Çaylarımızdan ilk yudumları alırken, alet-i edevat dediği sigarasını, cilipper çakmağını çıkarıyor. Tek eliyle paketi uzunlamasına tutup, kalın kısa parmaklarıyla sigaraları fiyakalı bir şekilde ileri çıkarıp uzatıyor.
- Çaydan sonra ofise doğru uzansak. Kızgın kızgın yüzüme bakıyor. İtiraz edeceğini bilerek söylediğimi anlıyor. Gülümsüyorum. Sonra ciddi mi şaka mı belli olmayan bir kızgınlıkla:
- Hadi oradan! Dışarıdaki şu rüzgâra bak. Ben buradan bir adım bile atmam. Zaten geçen gün bana oyun ettin. Neymiş efendim? Yağan kar altında yürümek romantik olurmuş. Daha hastalığım bile geçmedi. Ben ev-bark sahibi bir adamım, ana can lâzım arkadaş. Sen gibi hüday başıma mıyım? Ortalığa bak. Bu göllenen yollarda gezmeye ayak dayanır mı?
- Hasetlik yapma.:
- Hiç yaramaz arkadaş ısrar etme, diyerek ekliyor:
- Şurda sımsıcak yerde muhabbet etmek dururken ne demeye sokağa çıkalım? İş mi yani senin ki? Gezme teklifimi geri çevirdi diye onu umursamaz görünmeye başlıyorum. Benim suskunluğum bozuluyordu.
- Ne süzülüyorsun gelin gibi? İki tıngırda da dinleyelim diye laf atıyor. Duymamış gibi özellikle sağı solu denetliyorum. O her zamanki delişmem haliyle:
- Bana bak, adam bildik yanına geldik. Seninle gezmeye geldik diye gavur mu olduk? Onu gerçekten kızdırmıştım. Alttan alarak:
- Yok canım ona yakın bir şey.
- Mürted mi?
- Eh ne sayarsan.
- Tövbe estağfirullah diyor göğüs geçirerek. Yarım saati aşkın bir süre konuşmuyoruz. Birden aklına bir şey gelmiş olacak, ceplerini dıştan yoklayarak aranıyor. İç cebinden iki nüsha toto kuponu çıkarıyor, birini alıp itina ile katlıyor. Doldururken, O’nu yeni görmüş gibi bu haline dikkat kesiliyorum. Kumral saçları hem ağarmış, hem de seyrelmiş. Hiç beklemediğim bir anda başını kaldırıyor göz göze geliyoruz.
- Ne var, beni yavuklun mu belledin bre, ne biçim bakış öyle. Seslenmediğimi görünce ciddi ciddi:
- De bakalım Fener’le Trabzon maçı u hafta ne olur? Ben kayıtsız bir sesle:
- Kesin söylemek gerekirse o maç üç yada dört olur. Dik dik yüzüme bakıp:
- Zaten bende suç ki seni gibileri ile muhatap oluyorum. Laf etti bal kabağı. Sıçana sidiğin ilâç demişler de… Sözünü kesiyorum:
- Gidip pınarın oluğuna şapmış, deyince susup başını önüne eğerek toto doldurmaya devam ediyor.
Bir devlet dairesinde müstahdemdi. Yıllardır bahsede bahsede ölümden kurtardığımız çocukluk hatıralarımız olmasa, onunla belki hiçbir ortak noktamız yoktu. Aynı köylüydük ve birlikte büyümüştük. Bugün hariç tutulursa, çocukluk denilen o zengin hazinenin elmas hatıralarını harcardık bol bol. Baharda kalın kazgıçlarla, çiğdem, çalık, tarla tapanı kazdığımız kıraçları… kuzu yaydığımız çayırları… Kanak çayı kenarındaki bostan tarlalarını… Eşek seğirttiğimizde hep birinci gelen, Kanak’ın en derin yerine dalan bu cin gibi adam parasızlıktan okuyamamıştı.
