” der. O anda ateşin içinde Hz. İsa’nın silueti görünür.
Resimlerden birisinde yine çatıları kiremit olan bir şehir ve üzeri dört sütun üzerine kubbeli bir çeşme var. Bu çeşmenin benzerleri bu güne kadar gelmiştir. Bu resimde bir de at üstünde ve başında batılı şapkası olan bir adam var ve önünde de başka atlar var. Bu adam 1861 de Yozgat’a gelen seyyah Frederick Barnaby. Barnaby, ava çok meraklı olduğundan Çapanoğlu Ahmet ve Çapanoğlu Derviş Bey’le sık sık ava gidiyor. Seyahatnamesinde bunları uzun uzun anlatır. Yine bir resimde daha kalabalık, tabur tabur Fransız askerleri ve başlarında Napolyon resmedilmiş.
Müzede mobilyalı bir saat var. Çapanoğlu Büyük Camii’nden alınıp buraya konulmuş. Kabininin içindeki ağırlıklarla çalışan enteresan bir saat. Başka bir resimde yine dere ve kazlar, tek bir aslan, bir köprü, koyunlar, aslanlar, keçiler atlar görüyoruz. Demek ki o zamanlar güney Anadolu’da aslan bile varmış.
Diğer odaya geçildiğinde ağaçlık bir alanda yine yılkıya bırakılan yaşlı atları görüyoruz. Her mevsimin şartlarını doğada kendi başlarına yaşayan bu hayvanlar, doğa şartları ile başa çıkmayı öğrenirken aynı zamanda da vahşileşiyorlar. Başıboş ve toplu halde dolaştıklarından bunlara hergele de denir. O zamanlar çamlıkta da böyle yılkı atları varmış. Resme dikkat edilirse atların yanında bir manda (camız) olduğu görülür. Osmanlı’da manda pek bilinmezmiş. İlk defa saraya götürüldüğünde herkes merakla görmeye gelmiş. Peki, bu mandalar Türkiye’ye nasıl gelmiş. Onu da Hakkı Hoca’mdan dinleyelim. O yıllarda Amerika’da meşhur Kuzey-Güney Savaşı var. Avrupa’da da tekstil üretimi var ve üretimde kullanılan pamuğun neredeyse tamamı Amerika’da üretiliyor. Kuzey-Güney Savaşı uzun sürünce üretim yeterli olamıyor ve Avrupa’da pamuk sıkıntısı başlıyor. Avrupalı pamuk üretecek iklime sahip yer aramaya başlıyor. Uygun yer Çukurova oluyor. Burada yetişen pamuk Avrupa’dakinden daha kaliteli çıkıyor. Pamuk ziraatı Türkiye’de bilinmediğinden, Avrupa ve Amerika’dan bu işi bilen zenciler getirtiyorlar. Zamanımızda Mersin yöresinde yaşayan zenci benzeri vatandaşlarımız bunların torunları oluyor. Bu adamlar tarlalarda çalışırken aslan gibi vahşi hayvanların saldırılarına maruz kalıyor ve hayatlarını kaybediyorlar. Bunun üzerine üreticiler önlem alınması için padişaha başvuruyorlar. Konu araştırılıyor. Vahşi hayvanlardan korunmakta mandaların uygun olduğu öğrenilince Hindistan’dan bol miktarda Manda getirtiliyor. Mandalar tarlaların kenarlarına serbestçe bırakılıyor. Bir saldırıda mandalar hemen daire şeklinde bir araya geliyor, insanlar da bu çemberin içine girip vahşi hayvanlardan korunuyorlar.
Resimlerden birisinde develer var. Bunlar Yozgat’a gelen tüccarların develeri olsa gerek. Yozgat’ta develik isminde bir mahalle de var. Bu mahallede develerin barındırıldığı ahırlar varmış ve develer orada dururmuş. Neden bu resimlere konu olmuşlar derseniz? Şundan dolayı. Yozgat soğuk iklim memleketi olduğundan Yozgat’ta deve olmaz, develer pek bilinmezmiş, çoluk çocuk deve gördüğü zaman ilgi ile izlermiş. Bu nedenle bu resme ilham kaynağı olmuşlar. Başka bir resimde fesli bir avcı var. Tüfeğini doğrultmuş ateş ediyor. Çapanoğlu Ahmet Bey veya Derviş Beyler’den birisi olabilir. Resmin öbür kenarında yine batılı şapkası ve yanında siyah atı ve av köpeği ile Kaptan Barnaby’i görüyoruz. Resmin devamında bir denizkızı ile yılan yiyen leylekler var. Burada resmedildiğine göre mutlaka bu yılanların da bir hikâyesi vardır.
