Yozgat lehçemizin gerçek duayeni değerli dost Rıfat Çakır Kardeşimin Godek Satılmışın Düğünü başlıklı muhteşem yazısını okuyunca dayımın düğünü geldi aklıma. Çocukluğumuzun Yozgatında düğünler günlerce sürerdi. Şehir o kadar sessizdi ki bir sabah uzaktan davul sesi duyduğunuzda bilirdiniz ki şehrin öbür ucunda düğün var. Hele düğün sahibi iki davulcu da tutmuşsa vuruşları daha bir ahenkle gelirdi kulağımıza. Onun için demişler davulun sesi uzaktan hoş gelir diye. Davulun sesi duyulunca bitişik komşu hanımların bahçe duvarı üzerinden meraklı sohbetleri de başlardı.
1960 yılının Ağustos ayında 8 gün süren bir düğünle dünya evine girmişti dayım Yaşar Cerit. Rahmetli Dedem Ceritzade Şükrü Efendi, evlatlarının en küçüğü ve tek erkek çocuğu olduğundan mıdır gurbetteki tüm akrabalara davetiye göndermişti. Gelin Hanım, akrabamız olan emekli öğretmen Hacı Adil Olgunun en küçük kızı Gonca Hanım idi. Yozgatta son akraba düğünü olduğundan bir daha böyle bir düğün göremeyeceklerini bilen Ankaradaki akrabaların müsait olanları çoluk çocuk gelmişlerdi. Eski Yozgatın güzel bir âdeti vardı. Gelen misafirler konu komşu akrabaların evlerinde misafir edilirdi. Dayımın düğününde de öyle oldu. Bunların içinde, evleri tam karşımıza gelen meşhur emekli öğretmen rahmetli Mücteba bey ve eşi Nadide hanım da hem iki aileyi misafir ederek hem de günlük koşuşturma içinde bizim aile kadar yorulmuşlardı.
Kahvaltı dâhil üç öğün yemek bizim evde yenildiğinden merak edip saymıştım her öğünde 79 kişi idik. Zaten sade ev halkı 14 kişi idi. Dedem her gün bir koç kestirdi. Düğünden hatırımda kalan üç anımı sizlerle paylaşmak istedim. Gündüz Kırıksokulu abdallar davul zurna çalarlar, hatırlı bir misafir gelirken köçek denilen 13-15 yaş civarında entari giymiş erkek çocukları da parmaklarında ziller ile oynayarak onları karşılardı. Geceleri de ince saz ekibi çalardı. İnce saz ekibi toplasan iki elin parmakları kadardı zaten ve iki ekip idi. Kemancı Mezeliğin İsmail ağa, Defçi Sabri ve annesi Dilkinin Emine, Ermeni Cümbüşçü Nubar, Udcu Rıza, Kemancı Hıdır, Defçi kör Emeti ve oğlu Feyyazı, unutmayalım. Beyler, bahçede yer içer aşka gelince kalkar oynarlar, hanımlar ve genç kızlarda evde halay çeker çiftetelli oynarlardı. Bu kadar insan nereye sığdı derseniz. İstanbula göçerken dedem, evde tadilat yapıp kiraya vermek istedi. Bu tadilat neticesi dedemin evi 5 ayrı ev olmuştu. Sofa dediğimiz bölümde ben ve kardeşim büyük bir orta masasının etrafında yine en büyük boy bir bisikletle dolaşabilirdik.