Yeniden çay istiyorum. O toto doldurmaya devam ediyor. Onuncu kolonu doldurup bitirdi.
- Yeter, parayı nereden alacaksın? Diyorum. Boş gözlerle bakıp:
- Haklısın, diyerek adını yazıyor.
- Eee şimdi öt bakalım, diyor kuponu cebeni koyarken. Bu sefer de ben konuşmak istemiyorum. Bir türlü içimden gelmiyor. Halbuki her zaman ne çok takılır kızdırırdım. Belki binlerce defa duyduğum kuru sıkı gelmekte gecikmiyor.
- Bana bak canımı sıkma. Adam gibi şurda laf atıp oturacaksak ne âlâ. Yoksa kalk gidelim, evli evine köylü köyüne. Hoş senin gidecek yerin yok ya. Sana benden başka kim tahammül eder? Sen küçükken de böyle oyun bozandın. Bugün moralim çok bozuk bir de sen çıkma.
- Yine para değil mi? Diyorum. Küçümser bir tavırla.
- Lafa bak? Ne olmak ihtimali var yani. Maaşı dün aldım beş yüz liram kaldı. Gayrı senin gibi hayırsever Müslümanların fitresine muhtacız, diyerek benimle eğleşiyor. O’nu daha da kızdırmak için:
- Boş ver yahu canın sağ olsun. Paranın ne önemi var?... Sözümü bitirmeden:
- Başlatma senin insanlığına. Seninki boş tekerleme. On parmağını da açarak:
- Ulan para gibisi var mı? At – avrat – silah demiş eskiler yiğit için. Tövbe yalan, para olmadan neye yarar? Paran oldu mu hepsi olur. Neydi o bir gavur vardı “ Para – para – para “ diyen. Akıllı kefere imiş vesselâm. Açmadığı kapı yok meredin. Tabi sen yine aşk-meşk deyip benim tepemi attıracaksın. Bana bak efendi ağa, bu devirde her şey para, adamlık, yiğitlik, aşk da para. Şu işe bak arkadaş millet gâvura gâvur diyemiyor. Ne gözünü sevdiğim yeşil onbinlikler, sarı beşbinlikler… Benimle kanlı bıçaklı mübarekler bir türlü yakınlaşamıyoruz. Yıldız misâli bir görünüp bir kayboluyorlar. Ah ulan cebim samanlık gibi tıka-basa dolu olsa. Benim olduklarını bilsem. Elimin altında şöyle yumuşacık, sıcaklıklarını hissetsem. Daireden çıksam, çarşıya doğru yürüsem. Hiç kimse alacak istemese… Ne gezer?
Birden parlayıvermişti, bu kadar konuşmasını gerektiren bir şey de olmamıştı halbuki. Para konusunda her zaman sızlanırdı ama bu sefer çok ileri gitmişti. Sözünü kesmeden dinlemek mecburiyetinde olduğumu hissediyorum. Göğsündeki fazlalığı boşaltır gibi iç geçiriyor:
- Ama ne memleket gözünü sevdiğim. Bugün bakkal bana ne yaptı beğenirsin? Otuzbin borcum var, yirbin veriyorum. Kalan onbin lirayı deftere onbirbin yazmaz mı? Ne oluyor dedim: “KDV”si demesin mi? Şaka sandım. Borcun “KDV”si olur mu? Deyince. “Bu yeni çıktı” buyurdu. Herif pişkin. Hani malın “KDV” si desek. O da içinde. Tabi diyemedim ki ulan şey oğlu şey beni enayi mi sandın? Arandım bi onbinlik… Çalıvereyim yüzüne. Al lan, bir daha seninle alışveriş yapanın… Yapamadım tabi. Aybaşında kadar onca nüfus ne yer ne içer? Tilkinin hesabı… Benim binlik kanat çırparak gitti. Aslına bakarsan bunu hak ettim. Dairedekilere açtığım desisenin diyeti. Kendi tuzağım ayağıma dolaştı. Anlayacağın mermi geri tepti.
