Çobanlık yaptığı köyden yarım saat uzaklıktaki kendi köyüne gidiyordu. Yola çıktığında güneş tam tepesindeydi. Yol boyunca sağlı sollu kahverengi herk tarlaları, sınırlardaki kangalları, kırmızı gelincikleri seyretti.

Elindeki ateşte kızartılmış elma değneği sırtına çapraz tutup gerneşti. “Amma sıcak” diye söylendi. Aynı gün döneceğini hesap ederek adımlarını sıklaştırdı.

Son günlerde sık sık geçmişi düşünüyordu. Daha çarığını doğru dürüst bağlayamadığı bir yaşta en asabi çobana çeltek olmuştu. O günden bu güne kaç yıl geçmişti ? Ömrünün boşa geçtiğine, çobanlıktan başka bir şey bilmediğine inanıyordu. Hoş, tarla tapan işlerinden hiç hoşlanmamıştı. İki taraflı 30 dönüm gelen tarlalarını bile ortağa vermişti. Onca zamanın nasıl hızla akıp gittiğine şaşıyordu. Kaç yıldır yazı yabandaydı.? Yürüdüğü yol burda İstanbul’a verirdi.

Dönünce, köyünün göründüğü ilk bükmeçin sağındaki çeşmeden su içti. Elini yüzünü yıkadı. Yeniden yola koyuldu. Hayatının çobanlıktan ibaret olmasına şaşıyordu. Başka ne yapabilirdi ki…

Eğrice’den koç katımına , hatta ilk kara kadar yazıdaydı. Uzun günler, uzun geceler.. yağmur, çamur, sıcak, soğuk artık birbirinden farklı değildi. Sanki bütün sıkıntılar eşitti.

Geceler boyu tavşan uykusu uyumaya alıştığından uykunun lezzetini alamaz olmuştu. Zindan geceleri, ayışığını , her kangal dikenini bir adam suretinde göründüğü mehtaplı geceleri bile umursamıyordu. Korka korka korkuyu da yenmişti. Ancak yalnızlık duygusunu bir türlü içinden atamıyordu. Son yıllarda , köpeklerle, kürkünü , abasını, heybesini taşıyan emektar eşekle konuşoyurdu.

Köye girdi, komşu köylerde çobanlık yapa yapa köyüne bile yabancı olmuştu. Köyün eğrek yerine varınca hararetle tartışan birkaç kişi gördü. Onları görmezlikten gelip, geçip gitmek istiyordu. Zaten sevdiği adamlar değillerdi. İçlerinden biri onu görünce “Bak Ka’ye çok kafamızı bozma, karşına şu çoban Halil’i çıkarır onu muhtar seçeriz.” Dedi. Konuşan ihtiyar heyetinden Sülüklerin Ali’ydi konuyu anlamıştı. İhtiyar heyeti Yusuf Ka’ye kazan kaldırmıştı. “Neyi bölüşemiyor bu dürzüler” diye merak etti. Şaşırmıştı ama adını da muhtarlıkla yanyana duyunca hoşuna gitti, sevindi. Niye olmasındı. Muhtar Yusuf Ka’den neyi eksikti ? Üç kazı güdemez bu adam iki devredir muhtarlık yapıyordu.

Durumu kavradı . kafasında bir şimşek çaktı. “Ula valla olur” dedi. Sevinçten koşar adım yürümeye başladı. Hem yürüyor hem sohranıyordu “Hele dürzüler demek ben bu kadar aşağı adamım ha!”
Evine gitmekten vazgeçti. Doğru, köyün en akıllı adamı “Piloncu Hasan Ağa”nın evine yöneldi. Köyün akıllısı ne demekti, ilmi Yozgat vilayetini tutmuş akıl küpüydü gözünde.

Piloncu Hasan Ağa’yı hayat’ın serin gölgesinde kitap okurken bulmuştu. Kocaman bir binek taşında oturuyordu. Eline vardı. Yaba büyüklüğünde, yaba sertliğindeki el ona sanki gül demetiydi. Piloncu Hasan Ağa, seksen yaşına rağmen diri bir sesle “Hayırdır yeğenim” dedi. “Yoksa çobanlığı terk mi ettin?” Cevap olarak “Sana akıl danışmaya geldim emmi. Demin setenin dibinde Sülüklerin Ali beni gösterip Yusuf Ka’ye bol keseden attı. Senin yerine Çoban Halil’i muhtar yaparım” dedi. Aslına bakarsan bu iş aklıma yattı. Doğrusu ben onları suya götürür susuz getiririm ya felek utansın.” Piloncu Hasan Ağa “ Ula Halil muhtar olmayı çok mu istiyorsun?” dedi. Halil bir ümit ışığı doğduğunu anlayıp kekeleyerek “He emmi” diyebildi.
Piloncu Hasan Ağa döşüne değen uzun beyaz sakalını tutup “Hele şöyle çekilin” diye yanında yer gösterdi. “Bi düşünelim bu işin olurunu, olmazını?”