Neyse biz dönelim gece eğlencesine. Beyler içki de içtiklerinden istiyorlar ki ince saz onların yanında daha uzun süre kalsın. Hanımlar istiyorlar ki onlara çalsın. Davulcular akşam olunca davullarını ve zurnalarını bir odaya bırakıp gidiyorlardı. Aklıma geldi, kardeşime dedim ki ben zurna çalsam sende davul çalar mısın? Çalarım deyince anneme sorduk ister misiniz diye. O da isteriz tabi deyince zurnayı aldım kamışını tükürüğümle güzelce ıslattım ve başladım çalmaya. Şimdi hatırlamıyorum bir oyun havasını sonuna kadar çaldım hanımların pek hoşuna gitti bir güzel oynadılar. İçkinin, yanlarında çalıp söyleyen ince sazın ve sohbetin tesiri ile önce farkına varamayan rahmetli babam, zurna sesinin farkına varınca yanındakilere abdallar mı geldi diye sormuş. Yok, Abdulkadir ve Haluk çalıyorlar deyince, bir hışımla gelip oğlum siz abdal mısınız diye bizi azarlamaz mı? Kardeşimde bende hanım misafirlerin önünde donduk kaldık. Süklüm püklüm davulu ve zurnayı yerine koyduk. Hanımların eğlencesi de yarım kaldı. Yıllar sonra İstanbula taşındığımızda Yozgat türkülerinin bazılarını TRT repertuarına kazandıran Akdağmadenili Fahri Akbilek ağabeyimin gel seni Nida ile tanıştırayım onun Aksaray musiki cemiyetine devam et önerisi de ailenin çalgıcı mı olacaksınız, önce tahsilinizi tamamlayın tepkisi ile amatörlükte kaldı. Hâlbuki ben bağlama, kaval, darbuka kardeşimde bağlama ve gitar çalardık.
İkinci olay; Dayımın Ankaradan getirdiği çok güzel ve aynı cinsten biri dişi öbürü erkek bir çift köpeği vardı. Düğün gecesi onların yemeklerini vermek için aradığımızda bulamadık. Evin içini bahçeleri aradık köpekler yok. Ertesi gün yine aradık. Sonunda karar verildi köpekleri bu kargaşa arasında mahallenin çocukları çaldılar. Bu sefer Komşumuz Hanım Ayşenin oğlu arkadaşımız rahmetli Fatih Niğdelioğlu ile birlikte rastladığımız çocuklara, kadınlara böyle bir çift köpek gördünüz mü diye Şeker Pınara kadar sora sora gittik geldik. Gören bilen çıkmadı ama biz köpeklerin çalındığından eminiz. Dayım çok üzüldü ama misafirlere de belli etmek de istemedi. İki gün sonra teyzemin karyolasının altından bir şey almak için örtüyü kaldırdığımızda zavallıları oraya büzülmüş olarak görmezmiyiz? Hayvanlar hem davulun sesinden hem de kalabalıktan korkup oraya saklanmışlar. Kaybolduklarına ne kadar üzüldüysek bu hallerine de daha fazla üzüldük. Dayım dakikalarca kucağından indirmedi öpüp kokladı.
Bu olayın üstüne başka bir üzüntü geldi. Arka bahçedeki ahırın iki kapısı vardı. Biri bahçeye diğeri arka örene (boş arsa)açılıyordu. Nasıl olduysa her iki kapıda aralık kalmış. Anneannem farkına varınca hayıflandı camızlar cereyana gelmez inşallah bir şey olmaz dedi ama iki gün sonra camızlardan biri hastalandı. Yattığı yerden kalkamıyordu. Bir taraftan düğün telaşı bir taraftan camızın hastalığı birbirine karıştı. Eniştem Vedat Manacıoğlu veterinerdi iğneler yaptı ama nafile. Dayıma dedim ki hayvan ahırda kaldı güneşe çıkarsak bir faydası olur mu? Bilemem ama hadi bir deneyelim dedi. Ben başından kaldırayım sende yukarı doğru kuyruğuna asıl dedi. İlk denememiz başarısız oldu. İkincide biraz daha kuvvet sarf ettik. Ben var gücümle kuyruğunu yukarı çektim hayvan güç bela ağaya kalktı ama bacakları titriyor. Yardım edeyim diye arkasından itekliyorum. Ahırın kapısına gelmiştik ki ishal olan havyan içinde ne var ne yok üstüme fışkırttı. Elim yüzüm, üstüm başım şıpır şıpır damlıyor. Su getirin diye bağırdım. Halimi görenler hem çok güldüler hem de suyu yetiştirdiler. Camız güneşe çıktı ve oraya çöktü. Bir daha da kalkamadı, geceyi orada geçirdi.
Ertesi gün kasap geldi kesti. Etler sıyrılınca koca camızın kemikleri Dinazor iskeleti gibi birkaç gün orada kaldı. Mahalledeki küçük çocuklara seyir oldu. Bu olaya en çok üzülen yengem Gonca Hanım oldu. Anneanneme şimdi millet, gelinin ayağı uğursuz geldi. Camızın ölümü bu yüzden oldu diyecekler. demiş. Anneannem de o nasıl söz, bu işin kabahati bizde, ahırın kapısı açık kalmış, o da bilerek yapılan bir şey değil, o hayvanında ömrü bu kadarmış, Allah başka üzüntü vermesin diyerek onu teselli etmiş. Eski büyükler böyleydi. Düğün bitti Ankaradan gelen akrabalar gittiler. Her şey eski halini aldı. Bizde evimize yeni bir can geldi diye sevindik. Ama Davul zurna zılgıtının acısı her daim içimizde kaldı.