- Hani bana bir kitap vermiştin. Orda bir papaz vardı. Yani o biçim bir papaz. O’nun gibi olup şu bakkalları yolmak isterdim. Ama yalnız bakkalları. Herifte ne üçkağıtlar vardı ama? Tam “yakışırsın” diyorum. “Tövbe tövbe Müslümana gavur denilir mi?” Gülerek meselâ canım diyorum.
Öyle olsun ağa. Bugün bizi gavur da ettin. Haklısın cıbır oldun mu senden aşağı kimse yok. Gavur bile ediyorlar. Hem de kolaylıkla. Öyle bir devir ki, insanı uçkuruyla midesine mahkum etmişler. Ellerini yemek borusu, ayaklarında uçkur bağıyla bağlamışlar. Çözebilene aşk olsun. Seninkilerle ümit bağlamıştım. Hani gelmediler? Korkarım gelmeyecekler.
Gözlerime akın eden acı suları nasıl zaptetsem.
- Gelecekler ama daha çok var.
- Ne bileyim hiç aklım kesmiyor, diyor. Onunla birlikte kendimi de sakinleştirmek için:
- Dairede gene üçkağıt açtın, diyorum, lafı değiştirmek için. Konunun değişmesinden o da memnun oluyor besbelli. Gözleri parlıyor, gülerek:
- He ya… Anlatayım da yazar mısın? Beni aleme rusvay edeydin, göreyim seni. Yağma yok.
- Anlatacaksın anlatmaya, boşa naz ediyorsun. Senin kursağında kavurga durmaz. İtiraz ediyor:
- Bilen Allah için söylesin. Diye gururlanıyor. Hangi sırrını ele verdim yavrum bu zamana kadar. Kursağında kavurga durmazmış. Herkesi kendin gibi biliyorsun. Ben duymazlıktan geliyorum.
- Tamam, kimseye anlatmayacağına söz ver de anlatayım.
- Söz, diyorum. Teminatım yetmiyor.
- Yemin olsun, diyorum.
- Neye yemin olsun.
- Sen beni ne sanıyorsun, neye dersen ona.
- Gerçi seni bağlamaz ya bari erkek sözü ver.
- Pekâlâ erkek sözü.
- Bir sene evvel dairede gayr-ı resmî bir yardım sandığı kurduk. Tabi akıl benden. Bu sahadaki kabiliyetimi takdir edersin. Dairedeki müdürü, şefi memuru ağzımıza bakıtır olmuşuz evvel Allah. Neyse efendim başınızı ağrıtıyorum, sadede gelelim; Müdür hariç oniki personele durumumu anlattım. “Booov! Ne demezsin, içinde sen varsan can baş üstüne” demezler mi? Allah var ya ben ilk beşe girerim de borçları temizlerim hayalindeyim. O uğursuz günün öğle paydosunda kura çektik. Ben kaçı çekeyim istersin?
- Biri, diyorum. Yüzü gerilip:
- Yok devenin nalı, bizde o şans ne gezer. Onüçü. Her ay yirmibin verecektik. Beni aldı bir kara yas, sallar ha sallar.
