Çocukluk arkadaşı Hermine’nin teklifine o kadar şaşırmıştı ki, bir şeyden sakınır gibi kendini geriye attı. Sonra yanında oturan kocasının kolunu tuttu. Çok sıradan bir şey söylüyormuş gibi;
-Sen ne dediğini biliyor musun Emine?
dedi. Bu genç, güzel Ermeni kadınına köydeki bütün Türkler Emine diyordu. O da zaten Emine diye çağıranlara kızmaz, içten içe memnun bile olurdu. Emine güzel bir addı nihayetinde.
Meryem’in sorusuna yarı ağıt yarı yalvarışla cevap verdi:
-Biliyorum, senden başka kimseye güvenemem Ohannes’i. Kocam Avadis de böyle istiyor.
Durumu kavramakta zorlanan Meryem, kocası Yusuf’a yardım ister gibi baktı. Kocası hâlâ susuyordu. Onun suskunluğuna kızarak;
-Bir şey söyle herif!
diye çıkıştı. Kocası Yusuf da şaşkındı. Olur mu, niye olmasın düşünceleri peşpeşe yüzlerce defa geçti aklından.
Onların karar almasını kolaylaştırmak için Hermine tekrar söze girdi:
-Bak Meryem, biz yarın gidiyoruz. Ne olacağımızı kim bilir? Suriye diyorlar. Allah bilir Suriye nerede. Ohannes çok küçük. Yolda heder olur. Kabul et, Ohannes sizin olsun…
Ertesi gün bir bölük zaptiye, köyü ikiye bölen derenin üstündeki köprüyü sıra sıra geçip, ağ badanalı Ermeni mahallesini ablukaya aldı. Ağıtların, yalvarmaların göğü tutması zaptiyelerin yüreğini yumuşatamadı.
Karşı mahalledeki Türkler, son hafta gelen “iki künye”ninyasını tutuyorlardı. Komşularının toplanıp götürülmelerine derin bir kayıtsızlıkla sadece baktılar. Tehcir kafilesi batıdaki tepeyi açıncaya kadar suskun beklediler.
Hocaların Yusuf, tedirgin bir insanın aceleciliğiyle dip oda ve avlu kapısı arasında dönüp duruyordu. Sonunda yoruldu, ocağın başına oturdu. Yeni kundaktan çıkmış çocuğu doyuran karısı Meryem’e korkusu ve şaşkınlığı sinmiş bir sesle
-Şimdi ne olacak?” diye sordu.
Karısı Meryem, gayet kendinden emin bir edayla cevapladı:
-Ne olacağı var mı? Ohannes’i büyüteceğiz. Kaderde bu da varmış. Zaten çocuğumuz olmadı. Bu da Allah’ın işi…
Hocaların Yusuf, hanesinin tek erkeği olması sebebiyle bedel verme hakkından yararlanıp askere gitmemişti. Hali vakti yerinde idi. Bu haktan yararlandığı için de utanmıyordu.
Meryem, hayatlarına giren Ohannes’le büyüyordu sanki. Ruhundaki değişimi fark ediyor, “Hayatta bilmediğim ne çok şey varmış.” diye sürekli kendi kendine konuşuyordu.
Ohannes’le birlikte anne olmayı da öğrenmişti. Onu yıkamayı, beslemeyi, ninni söylemeyi… Onunla yeni bir insan olmuştu. Eskinin dik başlı kadını gitmiş, yerine yumuşak, mutlu olmaya hazır bir kadın gelmişti. Bu duruma en çok Hocaların Yusuf seviniyordu.
Karı koca artık bütün hayatlarını Ohannes’e göre ayarlıyordu. Ona elbise diktirmek, kundura yaptırmak, saç tıraşına götürmek için neredeyse tören düzenliyorlardı.
Çeşmeden su getirecek, babasına azık götürecek yaşa gelinceye kadar anne babasının koynunda yattı Ohannes. Sofaya yatak yeri yapıp ayırdıklarında bile yağmuru, karanlığı bahane edip koşarak geliyor; “Anne baba, korkuyorum!” deyip onların koynuna giriyordu. Anne babası bu duruma zaten hazırdılar.
