Mustafa Kutlu usta; bu kıymetli musiki eserini ele aldığı bir yazıda, İstiklal Harbi’nden sonra üzerimize çöken yorgunluktan bahis açarak şarkının ruhuna doğru derin bir seyahate çıkmıştı.
O yazıda; yük çeken, dert çeken, gam çeken bir nesli anlatmış ve o neslin şarkılarına sızan ağır hüznü tarif etmişti. Kutlu’ya göre o dönemin bütün kayda değer şarkıları; “kırık kalplerin, çöllerde kalan sevgililerin, bir daha dönülemeyecek vatan topraklarının hatırasından damlayan acılardan” oluşmuştur. Hazin bir vedanın, yakıcı bir hasretin, dağılan bir yurdun bakiyesiydi o şarkılar…
Ah çeken bilcümle gönüllerin şarkılarıydı.
Safiye Ayla’nın unutulmaz bestesi de; böyle bir elem çağında doğdu.
Sesinde Yanık Ömer’in düğün alayının çınlayan coşkusu olsa da derûnunda kendini gizlemiş hüzün nameleri hissedilirdi Safiye Ayla’nın.
Cızırtılı taş plakların ağır dönüşlerini veya neon lambaları parıldayan gazinoların ihtişamlı sahnelerini azıcık kalbiyle dinleyenler; orada bir memleketin kaderini, bir neslin kederini duyarlardı. Safiye Ayla’nın hançeresinden yükselen bülbül şakımaları Beyoğlu’nun dört bir yanından duyulsa da üç yaşında hem öksüz hem de yetim kalan küçük Safiye’nin Çağlayan Darüleytamındaki sessiz hıçkırıkları da sonsuz boşlukta kaybolmadı.
Onlar da yağmur suyunun toprağa çatlaklarından sızması gibi; bestelere, icralara, plaklara, İstanbul Radyosu’nun “muhterem samiin”lerine ulaştırdığı neşriyatlara hissettirmeden nüfuz etti.
O eski bir devrin son çocuğu, yeni bir devrin ilk gençlerinden olarak; bağrının üzerinde hem heyecanı hem umutsuzluğu ömrünün sonuna kadar dövüştürmek zorunda kaldı. Safiye Ayla’nın Çile’yi söylerken çektiği “Allah” nidası, şathiyye söyleyen bir Bektaşi babasının neşvesini içinde barındırırdı.
Fakat Rumeli türkülerini söylerken yüreğinden kopan “Ah!” feryatları da uzun göç yollarının, arkada bırakılan çocukluk anılarının, katliamların, yokluğun, hasretin; kısacası muhacirliğe dair her şeyin izini taşırdı.
Sılayken gurbet olan topraklardan, Anadolu bozkırına gelenler; o küçük kadının dev sesinde dalgalanan deli suları hissediyorlar ve sular ardında kalan kendi köylerini, şehirlerini özlüyorlardı. Belki bakışları uzaklaşıp gözleri yaşaranlardan biri de “Alişimin Kaşları Kara”yı Safiye Ayla’dan dinlemeyi çok seven Gazi Mustafa Kemal Paşa’ydı. Mavi gözlerine hücum eden yağmur bulutlarını herkesten gizlerken; burnunun direği sızlar; anasının beyaz yaşmağını, Makedonya Dağları’nın yeşil örtüsünü, Selanik’in fiyakalı lacivertini, maziye dair her şeyi hatırlayıp o da tekrar yetim Mustafa oluyordu belki. Yetim Mustafalar, yetim Safiyeler ve onlar gibi nice yetimlerin bir şekilde sağdan soldan tutup ayağa kaldırmaya çalıştıkları bir vatan…
Bu vatan ki en yaralı anında bile kendisi uğruna kavga veren evlatlara da sahipti; haysiyetli evlatların hatıralarını ebediyete iletecek şarkılara ses veren Safiye’ye de… Batum’dan İnebolu’ya silah taşıyan Dursun Kaptan’ın horonu, Ege dağlarında silah çatan Çakıcı’nın kızanlarının durduğu zeybeğe karışıyordu.
Safiye Ayla’nın yakın ahbabı Yahya Kemal’in “Mağlupken ordu, yaslı dururken bütün vatan/Rüyama girdi her gece bir fatihane zan” diye anlattığı bozgundaki fetih düşlerinden yeni bir ülke inşa edilmeye başlandı.
Bir şehir olarak Ankara, bir devlet olarak da Osmanlı bina edilirken Hacı Bayram’ın “Ansızın bir şehre vardım / O şehri yapılır gördüm / Ben dahi bile yapıldım / Taş ve toprak arasında” dediği gibi; bu yeni ülke de, yeni fertleri ve yeni cemiyetiyle birlikte oluşuyordu. İşte bu yeni cemiyetin can suyu; Safiye ve kuşağının yükselen gür sesi ile bir ses bayrağı gibi dalgalanan yeni kahramanlık türküleriydi. Fakat aynı ses mahzun bir tınıyla titreşip “Bekledim de gelmedin” demeye başlayınca; memleket evlatlarının aklına, serhat boylarının ötesinde un ufak olmaya terk ettiğimiz akıncı mezar taşları ve ecdat yadigârı mescitlerin yosun tutan mihrapları geliyordu.
Safiye Ayla; yarım kalmış aşkların şarkılarını söyledikçe, aslında bu toprakların yarım kalmış hikâyesine bir şeyler ekliyor, eksilen bir tarafı onarıp tamamlıyordu. Safiye; bizim en mahzun tebessümümüz, en sevinçli gözyaşımızdı. Safiye Ayla’nın yüzünü güzel bulmadığı için, Gazi Paşa’nın onu perde arkasından dinlediği uydurması sorulduğunda bile çizgisini bozmadan cevap veren zarafetin sahibiydi. “Galiba halk beni çok çirkin bulduğu için böyle söylentiler çıkıyor” derken kelimelerine dolan çekingenlik, yılgınlık, kabulleniş; onun gibi Darüleytamlarda yetişmiş bir kurucu neslin kaderiydi.
Oysa Safiye, yetim Safiye, Safiye Ayla’mız her haliyle çok güzeldi.
osman
27.08.2020 07:07:12yazılarınızı zaman zaman takip edıyorum.bir şiir bir roman havasında yazılmış casına akıcı okuması zevkle okunan yazılar. roman yazsanız mubala olmasın yazarım diye geçinenlerden çok daha iyisiniz başarılar kolay gelsin