Soğumuş çayından bir yudum alıp, sigarasını tazeliyor. İşaret parmağıyla gözlüğünü yukarı doğru itiyor:
- İlk ay geldi. Bende yirmi artıracak bütçe nerede? Birinci sıradaki arkadaş gelip parayı isteyince: “Aman gardaş! Her ne kadar ben önayak olduysam da bu ay çok sıkışığım. Yalnız seninle benim aramda kalsın. Sıra bana gelince ben de senden almam” dedim. Sağolsunlar dairede epey kredimiz var. Kabul etti. ”Bir eksik olsun nasılsa sende benden almayacaksın” deyip ikna oldu. Bunlar sandığı onbir kişiyle çalıştırdılar. Neyse birinci, ikinci, üçüncü ay… Biz aynı durumu devam ettirdik. Diğerleri kendi aralarında paşa paşa yirmibini alıp verdiler. Benimle ilgili meseleden haberleri yok. Düne kadar bu işi böyle sürdürdük. En sonunda sıra bana geldi. Memurlardan biri ortaya çıkıp “… efendinin parasını verin” diye ortalığa düşmüş. Benim içimdi bir titreme, zemheri ayazındayım sanki. O demiş “… efendiyle görüşürüm” öteki demiş “ ben … efendiyle görüşürüm.” Bütün personeli dolaşıp eli boş kalınca herifin jeton düşüyor. Gelene gidene anlatıp bizi rüsvay ediyor. Dairede gidiyor bir gülüşmedir. Müdür bile duyuyor. Bende kimseye bakacak yüz kalır mı? Onca amiri memuru kuşa bakıtıp bir sürü muhalif kazandım ona mı yanayım? Dillerine “üçkağıtçı” diye düşeceğim ona mı?
Anlattıklarının böyle biteceğini hiç tahmin etmiyordum. Bu zeki insanın toplumdaki yeri niye bura olsun diye isyan ediyorum içimden. Kalbim kırılmıştı. O’nun yerine ben utanmıştım. Keşke anlattırmasaydım diye pişman oluyorum. O’nun utancı beni de sarıyor. Tümen tümen nefret ordusu kalbimde cirit oynuyor.
- Aşk-meşk diye aklımı karıştırdın be emmioğlu. Senin bu aşk dediğin meret yenilir içilir mi? Satsan para eder mi? Senin bahsettiklerin eskide kaldı? Karnın açsa aşk ekmektir, esirsen hürriyettir, körsen ışıktır…
Konuşamıyorum. Göz göze geliyoruz. Kalbimden geçenleri anlıyor. Bozuluyor. Allah’tan O’na üçkağıtçı demeyeceğimi biliyor. Yine de bana karşı bir utanç duyduğu belli. Baş ağrım yeniden nüksediyor. Durumu nasıl kurtarmalı? Ya undan sonraki günler?...
- Hadi, diyor, deminden beri zırvalayıp seni eğlendirdim. Ağalık yap da şu çay paralarını ver, üçkağıtçı arkadaşının yerine.
Kalkıyoruz. Her zamanki nisbet sözünü söylemek için neler vermezdim. “Aşk imiş her ne var ise âlemde…”
21.02.2013
- Çaydan sonra ofise doğru uzansak. Kızgın kızgın yüzüme bakıyor. İtiraz edeceğini bilerek söylediğimi anlıyor. Gülümsüyorum. Sonra ciddi mi şaka mı belli olmayan bir kızgınlıkla:
- Hadi oradan! Dışarıdaki şu rüzgâra bak. Ben buradan bir adım bile atmam. Zaten geçen gün bana oyun ettin. Neymiş efendim? Yağan kar altında yürümek romantik olurmuş. Daha hastalığım bile geçmedi. Ben ev-bark sahibi bir adamım, ana can lâzım arkadaş. Sen gibi hüday başıma mıyım? Ortalığa bak. Bu göllenen yollarda gezmeye ayak dayanır mı?
- Hasetlik yapma.:
- Hiç yaramaz arkadaş ısrar etme, diyerek ekliyor:
- Şurda sımsıcak yerde muhabbet etmek dururken ne demeye sokağa çıkalım? İş mi yani senin ki? Gezme teklifimi geri çevirdi diye onu umursamaz görünmeye başlıyorum. Benim suskunluğum bozuluyordu.
- Ne süzülüyorsun gelin gibi? İki tıngırda da dinleyelim diye laf atıyor. Duymamış gibi özellikle sağı solu denetliyorum. O her zamanki delişmem haliyle:
- Bana bak, adam bildik yanına geldik. Seninle gezmeye geldik diye gavur mu olduk? Onu gerçekten kızdırmıştım. Alttan alarak:
- Yok canım ona yakın bir şey.