On beşine geldiğinde yakındaki kasabaya okul açılmıştı. Yeni harflerle ders yapılan okula Hocaların Yusuf yaz kış üç yıl boyunca her gün oğlunu götürüp getirmişti. Kötü niyetlilerden korunmak için oğlunun adını nüfusa Orhan olarak yazdırmışlardı. Okula da bu adla gidiyordu. Ohannes’in bu konuyla ilgili sorularını “Sonra anlatırız” diye geçiştiriyorlardı.
Ohannes anne babasına saygılı, terbiyeli bir çocuk olarak büyümüştü. Oyunda hep kaybeden, çoğu zaman oyun arkadaşlarından dayak yiyen ürkek bir çocuktu. Farklılığını bilenlerin ona karşı kullandığı bir koz vardı hep. Sonradan anne babasının ihtimamı, yüreği dar olanların kıskançlığını daha çok celbetti. Hocaların Yusuf kimin ayağına bassa gizli açık “İhbar ederim ha!” diyordu.
Ohannes’in askerlik yoklamasını yaptırdığı yıl kötü kalpli bir adam jandarma karakoluna “Ermeni çocuğunu çaldılar” diye ihbar etti. Karı koca, jandarma kapıya dayanınca gördükleri rüyadan uyandılar. Ohannes’i ellerinden alıp İstanbul’daki Ermeni yetimhanesine göndereceklerdi.
Hocaların Yusuf karakol komutanına çok yalvardı fakat sonuç değişmedi. Beş günlük izni zor aldı. Mutlu yuvalarının yıkıldığını anlamış olmanın acısıyla beş gün Ohannes’i yine koyunlarında yatırdılar ve sürekli ağladılar. Ohannes, yıllardır alıştığı iki insanın kokusunu unutmamak için sürekli kokularını içine çekti.
Son gece gerçeği açıkladılar. Olanları anlattılar, annesi Hermine’yi, babası Avadis’i… Ohannes hiç şaşırmadı. “Biliyordum” dedi. “Siz benim anne babamsınız yine de…” O zaman oğullarını daha çok sevdiler. Verdikleri emeğin boşa gitmediğini anlamışlardı. Fazladan onları teselli etti Ohannes:
-Size her ay mektup yazacağım. Sizi görmeye geleceğim. Ailemi de arayacağım…
Meryem, oğlunun ceketinin astarına gizli küçük bir cep yapmış, Hocaların Yusuf da o cebi parayla doldurmuştu. Lazım olunca yine göndereceğini söyledi.
Son gün kasabaya iki jandarmanın ortasında, anne babasıyla birlikte gitti. Kasabadan Yozgat’a, oradan da İstanbul’a gönderdiler.
Ohannes sözünü tutup her ay önce İstanbul’dan, sonraki yıllarda Beyrut’tan onlara mektup yazdı. Hocaların Yusuf her ay kasabadaki öğretmene cevap yazdırdı oğluna.
Ülkedeki kara düzen değiştiğinde Hocaların Yusuf da karısı Meryem de orta yaşı çoktan geçmişlerdi. Aradan geçen yıllar oğullarına olan hasretliği azaltmamıştı. Oğullarının gönderdiği fotoğraflar süslüyordu duvarlarını. Oğlunun, gelininin, iki torununun resmine bakıp avunuyorlardı. Oğullarını anmadıkları bir gün bile yoktu. Sanki bir cennet meyvesi yemişlerdi de tadını, kokusunu unutamamışlardı.
En sonunda Hocaların Yusuf bu hasrete bir son vermek için Beyrut’a gitme kararı aldı. Hem artık hacca gitmek de serbestti. Oradan hacca da gidebilirdi. Kararını karısına açtığında karısı “Keşke birlikte gitsek” dedi. “Hele bir ben gidip yolları öğreneyim, seni de götürürüm” diye ümit verdi.
Beyrut’ta gemiden indiğinde oğlunun bakkal dükkanını kolaylıkla buldu. Ohannes babasını görünce kollarına atıldı. Onu öptü, kokladı. Çocukken kokladığı adamda yine aynı kokuyu hissedince daha da mutlu oldu.
Ohannes, eve vardıklarında babasıyla bir plan yaptı. Hac dönüşü babası yine Beyrut’a uğrayacak, gelecek sene annesini de getirecekti. Babasına yaptırdığı pahalı İngiliz kumaşından paltoyu giydirirken kulağına fısıldadı:
-Baba, paltonun omuzlarında beş İngiliz altın lirası diktirdim. Annemi getirirken yol parası yaparsın.