29.03.2014
1960 yılının Ağustos ayında 8 gün süren bir düğünle dünya evine girmişti dayım Yaşar Cerit. Rahmetli Dedem Ceritzade Şükrü Efendi, evlatlarının en küçüğü ve tek erkek çocuğu olduğundan mıdır gurbetteki tüm akrabalara davetiye göndermişti. Gelin Hanım, akrabamız olan emekli öğretmen Hacı Adil Olgunun en küçük kızı Gonca Hanım idi. Yozgatta son akraba düğünü olduğundan bir daha böyle bir düğün göremeyeceklerini bilen Ankaradaki akrabaların müsait olanları çoluk çocuk gelmişlerdi. Eski Yozgatın güzel bir âdeti vardı. Gelen misafirler konu komşu akrabaların evlerinde misafir edilirdi. Dayımın düğününde de öyle oldu. Bunların içinde, evleri tam karşımıza gelen meşhur emekli öğretmen rahmetli Mücteba bey ve eşi Nadide hanım da hem iki aileyi misafir ederek hem de günlük koşuşturma içinde bizim aile kadar yorulmuşlardı.
Kahvaltı dâhil üç öğün yemek bizim evde yenildiğinden merak edip saymıştım her öğünde 79 kişi idik. Zaten sade ev halkı 14 kişi idi. Dedem her gün bir koç kestirdi. Düğünden hatırımda kalan üç anımı sizlerle paylaşmak istedim. Gündüz Kırıksokulu abdallar davul zurna çalarlar, hatırlı bir misafir gelirken köçek denilen 13-15 yaş civarında entari giymiş erkek çocukları da parmaklarında ziller ile oynayarak onları karşılardı. Geceleri de ince saz ekibi çalardı. İnce saz ekibi toplasan iki elin parmakları kadardı zaten ve iki ekip idi. Kemancı Mezeliğin İsmail ağa, Defçi Sabri ve annesi Dilkinin Emine, Ermeni Cümbüşçü Nubar, Udcu Rıza, Kemancı Hıdır, Defçi kör Emeti ve oğlu Feyyazı, unutmayalım. Beyler, bahçede yer içer aşka gelince kalkar oynarlar, hanımlar ve genç kızlarda evde halay çeker çiftetelli oynarlardı. Bu kadar insan nereye sığdı derseniz. İstanbula göçerken dedem, evde tadilat yapıp kiraya vermek istedi. Bu tadilat neticesi dedemin evi 5 ayrı ev olmuştu. Sofa dediğimiz bölümde ben ve kardeşim büyük bir orta masasının etrafında yine en büyük boy bir bisikletle dolaşabilirdik.
Neyse biz dönelim gece eğlencesine. Beyler içki de içtiklerinden istiyorlar ki ince saz onların yanında daha uzun süre kalsın. Hanımlar istiyorlar ki onlara çalsın. Davulcular akşam olunca davullarını ve zurnalarını bir odaya bırakıp gidiyorlardı. Aklıma geldi, kardeşime dedim ki ben zurna çalsam sende davul çalar mısın? Çalarım deyince anneme sorduk ister misiniz diye. O da isteriz tabi deyince zurnayı aldım kamışını tükürüğümle güzelce ıslattım ve başladım çalmaya. Şimdi hatırlamıyorum bir oyun havasını sonuna kadar çaldım hanımların pek hoşuna gitti bir güzel oynadılar. İçkinin, yanlarında çalıp söyleyen ince sazın ve sohbetin tesiri ile önce farkına varamayan rahmetli babam, zurna sesinin farkına varınca yanındakilere abdallar mı geldi diye sormuş. Yok, Abdulkadir ve Haluk çalıyorlar deyince, bir hışımla gelip oğlum siz abdal mısınız diye bizi azarlamaz mı? Kardeşimde bende hanım misafirlerin önünde donduk kaldık. Süklüm püklüm davulu ve zurnayı yerine koyduk. Hanımların eğlencesi de yarım kaldı. Yıllar sonra İstanbula taşındığımızda Yozgat türkülerinin bazılarını TRT repertuarına kazandıran Akdağmadenili Fahri Akbilek ağabeyimin gel seni Nida ile tanıştırayım onun Aksaray musiki cemiyetine devam et önerisi de ailenin çalgıcı mı olacaksınız, önce tahsilinizi tamamlayın tepkisi ile amatörlükte kaldı. Hâlbuki ben bağlama, kaval, darbuka kardeşimde bağlama ve gitar çalardık.