- Mürted mi?
- Eh ne sayarsan.
- Tövbe estağfirullah diyor göğüs geçirerek. Yarım saati aşkın bir süre konuşmuyoruz. Birden aklına bir şey gelmiş olacak, ceplerini dıştan yoklayarak aranıyor. İç cebinden iki nüsha toto kuponu çıkarıyor, birini alıp itina ile katlıyor. Doldururken, O’nu yeni görmüş gibi bu haline dikkat kesiliyorum. Kumral saçları hem ağarmış, hem de seyrelmiş. Hiç beklemediğim bir anda başını kaldırıyor göz göze geliyoruz.
- Ne var, beni yavuklun mu belledin bre, ne biçim bakış öyle. Seslenmediğimi görünce ciddi ciddi:
- De bakalım Fener’le Trabzon maçı u hafta ne olur? Ben kayıtsız bir sesle:
- Kesin söylemek gerekirse o maç üç yada dört olur. Dik dik yüzüme bakıp:
- Zaten bende suç ki seni gibileri ile muhatap oluyorum. Laf etti bal kabağı. Sıçana sidiğin ilâç demişler de… Sözünü kesiyorum:
- Gidip pınarın oluğuna şapmış, deyince susup başını önüne eğerek toto doldurmaya devam ediyor.
Bir devlet dairesinde müstahdemdi. Yıllardır bahsede bahsede ölümden kurtardığımız çocukluk hatıralarımız olmasa, onunla belki hiçbir ortak noktamız yoktu. Aynı köylüydük ve birlikte büyümüştük. Bugün hariç tutulursa, çocukluk denilen o zengin hazinenin elmas hatıralarını harcardık bol bol. Baharda kalın kazgıçlarla, çiğdem, çalık, tarla tapanı kazdığımız kıraçları… kuzu yaydığımız çayırları… Kanak çayı kenarındaki bostan tarlalarını… Eşek seğirttiğimizde hep birinci gelen, Kanak’ın en derin yerine dalan bu cin gibi adam parasızlıktan okuyamamıştı.
Yeniden çay istiyorum. O toto doldurmaya devam ediyor. Onuncu kolonu doldurup bitirdi.
- Yeter, parayı nereden alacaksın? Diyorum. Boş gözlerle bakıp:
- Haklısın, diyerek adını yazıyor.
- Eee şimdi öt bakalım, diyor kuponu cebeni koyarken. Bu sefer de ben konuşmak istemiyorum. Bir türlü içimden gelmiyor. Halbuki her zaman ne çok takılır kızdırırdım. Belki binlerce defa duyduğum kuru sıkı gelmekte gecikmiyor.
- Bana bak canımı sıkma. Adam gibi şurda laf atıp oturacaksak ne âlâ. Yoksa kalk gidelim, evli evine köylü köyüne. Hoş senin gidecek yerin yok ya. Sana benden başka kim tahammül eder? Sen küçükken de böyle oyun bozandın. Bugün moralim çok bozuk bir de sen çıkma.
- Yine para değil mi? Diyorum. Küçümser bir tavırla.