Hocaların Yusuf köye döndüğünde karısını yorgun ve hasta bulmuştu. Olanları anlattı. Gelini Haykanuş’tan, torunları Yusuf ve Meryem’den bahsettikçe karısının benzi düzeldi. Yüzü güldü. Hele oğlunu görecek olması onu yeniden canlandırdı.
Ertesi yıl Hocaların Yusuf, öğrendiği yollardan karısını Beyrut’a götürdü. Ohannes, karısı ve çocuklarıyla bu sefer onları rıhtımda karşıladı. Birbirlerini öpüp koklamaya doyamadılar.
Beyrut’ta ilk geceleriydi. Dışarıda yağmur yağıyordu. Hocaların Yusuf ve Meryem yol yorgunu oldukları halde uyuyamıyorlardı. Kapı vuruldu. Ohannes’in sesi geldi:
-Anne baba, çok korkuyorum!...
19.01.2013
-Sen ne dediğini biliyor musun Emine?
dedi. Bu genç, güzel Ermeni kadınına köydeki bütün Türkler Emine diyordu. O da zaten Emine diye çağıranlara kızmaz, içten içe memnun bile olurdu. Emine güzel bir addı nihayetinde.
Meryem’in sorusuna yarı ağıt yarı yalvarışla cevap verdi:
-Biliyorum, senden başka kimseye güvenemem Ohannes’i. Kocam Avadis de böyle istiyor.
Durumu kavramakta zorlanan Meryem, kocası Yusuf’a yardım ister gibi baktı. Kocası hâlâ susuyordu. Onun suskunluğuna kızarak;
-Bir şey söyle herif!
diye çıkıştı. Kocası Yusuf da şaşkındı. Olur mu, niye olmasın düşünceleri peşpeşe yüzlerce defa geçti aklından.
Onların karar almasını kolaylaştırmak için Hermine tekrar söze girdi:
-Bak Meryem, biz yarın gidiyoruz. Ne olacağımızı kim bilir? Suriye diyorlar. Allah bilir Suriye nerede. Ohannes çok küçük. Yolda heder olur. Kabul et, Ohannes sizin olsun…
Ertesi gün bir bölük zaptiye, köyü ikiye bölen derenin üstündeki köprüyü sıra sıra geçip, ağ badanalı Ermeni mahallesini ablukaya aldı. Ağıtların, yalvarmaların göğü tutması zaptiyelerin yüreğini yumuşatamadı.
Karşı mahalledeki Türkler, son hafta gelen “iki künye”ninyasını tutuyorlardı. Komşularının toplanıp götürülmelerine derin bir kayıtsızlıkla sadece baktılar. Tehcir kafilesi batıdaki tepeyi açıncaya kadar suskun beklediler.
Hocaların Yusuf, tedirgin bir insanın aceleciliğiyle dip oda ve avlu kapısı arasında dönüp duruyordu. Sonunda yoruldu, ocağın başına oturdu. Yeni kundaktan çıkmış çocuğu doyuran karısı Meryem’e korkusu ve şaşkınlığı sinmiş bir sesle
-Şimdi ne olacak?” diye sordu.
Karısı Meryem, gayet kendinden emin bir edayla cevapladı:
-Ne olacağı var mı? Ohannes’i büyüteceğiz. Kaderde bu da varmış. Zaten çocuğumuz olmadı. Bu da Allah’ın işi…
Hocaların Yusuf, hanesinin tek erkeği olması sebebiyle bedel verme hakkından yararlanıp askere gitmemişti. Hali vakti yerinde idi. Bu haktan yararlandığı için de utanmıyordu.
Meryem, hayatlarına giren Ohannes’le büyüyordu sanki. Ruhundaki değişimi fark ediyor, “Hayatta bilmediğim ne çok şey varmış.” diye sürekli kendi kendine konuşuyordu.
Ohannes’le birlikte anne olmayı da öğrenmişti. Onu yıkamayı, beslemeyi, ninni söylemeyi… Onunla yeni bir insan olmuştu. Eskinin dik başlı kadını gitmiş, yerine yumuşak, mutlu olmaya hazır bir kadın gelmişti. Bu duruma en çok Hocaların Yusuf seviniyordu.