İkinci olay; Dayımın Ankaradan getirdiği çok güzel ve aynı cinsten biri dişi öbürü erkek bir çift köpeği vardı. Düğün gecesi onların yemeklerini vermek için aradığımızda bulamadık. Evin içini bahçeleri aradık köpekler yok. Ertesi gün yine aradık. Sonunda karar verildi köpekleri bu kargaşa arasında mahallenin çocukları çaldılar. Bu sefer Komşumuz Hanım Ayşenin oğlu arkadaşımız rahmetli Fatih Niğdelioğlu ile birlikte rastladığımız çocuklara, kadınlara böyle bir çift köpek gördünüz mü diye Şeker Pınara kadar sora sora gittik geldik. Gören bilen çıkmadı ama biz köpeklerin çalındığından eminiz. Dayım çok üzüldü ama misafirlere de belli etmek de istemedi. İki gün sonra teyzemin karyolasının altından bir şey almak için örtüyü kaldırdığımızda zavallıları oraya büzülmüş olarak görmezmiyiz? Hayvanlar hem davulun sesinden hem de kalabalıktan korkup oraya saklanmışlar. Kaybolduklarına ne kadar üzüldüysek bu hallerine de daha fazla üzüldük. Dayım dakikalarca kucağından indirmedi öpüp kokladı.
Bu olayın üstüne başka bir üzüntü geldi. Arka bahçedeki ahırın iki kapısı vardı. Biri bahçeye diğeri arka örene (boş arsa)açılıyordu. Nasıl olduysa her iki kapıda aralık kalmış. Anneannem farkına varınca hayıflandı camızlar cereyana gelmez inşallah bir şey olmaz dedi ama iki gün sonra camızlardan biri hastalandı. Yattığı yerden kalkamıyordu. Bir taraftan düğün telaşı bir taraftan camızın hastalığı birbirine karıştı. Eniştem Vedat Manacıoğlu veterinerdi iğneler yaptı ama nafile. Dayıma dedim ki hayvan ahırda kaldı güneşe çıkarsak bir faydası olur mu? Bilemem ama hadi bir deneyelim dedi. Ben başından kaldırayım sende yukarı doğru kuyruğuna asıl dedi. İlk denememiz başarısız oldu. İkincide biraz daha kuvvet sarf ettik. Ben var gücümle kuyruğunu yukarı çektim hayvan güç bela ağaya kalktı ama bacakları titriyor. Yardım edeyim diye arkasından itekliyorum. Ahırın kapısına gelmiştik ki ishal olan havyan içinde ne var ne yok üstüme fışkırttı. Elim yüzüm, üstüm başım şıpır şıpır damlıyor. Su getirin diye bağırdım. Halimi görenler hem çok güldüler hem de suyu yetiştirdiler. Camız güneşe çıktı ve oraya çöktü. Bir daha da kalkamadı, geceyi orada geçirdi.
Ertesi gün kasap geldi kesti. Etler sıyrılınca koca camızın kemikleri Dinazor iskeleti gibi birkaç gün orada kaldı. Mahalledeki küçük çocuklara seyir oldu. Bu olaya en çok üzülen yengem Gonca Hanım oldu. Anneanneme şimdi millet, gelinin ayağı uğursuz geldi. Camızın ölümü bu yüzden oldu diyecekler. demiş. Anneannem de o nasıl söz, bu işin kabahati bizde, ahırın kapısı açık kalmış, o da bilerek yapılan bir şey değil, o hayvanında ömrü bu kadarmış, Allah başka üzüntü vermesin diyerek onu teselli etmiş. Eski büyükler böyleydi. Düğün bitti Ankaradan gelen akrabalar gittiler. Her şey eski halini aldı. Bizde evimize yeni bir can geldi diye sevindik. Ama Davul zurna zılgıtının acısı her daim içimizde kaldı.