- Lafa bak? Ne olmak ihtimali var yani. Maaşı dün aldım beş yüz liram kaldı. Gayrı senin gibi hayırsever Müslümanların fitresine muhtacız, diyerek benimle eğleşiyor. O’nu daha da kızdırmak için:
- Boş ver yahu canın sağ olsun. Paranın ne önemi var?... Sözümü bitirmeden:
- Başlatma senin insanlığına. Seninki boş tekerleme. On parmağını da açarak:
- Ulan para gibisi var mı? At – avrat – silah demiş eskiler yiğit için. Tövbe yalan, para olmadan neye yarar? Paran oldu mu hepsi olur. Neydi o bir gavur vardı “ Para – para – para “ diyen. Akıllı kefere imiş vesselâm. Açmadığı kapı yok meredin. Tabi sen yine aşk-meşk deyip benim tepemi attıracaksın. Bana bak efendi ağa, bu devirde her şey para, adamlık, yiğitlik, aşk da para. Şu işe bak arkadaş millet gâvura gâvur diyemiyor. Ne gözünü sevdiğim yeşil onbinlikler, sarı beşbinlikler… Benimle kanlı bıçaklı mübarekler bir türlü yakınlaşamıyoruz. Yıldız misâli bir görünüp bir kayboluyorlar. Ah ulan cebim samanlık gibi tıka-basa dolu olsa. Benim olduklarını bilsem. Elimin altında şöyle yumuşacık, sıcaklıklarını hissetsem. Daireden çıksam, çarşıya doğru yürüsem. Hiç kimse alacak istemese… Ne gezer?
Birden parlayıvermişti, bu kadar konuşmasını gerektiren bir şey de olmamıştı halbuki. Para konusunda her zaman sızlanırdı ama bu sefer çok ileri gitmişti. Sözünü kesmeden dinlemek mecburiyetinde olduğumu hissediyorum. Göğsündeki fazlalığı boşaltır gibi iç geçiriyor:
- Ama ne memleket gözünü sevdiğim. Bugün bakkal bana ne yaptı beğenirsin? Otuzbin borcum var, yirbin veriyorum. Kalan onbin lirayı deftere onbirbin yazmaz mı? Ne oluyor dedim: “KDV”si demesin mi? Şaka sandım. Borcun “KDV”si olur mu? Deyince. “Bu yeni çıktı” buyurdu. Herif pişkin. Hani malın “KDV” si desek. O da içinde. Tabi diyemedim ki ulan şey oğlu şey beni enayi mi sandın? Arandım bi onbinlik… Çalıvereyim yüzüne. Al lan, bir daha seninle alışveriş yapanın… Yapamadım tabi. Aybaşında kadar onca nüfus ne yer ne içer? Tilkinin hesabı… Benim binlik kanat çırparak gitti. Aslına bakarsan bunu hak ettim. Dairedekilere açtığım desisenin diyeti. Kendi tuzağım ayağıma dolaştı. Anlayacağın mermi geri tepti.
- Hani bana bir kitap vermiştin. Orda bir papaz vardı. Yani o biçim bir papaz. O’nun gibi olup şu bakkalları yolmak isterdim. Ama yalnız bakkalları. Herifte ne üçkağıtlar vardı ama? Tam “yakışırsın” diyorum. “Tövbe tövbe Müslümana gavur denilir mi?” Gülerek meselâ canım diyorum.
Öyle olsun ağa. Bugün bizi gavur da ettin. Haklısın cıbır oldun mu senden aşağı kimse yok. Gavur bile ediyorlar. Hem de kolaylıkla. Öyle bir devir ki, insanı uçkuruyla midesine mahkum etmişler. Ellerini yemek borusu, ayaklarında uçkur bağıyla bağlamışlar. Çözebilene aşk olsun. Seninkilerle ümit bağlamıştım. Hani gelmediler? Korkarım gelmeyecekler.
Gözlerime akın eden acı suları nasıl zaptetsem.
- Gelecekler ama daha çok var.
- Ne bileyim hiç aklım kesmiyor, diyor. Onunla birlikte kendimi de sakinleştirmek için:
- Dairede gene üçkağıt açtın, diyorum, lafı değiştirmek için. Konunun değişmesinden o da memnun oluyor besbelli. Gözleri parlıyor, gülerek:
- He ya… Anlatayım da yazar mısın? Beni aleme rusvay edeydin, göreyim seni. Yağma yok.