Karı koca artık bütün hayatlarını Ohannes’e göre ayarlıyordu. Ona elbise diktirmek, kundura yaptırmak, saç tıraşına götürmek için neredeyse tören düzenliyorlardı.
Çeşmeden su getirecek, babasına azık götürecek yaşa gelinceye kadar anne babasının koynunda yattı Ohannes. Sofaya yatak yeri yapıp ayırdıklarında bile yağmuru, karanlığı bahane edip koşarak geliyor; “Anne baba, korkuyorum!” deyip onların koynuna giriyordu. Anne babası bu duruma zaten hazırdılar.
On beşine geldiğinde yakındaki kasabaya okul açılmıştı. Yeni harflerle ders yapılan okula Hocaların Yusuf yaz kış üç yıl boyunca her gün oğlunu götürüp getirmişti. Kötü niyetlilerden korunmak için oğlunun adını nüfusa Orhan olarak yazdırmışlardı. Okula da bu adla gidiyordu. Ohannes’in bu konuyla ilgili sorularını “Sonra anlatırız” diye geçiştiriyorlardı.
Ohannes anne babasına saygılı, terbiyeli bir çocuk olarak büyümüştü. Oyunda hep kaybeden, çoğu zaman oyun arkadaşlarından dayak yiyen ürkek bir çocuktu. Farklılığını bilenlerin ona karşı kullandığı bir koz vardı hep. Sonradan anne babasının ihtimamı, yüreği dar olanların kıskançlığını daha çok celbetti. Hocaların Yusuf kimin ayağına bassa gizli açık “İhbar ederim ha!” diyordu.
Ohannes’in askerlik yoklamasını yaptırdığı yıl kötü kalpli bir adam jandarma karakoluna “Ermeni çocuğunu çaldılar” diye ihbar etti. Karı koca, jandarma kapıya dayanınca gördükleri rüyadan uyandılar. Ohannes’i ellerinden alıp İstanbul’daki Ermeni yetimhanesine göndereceklerdi.
Hocaların Yusuf karakol komutanına çok yalvardı fakat sonuç değişmedi. Beş günlük izni zor aldı. Mutlu yuvalarının yıkıldığını anlamış olmanın acısıyla beş gün Ohannes’i yine koyunlarında yatırdılar ve sürekli ağladılar. Ohannes, yıllardır alıştığı iki insanın kokusunu unutmamak için sürekli kokularını içine çekti.
Son gece gerçeği açıkladılar. Olanları anlattılar, annesi Hermine’yi, babası Avadis’i… Ohannes hiç şaşırmadı. “Biliyordum” dedi. “Siz benim anne babamsınız yine de…” O zaman oğullarını daha çok sevdiler. Verdikleri emeğin boşa gitmediğini anlamışlardı. Fazladan onları teselli etti Ohannes:
-Size her ay mektup yazacağım. Sizi görmeye geleceğim. Ailemi de arayacağım…
Meryem, oğlunun ceketinin astarına gizli küçük bir cep yapmış, Hocaların Yusuf da o cebi parayla doldurmuştu. Lazım olunca yine göndereceğini söyledi.
Son gün kasabaya iki jandarmanın ortasında, anne babasıyla birlikte gitti. Kasabadan Yozgat’a, oradan da İstanbul’a gönderdiler.
Ohannes sözünü tutup her ay önce İstanbul’dan, sonraki yıllarda Beyrut’tan onlara mektup yazdı. Hocaların Yusuf her ay kasabadaki öğretmene cevap yazdırdı oğluna.
Ülkedeki kara düzen değiştiğinde Hocaların Yusuf da karısı Meryem de orta yaşı çoktan geçmişlerdi. Aradan geçen yıllar oğullarına olan hasretliği azaltmamıştı. Oğullarının gönderdiği fotoğraflar süslüyordu duvarlarını. Oğlunun, gelininin, iki torununun resmine bakıp avunuyorlardı. Oğullarını anmadıkları bir gün bile yoktu. Sanki bir cennet meyvesi yemişlerdi de tadını, kokusunu unutamamışlardı.
