Pencereyi açtı, içeriye, toprak, yağmur ve bahar kokan taze bir hava girdi. Tenim tuhaf ürpertisine gülümseyerek, alnını pencere demirlerine dayadı. Karşı tepedeki çamlığa ağdığı zannedilen gökkuşağı dikkatini çekti. Renkler ve ışık-lar… Hayatın iki eşsiz ve temiz güzelliği, dünyada, yaratılmış iki büyük nimet. Gökkuşağı kayboluncaya, sıcak yerleri kuru-tuncaya kadar dışarıyı seyretti, dinledi, kokladı.
İdamlık Ali’nin diktiği kayısı ağacı çiçeklerle donan-mıştı. Avluya bakan gözleri önce kayısı ağacını gördü. Çiçekle-rin üstündeki damlaların göz kırpan ışıltısıyla eğleşti. İçinden geçenlere çevredeki eşyanın, seslerin ve renklerin tezadı en çok kalbi ve parmak uçlarını etkiliyordu. Hareketlilik. Tedir-ginliğin verdiği hareketlilik. Tesbihinin imamesini binlerce defa başa aldı. Duraklarda binlerce defa durdu.
Güneş yükseldikçe ışımada da arttı. Yağmurla yıkanan tabiatta, o büyülü tazelik gitti, yerini alelâde bir bahar günü-nün güzelliği aldı. Güzelliklerin gözlerinden çekilip gitmesine kızdı. Onlardı O’nu bu çevreden alıp giden. Bir yerlere, uzakta çok uzakta bir yerlere… Mahkûmlar gruplar halinde volta atı-yorlardı. Çok az bir kısmı duvar diplerindeydi.

İkinci yılındaydı. Birbirine benzer yüzlerce günün ta-mamlandığı iki yıl “Geçmiş olsunlarla, Allah kurtarsınlarla” başlayan günler, günler… Üst kattan seyrettiği manzaranın güzelliklerini gözlerine her santimiyle resmettiğini sanarak yatağına döndü. Bahar manzarası, içinde bulunduğu yerin, inkâr edilemez gerçeklerini silmişti.
İçindeki ümitler, güzellikler, yitirdiği yaşama sevinci yeniden yeşermişti. Bir anlıkta olsa bu zevki yaşamak ve ya-şatmak istiyordu. Bahar, güzelliklerin yeniden doğuşu…

İki yıl boyunca tesbihi, kalp atışları ve dakikalar yarış etmişti. Sabah tik-taklarına ne ihtiyaç var, tesbihi parmakları, kalp atışlarını göğsü, zamanı ruhu emmişti. Birinin geride kalması veya yarışı terk etmesi… En öldürücü bir zehri damla damla içmek, kendinden parça parça bir şeylerin alacağını bile bile…
Koğuşta yalnızdı, volta atmaya başladı. İlk dönüşte pencereden odaya vurmuş ışık, O’na başka baharları hatırlattı. Köyünü, çocukluk ve gençliğinin baharını, kuzularını her ba-har yaylıma alıştırdığı kıraçları. Ekin tarlaları, tavuk saklana-cak kadar büyük sarı çiçekli hardallarla süslenmiştir. Çevreden merkeze doğru köyünü hayat etti. Taze kokular, çocukken çelik oynadığı çayır. Onlarca çeşit oyunun oynandığı, dar ve kısa sokaklar. Gide gide, evini ocağını buldu canlandırdığı hayalinde. Kalp ağılarına sebep olan sevdiklerini, bütün gece-ler öldüren kâbuslarla uyandığı olayları…

O kış, dama düştüğü o kış pek ılık geçmişti. Yakacak ve yiyecek boldu. Her gün ava gidiyordu. O akşam üstü atının terkisindeki heybe, çeşit çeşit av kuşlarıyla doluydu. Saksağanı zevk için nişan tahtası yaptığı, o lânetli gün olmasaydı, ya da o günü hiç yaşamasaydı, işler ne de iyi gidiyordu. Son defa tüfeği nerde ne zaman doldurduğunu bir bilseydi.

Karısını severdi aslında. Karısıydı, üç çocuğunun anası. Atla, avlu kapısından girerken, O da evden çıkıyordu gülerek. Atı alıp ahıra çekecekti. Attan inmek için tüfeği uzatmıştı. Her şey o zaman oldu. Çifte iki namlusundan ateş ve ölüm kustu. Her zamanki gibi uzatmıştı halbuki. Hani tüfek boştu da. Sonra, üç gün önceki aile kavgasını duyan komşuların masumâne şahitlikleri. Her evde olan küçük kavgalardan biri ve hiç akılda olmayan kasıt.