Hakkı Hocam’ın dediğine göre, bu resimler Türk resim sanatı açısından son derece önemli imiş. Bu dönemde Yozgat’ta resimlendirme geleneği çok sevilmiş ve kullanılmış. Bunun da nedeni Çapanoğulları imiş. Çünkü aileden birçok kişi vezir, müşir (maraşal), kazasker, kapucubaşı vs. olarak İstanbul’da sarayda görevlidir. Orada gördüklerini kendi evlerinde taklit etmişler. Yozgat’ın varlıklı aileleri de bu geleneği sevmişler ve kullanmışlar. Ne iyi etmişler.
22.01.2012
İşte bu dönemde Yozgat’taki Çapanoğlu Büyük Camii, Anadolu’daki büyük boyutlu ilk resimli cami olarak tarihteki yerini almıştır.
Duvarlarındaki hat ve bezemeler İstanbul’dan getirtilen dönemin en ünlü hattatları ve kalemkeşleri tarafından yazılmış, yine duvarlarındaki değişik çiçek ve meyve motifleri de dönemin ressamları tarafından resmedilmiştir.
Anadolu’nun ortasındaki bu münevver şehrin bazı konaklarında da duvar resimlerine rastlıyoruz. Ceritzade Şükrü Efendi’nin eski konaktan kalan selamlığında da bu duvar resimlerinden vardı. Çapanoğlu Muhlis Bey’in yaptırdığı Yozgat’ın ilk betonarme binasının (şimdiki BAĞ-KUR Konutları’nın olduğu arsa) bahçesinin arka kısmında bulunan eski ahşap konağın selamlığının tavan eteğinde de değişik çiçek resimleri ile ahşap tavanda yine ahşaptan yapılmış aşağı sarkan bir göbek ile ahşap nakışlarla süslenmiş bir tavanı vardı. Rahmetli babaannem Esma Hanımefendi, içinde mahalledeki çocukların oynadığı fakat tehlike arz eden bu binayı çocuklara bir zarar verir endişesi ile bilabedel enkazcılara vermiş, göbek tavan süsünü de bir köy camiine bağışlamıştı. Hangi köyün camisinde olduğunu bilemiyorum. Eğer bilen varsa ve bana bildirmek lütfunda bulunursa minnettar kalırım. Bu tarihi güzellikler maalesef önem verilip fotoğraflanamadığı için kaydı da tutulmadığından konaklarla birlikte yok olup gitti. Her biri zarafet örneği olan bu evler ve konaklar yıkılıp yerine bu çirkin betonlar dikildi.
Duvar resimlerinin en güzelleri şimdi müze olarak kullanılan Nizamoğlu konağının duvarlarında görülür. Anadolu Türk mimarisine göre yapılmış olan bu bina, içindeki süslemeleri ile önem taşıyor. Duvarlarında değişik çiçekler, kuş motifleri insan ve hayvan resimleri olan bu konak vaktiyle iki papazın evi imiş. Dolayısıyla iki “başodası” vardır. Binadaki duvar resimleri de o dönemin değişik olaylarını anlatan resimlerdir ki çoğunlukla Yozgat tarihini anlatır.
Müzeyi birlikte gezdiğimiz Gazi Üniversitesi Sanat Tarihi Bölüm Başkanı Prof. Dr. Hakkı Acun hocamdan aldığım bilgileri, kendisine teşekkürlerimle sizlerle paylaşmak istedim. Sofa tavan eteğindeki duvar resimlerinden birisinde içinde çift atlı çok güzel bir fayton var. Faytonun önünde ve arkasında atlı muhafızlar görülüyor. 1777- 1778 tarihli Osmanlı Rus savaşları nihayete erince, babası Süleyman Bey’in elini öpmek için payitaht’tan Yozgat’a gelen o sırada Vezir ve savaş sırasında Osmanlı Ordusunun Başbuğu olan Çapanoğlu Mehmet Celalettin Paşa’ya Padişah, yolculuğunun rahat geçmesi için çok güzel, kapalı bir fayton (kupa) hediye eder. Nitekim Yozgat’a gelen seyyahlardan Kaptan Frederick Barnaby (1861) seyahatnamesinde, “Çapanoğlu Süleyman Bey’in şehzadeleri şehirde süslü faytonlarla geziyor ve çok güzel atlara biniyorlar” denilmektedir. Seyyah, “şehzadeler ellerinde şahinleri, göğüslerinde altın sırmalar ve elmaslar ile gözleri kamaştıracak bir şekilde bu güzel atlara binip ava gidiyorlardı” diye, anlatıyor.
Yukarıdaki resmin yanında bir bina resmi var. Yapı itibariyle Süleyman Bey’in sarayının tıpa tıp benzeridir. Doğu yönündeki başodadaki bir resimde, bir dere, orman, atlar ve kazlar var. Bir zamanlar Yozgat’ta çok kaz varmış ve Yozgat kazı ile meşhurmuş.Rivayet o dur ki Yozgat’tan Amerika’ya götürülen bu kazların torunları bugün NASA Uzay Üssü’nü koruyormuş(Böyle bir kaynak varmıdır bilinmiyor). Başka bir resimde bir ormanda yılkıya bırakılan atları görüyoruz.