29.03.2014
29.03.2014
OKUR YORUMLARI
Yozgat'ta Günün Haberleri
YOZGAT'TA 5 GÜNLÜK HAVA DURUMU
YOZGAT İÇİN GÜNÜN NAMAZ VAKİTLERİ
Nahile BİRYILDIRIR
10.05.2014 23:16:00Kadir Abicim 'Yozgat'ta Bir Düğün Hikayesi' yazınızı büyük bir keyifle okudum.Bana değerlerimizi,toplumumuzun kültürünü, unutulmuşluklarımızı yaşattınız.Siz kendi yaşadıklarınızı bizlere aktarırken biz onları sadece okumuyoruz,yaşıyoruz.Bu tür yaşam kaldı mı bilmiyorum ama bizden sonraki nesillerin de bilmesi gerektiğine inanıyorum.
Rıfat ÇAKIR
03.04.2014 15:56:00Yozgatlı kimliğimize bilgisi, görgüsü ve yaşattığı tüm güzelliklerle heryerde saygınlık kazandıran Abdulkadir Çapanoğlu Hocamın eğitici, öğretici usta kaleminden adımızın yazılması bana tarifi imkansız bir gurur yaşattı.
Bizler edebiyata gönül vermiş kalemler olarak sizlerin yazılarını esinlenerek okuyor, Yozgat aşkı ve hemşehri sevdasıyla bütünleşiyoruz. Aydın görüşleriniz, kapsamlı donanımınız ve sürükleyici yazılarınızla sürekli takip ettiğimiz en kıymetli üstadımızsınız. Özlem dolu anılarınız bizi hüzünlendirirken, güncel yorumlarınız klavuzumuz oluyor.
Çok değerli Hocam, size sağlık, mutluluk ve başarılarla süslü uzun yıllar diliyor, gönüller dolusu teşekkürlerimle, Ankara dolusu selamlar gönderiyorum.
bülent cerit
02.04.2014 09:16:00Ağabey günaydın, kalemine sağlık, bizimkilerin düğününü benim bile bir kısmını bilmediğim taraflarıyla yazmışsın. Çok hoşuma gitti, keyifle okudum. Ayrıca hatırladığın detaylara da hayret ettim.Bir kısmını okuyunca ben de hatırladım, fakat sen epeyce olayı, insanı, yaşanmışlıkları hatırlıyorsun, bravo. Bu yaklaşımın ve emeğin ve yazdıklarınla hem geçmiş Yozgat'ı günümüze taşıyorsun, hem de Yozgat'ın kentsel kimliğini yeni nesillere aktarıyorsun. Bu anlamda belirtmek istediğim bir şey daha var. Seçimler bitti ve yeni yönetimler belirlendi.Seçilen bu yeni yöneticiler hem kendilerini hem de bağlı oldukları partilerini yüceltmek amacıyla birçok projeye girişecekler, inşaatlara ve yatırımlara başlayacaklar. Son günlerin medyatik söylemi olan "marka kentler" yaratmaya çalışacaklar. İşte bu noktada o kente ait olan değerleri, örf, adet ve gelenekleri bilen, tanıyan, yaşayan sen ve senin gibi Yozgat'lıların, kurulabilecek bir "kent konseyi"nde görev alarak yönetime ve kente ciddi katkılarda bulunacağınıza içtenlikle katılıyor ve böyle bir oluşumun yeni yöneitmle birlikte hayata geçirilmesini tüm inancımla öneriyorum.Bu, yeni yönetim için de kesinlikle çok yararlı bir buluşma ve birliktelik olacaktır.Yönetimler çok iyi niyetli olabilirler, ancak kent yönetimi "marka kentler" yaratma kıskacına sıkıştırılacak kadar yüzeysel ve basit değildir.Aksi takdirde asfalt dökmek, kent park yapmak, suları akıtmak vb.yaşamsal öneme sahip projeleri hayata geçirmekle övünen ama geçmişi ve değerleri ile kopuk bir kent yönetimi, ne o kentten yetişinlere ne de o kentte yaşayanlara gerçekten vermesi gereken şeyleri verebilir. Eğer Bozkırın Romancısı bir "Abbas Sayar"ı, yaşayan en büyük şairi ve ozanı bir "Gülten Akın"ı, birçok ses sanatçısını, akademisyeni ve sayamadığım bir çok değeri yeni kuşaklara aktarabilirsek işte o zaman Yozgat'ın ve Yozgat'lılığın ne olduğunu daha içten anlatmış ve hissettirmiş oluruz. Yada Sevgili Ağabeyim, sen ve diğer yazarların yazdıklarını büyük bir özlemle ve nostaljik duygularla burnumuzun direği sızlayarak okumaya devam ederiz. Umarım yeni yönetim daha farklı bir yaklaşımla Yozgat'ı yönetmeye soyunur. Sevgi ve saygılarımla...