- Anlatacaksın anlatmaya, boşa naz ediyorsun. Senin kursağında kavurga durmaz. İtiraz ediyor:
- Bilen Allah için söylesin. Diye gururlanıyor. Hangi sırrını ele verdim yavrum bu zamana kadar. Kursağında kavurga durmazmış. Herkesi kendin gibi biliyorsun. Ben duymazlıktan geliyorum.
- Tamam, kimseye anlatmayacağına söz ver de anlatayım.
- Söz, diyorum. Teminatım yetmiyor.
- Yemin olsun, diyorum.
- Neye yemin olsun.
- Sen beni ne sanıyorsun, neye dersen ona.
- Gerçi seni bağlamaz ya bari erkek sözü ver.
- Pekâlâ erkek sözü.
- Bir sene evvel dairede gayr-ı resmî bir yardım sandığı kurduk. Tabi akıl benden. Bu sahadaki kabiliyetimi takdir edersin. Dairedeki müdürü, şefi memuru ağzımıza bakıtır olmuşuz evvel Allah. Neyse efendim başınızı ağrıtıyorum, sadede gelelim; Müdür hariç oniki personele durumumu anlattım. “Booov! Ne demezsin, içinde sen varsan can baş üstüne” demezler mi? Allah var ya ben ilk beşe girerim de borçları temizlerim hayalindeyim. O uğursuz günün öğle paydosunda kura çektik. Ben kaçı çekeyim istersin?
- Biri, diyorum. Yüzü gerilip:
- Yok devenin nalı, bizde o şans ne gezer. Onüçü. Her ay yirmibin verecektik. Beni aldı bir kara yas, sallar ha sallar.
Soğumuş çayından bir yudum alıp, sigarasını tazeliyor. İşaret parmağıyla gözlüğünü yukarı doğru itiyor:
- İlk ay geldi. Bende yirmi artıracak bütçe nerede? Birinci sıradaki arkadaş gelip parayı isteyince: “Aman gardaş! Her ne kadar ben önayak olduysam da bu ay çok sıkışığım. Yalnız seninle benim aramda kalsın. Sıra bana gelince ben de senden almam” dedim. Sağolsunlar dairede epey kredimiz var. Kabul etti. ”Bir eksik olsun nasılsa sende benden almayacaksın” deyip ikna oldu. Bunlar sandığı onbir kişiyle çalıştırdılar. Neyse birinci, ikinci, üçüncü ay… Biz aynı durumu devam ettirdik. Diğerleri kendi aralarında paşa paşa yirmibini alıp verdiler. Benimle ilgili meseleden haberleri yok. Düne kadar bu işi böyle sürdürdük. En sonunda sıra bana geldi. Memurlardan biri ortaya çıkıp “… efendinin parasını verin” diye ortalığa düşmüş. Benim içimdi bir titreme, zemheri ayazındayım sanki. O demiş “… efendiyle görüşürüm” öteki demiş “ ben … efendiyle görüşürüm.” Bütün personeli dolaşıp eli boş kalınca herifin jeton düşüyor. Gelene gidene anlatıp bizi rüsvay ediyor. Dairede gidiyor bir gülüşmedir. Müdür bile duyuyor. Bende kimseye bakacak yüz kalır mı? Onca amiri memuru kuşa bakıtıp bir sürü muhalif kazandım ona mı yanayım? Dillerine “üçkağıtçı” diye düşeceğim ona mı?
Anlattıklarının böyle biteceğini hiç tahmin etmiyordum. Bu zeki insanın toplumdaki yeri niye bura olsun diye isyan ediyorum içimden. Kalbim kırılmıştı. O’nun yerine ben utanmıştım. Keşke anlattırmasaydım diye pişman oluyorum. O’nun utancı beni de sarıyor. Tümen tümen nefret ordusu kalbimde cirit oynuyor.