Batı yönündeki diğer başodadaki resim, dini bir sahneyi anlatır. Bu sahne Hz. Süleyman Peygamberi’n adalet sahnesidir. Resmin altında yapıldığı tarih yazıyor 1871. Bu resimde iki kadın iki asker bir cellât ortada bir sehpa üzerine yatırılmış bir bebek ve Hz. Süleyman’ı görüyoruz. Resimdeki iki kadın da ısrarla bebeğin kendisine ait olduğunu iddia ediyor. Süleyman peygamber cellada bebeği iki parçaya ayırmasını, her parçayı bir kadına vermesini emrediyor. Bunun üzerine kadınlardan birisi talebinden vazgeçiyor, “evet bebek bu kadınındır ona verin” diyor. Bu cevap üzerine Hz. Süleyman, bebeğin öldürülmesine razı olmayan kadının öz anne olduğuna hükmedip bebeği ona veriyor. Onun yanındaki resimde köşkler nehirler dağlar, ormanlar var. Başka bir resimde bir şehir görüyoruz. Yine ormanlık bir bölge, dereler, ağaçlarla çevrelenmiş mesire yerleri var. En önemlisi, evlerin hepsinin çatıları kiremitli, bu resimde muntazam bir şehir resmedilmiş. 17. Yüzyılda Evliya Çelebi birçok yerde kiremitli evlerden bahsediyorsa da o devirde İç Anadolu’da böyle kiremit çatılı evleri olan başka bir şehir yok. 1958 ve 1959 yıllarında iki yıl Niğde’de kalmıştık. Evlerin hemen tamamı dam evdi. Bu yakın tarih dikkate alındığında, Yozgat’ın 1800’lü yılların ortalarında ne kadar mamur bir şehir olduğu dikkat çeker. Yozgat’a gelen seyyahlar da anılarında bilhassa bu konuya dikkat çekmişlerdir.
Yukarıdaki resmin yanındaki resimde, mavi üniformalı muntazam sıra halinde bir tabur asker ve komutanları var. Bunlar Osmanlı askerine benzemiyor. Neden acaba? Yukarıda, bu evi papazlar yaptırmış demiştik. İşte onların zaman, zaman özlem duydukları Rus veya Fransız askerleri olabilir. Başlarındaki şaha kalkmış atın üzerindeki Napolyon olabilir mi? Kim bilir belki. Onun yanında yine çatıları kiremit olan bir şehirde büyük bir yangın resmedilmiş. Evlerin hemen tamamı yanıyor gibi. Alevler her yanı kaplamış. Ateş ve dumandan göz gözü görmeyecek bir hava. 1830’lu yıllarda Yozgat’ta büyük bir yangın olmuş, bu onun sahnesi. Başka bir resimde yine fesli bir adam var. Bir av sahnesi anlatılıyor. Başka bir resimde yine dini kitaplarda anlatılan bir sahne canlandırılıyor. Bir handa korku içindeki beş kişinin resmedildiği bir mekân. Şöminede yanan ateşle ısınıyorlar ve Hz. İsa ile ilgili sohbet ediyorlarken, içlerinden biri “Hz. İsa eğer peygamber ise haydi şu ateşin içinde görünsün” der. O anda ateşin içinde Hz. İsa’nın silueti görünür.
Resimlerden birisinde yine çatıları kiremit olan bir şehir ve üzeri dört sütun üzerine kubbeli bir çeşme var. Bu çeşmenin benzerleri bu güne kadar gelmiştir. Bu resimde bir de at üstünde ve başında batılı şapkası olan bir adam var ve önünde de başka atlar var. Bu adam 1861 de Yozgat’a gelen seyyah Frederick Barnaby. Barnaby, ava çok meraklı olduğundan Çapanoğlu Ahmet ve Çapanoğlu Derviş Bey’le sık sık ava gidiyor. Seyahatnamesinde bunları uzun uzun anlatır. Yine bir resimde daha kalabalık, tabur tabur Fransız askerleri ve başlarında Napolyon resmedilmiş.
Müzede mobilyalı bir saat var. Çapanoğlu Büyük Camii’nden alınıp buraya konulmuş. Kabininin içindeki ağırlıklarla çalışan enteresan bir saat. Başka bir resimde yine dere ve kazlar, tek bir aslan, bir köprü, koyunlar, aslanlar, keçiler atlar görüyoruz. Demek ki o zamanlar güney Anadolu’da aslan bile varmış.