En sonunda Hocaların Yusuf bu hasrete bir son vermek için Beyrut’a gitme kararı aldı. Hem artık hacca gitmek de serbestti. Oradan hacca da gidebilirdi. Kararını karısına açtığında karısı “Keşke birlikte gitsek” dedi. “Hele bir ben gidip yolları öğreneyim, seni de götürürüm” diye ümit verdi.
Beyrut’ta gemiden indiğinde oğlunun bakkal dükkanını kolaylıkla buldu. Ohannes babasını görünce kollarına atıldı. Onu öptü, kokladı. Çocukken kokladığı adamda yine aynı kokuyu hissedince daha da mutlu oldu.
Ohannes, eve vardıklarında babasıyla bir plan yaptı. Hac dönüşü babası yine Beyrut’a uğrayacak, gelecek sene annesini de getirecekti. Babasına yaptırdığı pahalı İngiliz kumaşından paltoyu giydirirken kulağına fısıldadı:
-Baba, paltonun omuzlarında beş İngiliz altın lirası diktirdim. Annemi getirirken yol parası yaparsın.
Hocaların Yusuf köye döndüğünde karısını yorgun ve hasta bulmuştu. Olanları anlattı. Gelini Haykanuş’tan, torunları Yusuf ve Meryem’den bahsettikçe karısının benzi düzeldi. Yüzü güldü. Hele oğlunu görecek olması onu yeniden canlandırdı.
Ertesi yıl Hocaların Yusuf, öğrendiği yollardan karısını Beyrut’a götürdü. Ohannes, karısı ve çocuklarıyla bu sefer onları rıhtımda karşıladı. Birbirlerini öpüp koklamaya doyamadılar.
Beyrut’ta ilk geceleriydi. Dışarıda yağmur yağıyordu. Hocaların Yusuf ve Meryem yol yorgunu oldukları halde uyuyamıyorlardı. Kapı vuruldu. Ohannes’in sesi geldi:
-Anne baba, çok korkuyorum!...
19.01.2013
19.01.2013
OKUR YORUMLARI
Yozgat'ta Günün Haberleri
YOZGAT'TA 5 GÜNLÜK HAVA DURUMU
YOZGAT İÇİN GÜNÜN NAMAZ VAKİTLERİ
Sinem
28.01.2013 19:49:00Koray bey gerçekten ne kadar doğru söylemiş.sayın yazar bugüne kadar siz neredeydiniz..Bu güzel yorumlardan ve bu güzel üslübunuzdan bizleri neden yoksun bıraktınız.Bundan böyle yazılarınızı büyük bir keyfle virgülüne ve noktasına kadar dikkatle okuyacağım.
Esenlik dileklerimle.
koray kara
22.01.2013 17:23:00mükemmel 25 yıllık edebiyat öğretmenıyım bu hocamızın yazdıgı yazıları dnup dnup okuyorum bu ahenk bu durulukk hocam sız daha önce nerdeydınızde bıze 100 kelıme bılen adamları okuttunuz alacagımız olsun hergun safaya gırıp yenı yazınızıı beklıyorum bana kalırsa osman hakan bey sızden günluk yazı alsınnn saygılarımı sevgılerımı sunuyorum yozgatta sızın gıbıı ınsalrın yasadıgını bışmek okumakk gercekten ınsana umut verıyorummm saygışar efendım.
mehmet uysal
20.01.2013 19:03:00Evvel emirde,Sayın YOZGAT GAZETESİ yetkilerine müteşekkirliğimi belirtmek isterim,Yozgat Gazetesinin vitrini gerçekten mükemmel ve kıymetli şahsiyetlerden dizayn edilmişti,fakat mükemmel vitrinde birşeyler eksikti,Yozgat ile hemhal olmuş,bilgi ve birikimi herdaim kendine ağır gelen,paylaştığında özellikle bizim gibi,Yozgat dışında yaşayan binlerce memleket sevdalısının,hah işte eksik METİN CELAL KAPUSUZOĞLU idi,şimdi tamam demenin hazzını yaşayacağı,üstat,gönül adamı,AİNESİ İŞTİR KİŞİNİN LAFA BAKILMAZ veciz sözün tarifi şahsiyet,Memleketimi, kendimi okurken yaşayacağımın hazzı tarifsiz.ALLAH SENDEN VE SEBEP OLANLARDAN RAZI OLSUN...HOŞLUKLAR GETİRDİN...SELAM VE SAYGILARIMLA