Akşam haberlerinde başbakan yaptığı basın toplantı-sında açıklamıştı. “Kader kurbanlarına af düşünüyoruz. Şim-dilik zaman tesbiti yapmadık.” Koğuşta bir çığlık koptu. Kalkıp gerdan kırıp oynayanlar, kucaklaşanlar. Ranza ve duvarları yumruklayanlar, Başbakana dua ve hep ona oy vereceklerine yemin edenler. Öyle ya, hürriyete ve sevdiklerine giden yola, cılız da olsa bir ümit ışığı düşmüştü. Hem, koskoca başbakan yalan söyleyecek değildi ya? Ateş olmayan yerden duman çıkarmıydı? O bambaşka dünyaya sihirli bir el değmişti sanki. Aralarında yalnız birisi duymazlıktan geldi; kendi sevinçlerine ortak olmadı diye sert sert bakanlar bile oldu. O, pencere kenarında yatıp, yaz-kış, karanlığa ışığa ve boş duvarlara, bir şeyler arar gibi büyük gözlerle bakan mahkum, karısını taammüden öldürmekten hükümlü yirmi dört yıllık adam. Az konuşup çok susan, çok düşünen, az yemek yiyip, çok sigara içen.

Yatağına uzanırken çay içme hazırlıklarını, çakmakla-rın artan seslerini duymadı bile, iki yıl boyunca her sabah ve her akşam yaptığını yaptı. Kendi yazıp, kendi oynadığı oyunu düşündü yeni baştan. Bu oyunun ilk sözüyle başladı. “O sak-sağanı vurmamalıydım!” Son defa gittiği av dönüşü şaka olsun diye ateş ettiği o saksağan ilk atıştan sonra her defasında bir-kaç adım ileri konmuştu. Köye gelinceye kadar fişekliğin yarı-sını boşalttı. İyi atıcıydı halbuki. En sonunda nişancılığını yalanlayan bu murdar kuşa canı sıkılmıştı. Tetiğe dokunurken “acep cin midir peri midir?” diye düşünmüştü.

Büyüklerin sözleri vardı. Üç atışta vurulamayan avdan uzak durulmalıydı. Ne yazık ki yedinci atışta vurmuştu saksa-ğanı. O yüzden hep pişmanlık duyuyordu. Başına gelen onca belâya o saksağanın sebep olduğunu sanıyordu. Böyle yap-makla, kendisini hep suçlayan vicdanını susturmak istiyordu belki de. Hapishane duvarlarına arasıra konup öten saksağan-ların sesini duydukça, başına ağrılar giriyor, sıtma nöbetleri tutuyordu.

Pencere kenarındaki çiçeklere hiç zamanı değilken su döktü. Reyhanlar köklenirken, karanfil tomurcuklarının aç-mamasına kızdı. Dışarıda güzel bir bahar günü daha vardı. Avluya inmek istedi. Yolda içindeki mahkeme yeniden kurul-du. Her gün defalarca yaşadığı, sonunda her şahsıyla, her se-siyle içine yerleşen mahkeme. Hakimi bir türlü unutamıyordu. “Taammüden…” Ya üç çocuğu. Babalık adlı o ölümsüz, o tadına doyulmaz duygu yüreğini sıktı bıraktı, sendeletti.

Merdivenleri inerken hakime yeniden yalvardı. “Ya idam, ya berat. Etme hakim bey çocuklarıma acı. Zaten vicdan azabıyla yaşayacağım. Onların ne suçu var!...”
Duvarın kenarında kayısı ağacına kadar yürüdü, altına çömeldi. Yanından geçtiği herkes af konusunu tartışıyordu. İşin erbabı olanlar zaman tahmininde bulunuyorlardı. Otuz, hadi-hadi kır gün sonra hürriyete kavuşacaklardı. Kendisini bu kadar yakından ilgilendiren, bu kadar yakın ve hayati me-seleye kayıtsız kalması ne kötüydü.