Piloncu Hasan Ağa’nın bir konuyu düşünmek için samanlığa gidip günlerce çıkmadığı söylenirdi. Şimdi ise bir eliyle sakalını tutuyor, diğer eliyle asasıyla yere anlamsız çizgiler çiziyordu. Uzunca bir müddet konuşmadan çizdi, çizdi… Sonra “Tamam yiğenim bu iş olur. Şimdi Keller’e git 70 tane yemeni al, köyün avratlarına dağıt reylerini iste. Köydeki çobanlar da rey vereceklerine dair değnek atlasınlar. Kendi kabilene de mukayyet ol.” Dedi. Bu sözleri duyunca kalbi çırpınmaya başladı. Piloncu Hasan Ağa’nın yeniden eline sarıldı. Öptü. Hiçbir eli böyle mutlulukla öpmemişti. Oradan nasıl ayrıldığını hatırlamıyordu. Eve mi gitti yoksa Keller’e yemeni almaya mı…

Rey sandıkları açıldıkça köyün avratlarının, değnek atlayan çobanların, kabilesinin sözlerinde durduğunu anladı. Sevinçten deli olacaktı. Artık değnek, yazı yaban, soğuk, sıcak olmayacaktı.

Arkaçlarda altta aba, üstte kürk koyunların arasında yatmayacaktı. İlk işi bir muhtar odası yaptırmak olacaktı. Asri pencereli, ağ badanalı…

Gaz ocağı hiç sönmeyecekti. Misafir olarak vali, kaymakam gelecekti. Emrinde iki hasas, padişah olacaktı. Köy padişahı bir çeşit.

Seçimi kazanmıştı. Yalnız anlamadığı seçim öncesi de seçim günü de Yusuf Ka hep gülüyordu. Onu rahatsız edecek hiçbir şey söylemiyordu. Hatta seçim sonucuna, kendisine kerç eden eski ihtiyar heyeti üyelerine bile “helal size” beni yıktınız” diye takılmıştı. Yusuf Ka’nın hiçbir kızgınlık belirtisi göstermemesi, içine bir kurt düşürdü ama bir türlü anlayamadı rakibinin niçin böyle davrandığını.

Kaymakamlık binasından ayaklarını sürüyerek çıktı. Bahçe duvarınını dibine çöktü. Olanları anlamaya çalışsa da aklı bir türlü almıyordu. “Seçimi kazandım mı ? Kazandım. Kazandıysam seçim müdürü niye muhtarlık mühürünü bana vermiyordu ?”

Seçim akşamı, evi “göz aydına” gelenlerle dolup dolup boşalıyordu. Rüyada gibiydi. Artık geceleri evinde yatacaktı. Tarlalarını da ortağa vermeyecekti.

Seçimden sonraki ilk gün, Yusuf Ka’nın ilçeye gittiğini , Halil’in okuma yazma bilmediğini, bu sebeple muhtar olamayacağını bildiren bir dilekçe verdiğini sonradan öğrencekti. “ Evvelki muhtarların okuma yazması mı vardı” diye çıkışmıştı seçim müdürüne. Karşılık olarak “Bu kanun yeni çıktı, hiç mi sormadın be adam” diye tersleyince her şey karmakaraşık oldu.

Köyüne, evine uğramadan çobanlık yaptığı köyün yolunu tuttu. Başına gelenler yedi köyde duyulmuş, herkese rezil olmuştu. Üstüne üstlük çobanlıktan alacağı para kadar seçime para harcamıştı. Yollarda yürürken hayal ettiği ağ badanalı, asri pencereli muhtar odasını yıkıldığı, sönen gaz ocağının sürekli siyah dumanlar çıkardığı yeni hayaller gördü.

Yol bitmiyordu. Gittiği yerde insanların onunla dalga geçeceğini düşündükçe vücudunu ter basıyordu. Akşamı, geceyi, bu gece yatacağı arkacı, koyunları, geleceğini birbirine katıyordu. Her düşünüşünde elindeki elma değneği kafasına vuruyor. “Sen bir garip çobansın, muhtarlık senin neyine” diye kendini azarlıyordu.

NOT : Yeni kitaplar bahara inşallah..

31.10.2014
OKUR YORUMLARI
Yasin Ali ER
03.11.2014 15:44:00

Yaşanmış hikayeler serisinin "AZICIK DA MIHTARLIKDAN GONUŞAK"a gelip dayandığın anlaşıldı. Tırnak içine aldığım cümlenin hikayesini de; pancarın ucunun sivriliğini vurgulayan cümleyi atlamadan yazmanı bekliyoruz Üstadım.

Yozgat'ta Günün Haberleri
YOZGAT'TA 5 GÜNLÜK HAVA DURUMU
hava durumu
YOZGAT İÇİN GÜNÜN NAMAZ VAKİTLERİ