Diğer odaya geçildiğinde ağaçlık bir alanda yine yılkıya bırakılan yaşlı atları görüyoruz. Her mevsimin şartlarını doğada kendi başlarına yaşayan bu hayvanlar, doğa şartları ile başa çıkmayı öğrenirken aynı zamanda da vahşileşiyorlar. Başıboş ve toplu halde dolaştıklarından bunlara hergele de denir. O zamanlar çamlıkta da böyle yılkı atları varmış. Resme dikkat edilirse atların yanında bir manda (camız) olduğu görülür. Osmanlı’da manda pek bilinmezmiş. İlk defa saraya götürüldüğünde herkes merakla görmeye gelmiş. Peki, bu mandalar Türkiye’ye nasıl gelmiş. Onu da Hakkı Hoca’mdan dinleyelim. O yıllarda Amerika’da meşhur Kuzey-Güney Savaşı var. Avrupa’da da tekstil üretimi var ve üretimde kullanılan pamuğun neredeyse tamamı Amerika’da üretiliyor. Kuzey-Güney Savaşı uzun sürünce üretim yeterli olamıyor ve Avrupa’da pamuk sıkıntısı başlıyor. Avrupalı pamuk üretecek iklime sahip yer aramaya başlıyor. Uygun yer Çukurova oluyor. Burada yetişen pamuk Avrupa’dakinden daha kaliteli çıkıyor. Pamuk ziraatı Türkiye’de bilinmediğinden, Avrupa ve Amerika’dan bu işi bilen zenciler getirtiyorlar. Zamanımızda Mersin yöresinde yaşayan zenci benzeri vatandaşlarımız bunların torunları oluyor. Bu adamlar tarlalarda çalışırken aslan gibi vahşi hayvanların saldırılarına maruz kalıyor ve hayatlarını kaybediyorlar. Bunun üzerine üreticiler önlem alınması için padişaha başvuruyorlar. Konu araştırılıyor. Vahşi hayvanlardan korunmakta mandaların uygun olduğu öğrenilince Hindistan’dan bol miktarda Manda getirtiliyor. Mandalar tarlaların kenarlarına serbestçe bırakılıyor. Bir saldırıda mandalar hemen daire şeklinde bir araya geliyor, insanlar da bu çemberin içine girip vahşi hayvanlardan korunuyorlar.
Resimlerden birisinde develer var. Bunlar Yozgat’a gelen tüccarların develeri olsa gerek. Yozgat’ta develik isminde bir mahalle de var. Bu mahallede develerin barındırıldığı ahırlar varmış ve develer orada dururmuş. Neden bu resimlere konu olmuşlar derseniz? Şundan dolayı. Yozgat soğuk iklim memleketi olduğundan Yozgat’ta deve olmaz, develer pek bilinmezmiş, çoluk çocuk deve gördüğü zaman ilgi ile izlermiş. Bu nedenle bu resme ilham kaynağı olmuşlar. Başka bir resimde fesli bir avcı var. Tüfeğini doğrultmuş ateş ediyor. Çapanoğlu Ahmet Bey veya Derviş Beyler’den birisi olabilir. Resmin öbür kenarında yine batılı şapkası ve yanında siyah atı ve av köpeği ile Kaptan Barnaby’i görüyoruz. Resmin devamında bir denizkızı ile yılan yiyen leylekler var. Burada resmedildiğine göre mutlaka bu yılanların da bir hikâyesi vardır.
Hakkı Hocam’ın dediğine göre, bu resimler Türk resim sanatı açısından son derece önemli imiş. Bu dönemde Yozgat’ta resimlendirme geleneği çok sevilmiş ve kullanılmış. Bunun da nedeni Çapanoğulları imiş. Çünkü aileden birçok kişi vezir, müşir (maraşal), kazasker, kapucubaşı vs. olarak İstanbul’da sarayda görevlidir. Orada gördüklerini kendi evlerinde taklit etmişler. Yozgat’ın varlıklı aileleri de bu geleneği sevmişler ve kullanmışlar. Ne iyi etmişler.
22.01.2012
23.01.2012
OKUR YORUMLARI
Yozgat'ta Günün Haberleri
YOZGAT'TA 5 GÜNLÜK HAVA DURUMU
YOZGAT İÇİN GÜNÜN NAMAZ VAKİTLERİ
ABDÜLKADİR ÇAPANOĞLU
26.01.2012 14:46:00Gezetemizin değerli yazarı ve hemşerimiz Sayın Uğur Köseoğlu'nun vefatını üzüntü ile öğrendim.Allah gani gani rahmet etsin.Aile efradına,yakınlarına ve arkadaşlarına başsğlığı ve sabır diliyorum.
Celalettin Çapanoğlu
24.01.2012 10:03:00Değerli Kuzenim,
Çok güzel bir konuya değinmiş ve çok güzel yazmışsın, eline sağlık. Selamlar Celalettin Çapanoğlu