İçindeki fırtına coştu, kudurdu. İki yıl boyunca gözle-rini ve beynini işgal eden o ânı yeniden yaşayacağını hissettiği için bu sefer korktu. İlgilenecek bir şeyler bulmak için avluyu, mahkumları seyretmeye çalıştı. İki yıl boyunca bakıpta gör-mediği şeyleri görüp ilgilenmek için dikkat kesildi.
Mahkumlar kısa olta atışlarla, yaklaşan hürriyet gün-lerinin hayaliyle koşar adım gidip geliyorlar. Dalgalar gibi esaretin kayalarını dövüyorlardı, sanki her dönüşte, “Acaba, ya olmazsa” gibi ihtimalleri akıllarına getirmeden konuşuyor-lar, konuşuyorlardı…

Avluya ve mahkumlarla ilgilenme gayreti boşa gitti. Kopacak fırtınanın sesleri kuvvetlenmeye başladı. Önce ço-cukları, ta köyden gelip karşısına dikildiler. El-ele tutuşmuş-lardı. Ağlaşıyorlardı. Bir yandan da affa sevinmediği, kendile-rine kavuşmayı istemediği için sitem ediyorlardı. Elleri uzattı, onları tutmak, kucaklayıp öpmek, sevmek, koklamak, benliği-nin en ücra köşesine kadar kokularını hissetmek için. O uzan-dıkça onlar uzaklaştı. Birden aralarına binlerce saksağan kon-du. Hep bir ağızdan “gak gak” diye ötüyorlardı. Bir kısmı he-men önüne kadar sekerek geldi. Ellerini uzatıp tutacak, tutup tek tek sıkıp öldürecek kadar yakına. Çiftesini arandı etrafın-da. Şu anda elinde olsaydı, sonra binlerce, binlerce fişek. Savcı da avlu duvarına çıkmıştı. Sırtında siyah cübbesi O’nu gösteri-yor bir şeyler söylüyor, her cümlesinin başında “katil” diyor-du. O gösterdikçe ve her “katil” deyişinde saksağanlar üstüne üstüne geliyordu. Tepesinde uçmaya omuzlarına kadar konup başını gagalamaya başladılar. Binanın dibinde hakim oturu-yordu. Saksağanları kovalaması için yalvardı, ağlamaya başla-dı. “Etme hakim bey…” Mahkumlar “Af! Af!” Diye tempo tutu-yorlardı.
Ayağa kalkıp, saksağanları üstünden kovmak için elle-rini sallayarak hasiphaneye. Balkona çıktığında saksağanlar-dan kurtulmuştu. “Af! Af!” diye bağıran mahkûmlara doğru döndü. Balkonun dibinde birikmiş kendisine bakıyorlardı. Gözleri büyüdü, ağlayarak, ellerini öne uzatıp, avluyu çınlatan gür bir sesle bağırdı. “Bana bakın ağalar, ben başbakanınız olarak size af vermiyorum. Haydi girin içeri!...”

26.03.2013





OKUR YORUMLARI
Adınız ve Soyadınız
28.03.2013 17:16:00

Hocam elinze yüreğinize kalemınıze sağlık bu nasıl bı hıkayedır böyle okurken kendımı hapısınede sankı orda volta atıyormusum gıbı hıssettım saksaganları sankı basımda otuyorlarmıs gıbı hıssettım yıne bır saheser cıkarmıssınız ortaya bıze bu gusel yazıları okumamıza ızın verdıgınız ıcın tesekur ederım ama hocam bu gusel yazıları Ülke capında yayınlama fıkrını dusunmelısınız bence ankarada tanıtım ayagını ben ustlenebılırım sımdıden uzatmadan muhabbetle ellerınızden öperım sayın hocam haftaya yazınızı sabırsızlıkla bekleyeceğim Allaha emanet olun...

Av.Yakup CANSU/ANKARA

Mehmet UYSAL
27.03.2013 14:54:00

Tarikatta,Mürid Şeyhini uçurur denilir,edebiyatta ise yazar,okuyucusuna yazısını,anlatımını mükemmel aktarırsa,Toprağa yeni dikilen fideye verilen,cansuyu gibidir...

ÜSTADIM;RABBİM KALEMİNDEKİ MÜREKKEBİ,DESTİNDEKİ SUYU EKSİK ETMESİN...SELAMLARIMLA

SUZAN
26.03.2013 15:26:00

Yazarların en zorlandıkları yazı türü, insanın psikolojik halini yansıtmaları yani kaleme almalarıdır. Siz bu konuda öylesine başarılısınızki yazılarınızı sabırsızlıkla takip ediyorum.Allah uzun ömürler kısmet eylesin ki bizler bu arı duru membağ damlalarıyla ruhumuzu arındıralım.

Allaha emanet olunuz.

Yozgat'ta Günün Haberleri
YOZGAT'TA 5 GÜNLÜK HAVA DURUMU
hava durumu
YOZGAT İÇİN GÜNÜN NAMAZ VAKİTLERİ