- Aşk-meşk diye aklımı karıştırdın be emmioğlu. Senin bu aşk dediğin meret yenilir içilir mi? Satsan para eder mi? Senin bahsettiklerin eskide kaldı? Karnın açsa aşk ekmektir, esirsen hürriyettir, körsen ışıktır…
Konuşamıyorum. Göz göze geliyoruz. Kalbimden geçenleri anlıyor. Bozuluyor. Allah’tan O’na üçkağıtçı demeyeceğimi biliyor. Yine de bana karşı bir utanç duyduğu belli. Baş ağrım yeniden nüksediyor. Durumu nasıl kurtarmalı? Ya undan sonraki günler?...
- Hadi, diyor, deminden beri zırvalayıp seni eğlendirdim. Ağalık yap da şu çay paralarını ver, üçkağıtçı arkadaşının yerine.
Kalkıyoruz. Her zamanki nisbet sözünü söylemek için neler vermezdim. “Aşk imiş her ne var ise âlemde…”
21.02.2013
21.02.2013
OKUR YORUMLARI
Yozgat'ta Günün Haberleri
YOZGAT'TA 5 GÜNLÜK HAVA DURUMU
YOZGAT İÇİN GÜNÜN NAMAZ VAKİTLERİ
Ali Güren
22.02.2013 11:39:00DURSUN'UMUZ VAR!
ÖNKUZUMUZ VAR! VAR OLMASINA DA.. "YARDIM SANDIĞI'nı" AKIL EDEMEDİK...Yok sayın gayrisini...
Ne diyordu Sefai hocam....
" ne yoksulluktan ve fakirlikten ölen yiğitlerimin verdiği yürek yarası, nede başı kabak; yalın ayak dolaşan insanımın ciğerlerini hilton gecelerin de içkilerine meze yapıp yiyen kahpelerin ağız kavgası var...
..... bizim kanunumuzda geri bıraktırılmış insanımızı, esir milyonlarca soydaşımızı tutsaklıktan kurtarmak için,bu geri kalmışlığa son vermek için birlikte mücadele etmek var..."
Neşteri vurmuş üstad Necip Fazıl;
"Yokluk o donduran buz söndüren karanlık.
Büsbütüb bilgisizlik ve tam bir unutkanlık.."
Mevlâna Hz.leri "Yeteneksizlik iyidir, kötü olan karaktersizliktir" buyurmuş Zat-ı âliniz de hikayesini yazmışsınız.. Teşekkürler..
Yasin Ali ER
22.02.2013 09:00:00Bu hikayenin yaşayanını, ben de en az sayın yazar kadar tanırım.
Artık toto oynamadığını ama para ile halâ barışık olmadığından devletin diğer lotaryalarına ancak ikişer kolonluk olta ile devam edebilmekte olduğunu da biliyorum.
Hikâyenin kahramanı (A.), Sayın Yazar'ın bu hikâyeyi "Atlar ve Sahipleri" kitabında yayınlamasından sonra; "vallahi ben O'nun ağzında bakla ıslanmayacağını biliyordum... aha da aleme reklam etti" diye epey kükremişti ama zor da olsa sakinleştirmiştim.
A.'nın hayat hikâyesinin, bu olayın öncesindeki ve daha sonra yaşadıkları da ilave edilerek romana dönüştürülmesi yakındır.
Bu işe sayın yazar mı el atar, acizane ben mi, yoksa bizatihi A.'nın kendisi mi yazar bilemem?
Yazılmalı efendim yazılmalı!
Mehmet UYSAL
21.02.2013 16:08:00Bir Arap Ata Sözünde denilirki;
"ELHÂL,İLLEL GÂL" (Kişi için hâlmi,sözmü önemli)Kişinin sözüne, yaşamına yansıyan,hâli değilmidir....
Aşk imiş her ne var ise âlemde
Yaşamak ister,Ruhta,bedende
Gönülde var ise,Maşuğun izi
Varsın geçsin günler
Farkedermi;Cumartesi,yahut Pazartesi...
Sayın hocam;eksiğimizin kabulu istirhamıyla,selamlar