Mehlika Filiz Ulusoy
30.03.2014 18:30:00Abdülkadir Bey,
Zurna çaldığınız için azarlanmanıza üzüldüm. Ne diyeyim, Çapanlar böyledir! Anneanemden dinlediğim hikaye şöyle: Çapanoğlunun hanımı, Tekkaşın Zübeyde'yi evine çağırmış, çaldırıp söyletiyormuş. İki gelinine kalkın oynayın demiş. Onlar utandıklarından kalkmamışlar. Israr üzerine sonunda bir güzel oynamışlar. Akşam beyi eve gelince, kayınvalide gelinlerini "Utanmadan önümde oynadılar" diye şikayet etmiş. Çapanoğlu, bir yanına kar, bir yanına bal dolu kap koyup gelinlerini huzuruna çağırtmış. Gelinler karşısında el pençe divan dururken, kayınpeder "Karlıktan kar yiyin, ballıktan bal yiyin; Tekkaş çalsın siz oynayın" demiş. Bunu, belki üzüntünüzü unutturur diye yazdım.
Saygılarımla
SUZAN
29.03.2014 22:47:00Değerli Hocam, yazınızı okurken yine Yozgat'a bir yolculuk yaptık. Hemde ne yolculuk. Bizi gerilere doğru götürüp hem memleket özlemimizi, hemde çocukluğumuzdaki düğünlerimizi duyumsattınız.Geçmişte kalan insanların anlayışı, eğlencesi, hoşgörüsü, misafirperverliği,dahası gelinliği-damatlığı çok ayrıcalıklı bir farklılıktı.Ne yazık ki günümüzde evliliğin çok değeri kalmadığı gibi düğünlerinde pek kıymeti kalmadı. Toplum sosyalleşmek yerine bireyselleşmeye doğru gidiyor.Kentler büyüdükçe birbirinden kopuyor.İnsanlar çoğaldıkça birbirinden uzaklaşıyor.Oysa ki, düğünler değilmiydi konu komşuyu bir birine yaklaştıran, akrabaları bir birine tanıştıran,nişanlı çiftleri kaynaştıran,uzakları yakınlaştıran,yardımlaşmayı-paylaşmayı yaygınlaştıran?. Artık günümüzde kimse kimseyle özel gününü dahi paylaşmak istemiyor. Düğün masraflı iş deyip, o parayla balayı yaparız düşüncesiyle işin içinden sıyrılıyorlar.Bi kaç günlük balayı sayesinde belki biraz mutlu oluyorlar ama toplum kültüründe neleri öldürüyorlar, sosyal yaşamdan neleri soyup alıyorlar bunu farkedemiyoruz bile. Balayı dedikleri şey sanki hayatın içinde birdaha yaşanmayacak bir olay gibi özel günü paylaşmamak için kullanılan kaçamaktan başka birşey değil.
Eski adetler, gelenekler günümüzde azalmış olsada yazı üzerinde bile insan ruhuna çok şey katabiliyor.Zamanı durdurmak mümkün olmayabilir fakat, zamanın kültürü aşındırmasına musade etmemek insanın elinde olsa gerek diye düşünüyorum.
Kaleminizin daim olması dileği ile saygılar selamlar.
Olcay Akkent
29.03.2014 21:23:00Değerli Abdülkadir Bey'ciğim,
'Aydınlık için karanlık' eylemi sırasında okudum dayınızın düğün öyküsünü.
İçim aydınlandı. Ne mutlu Yozgat'a ki sizin gibi dünü bugüne taşıyan sizin gibi değerli evlatları var. Ellerinize sağlık. Yüreğinize sağlık. Saygıyla.