Öykü ve romanlarımda hep bahsederim; “varlıklıydık ama hep yoksul yaşadık!” diye; gerçekten de öyleydi. Köyde kimin zengin kimin fakir olduğu pek bilinmezdi.
Arkadaşlar arasında fakir, zengin ayrımı olmazdı.
Sevilip, sayılmak, hürmet görmek, saygı duyulmak, kişilerin hal, hareket ve davranışları iyi insan olmaları ile ilgiliydi.
İyi olanlar değer görürdü.
Zekilik, çalışkanlık, yardım severlik ve özel yeteneklere sahip olmak; aranan adam anlamına gelirdi.
Kimsenin parayla pulla işi olmazdı.
Evinde yiyecek ekmeği var mı, kışlığını hazırladı mı; gerisi çok önemli değildi.
İnsanlar; tutumlu, kanaatkâr, paylaşımcı, yardım severdi.
Özal’la başladı tüketmek...
Tüketilecek, tükettikçe de ekonomi canlanacak ve ekonomi canlandıkça da ülkede birileri para kazanacaktı.
Böyle başladı bizim hikâyemiz...
Hep tükettik...
Tüketmek yetmedi.
Daha fazla tüketmeliydik.
Öyle de yaptık.
Lüks arabalar, pahalı evler, elektronik makineler...
En son çıkmış cep telefonları, bilgisayarlar...
Hiçbir şey sonsuz ve sınırsız değildir.
Üretmeden tüketmek yıkımdır.
Üreteceksin; lükse, israfa kaçmadan ihtiyacın kadar tüketeceksin.
Ülkendeki insanları hatta dünyadaki tüm insanları düşünerek! Yapacaksın bu işi.
Afrika’da açlıktan ölen çocuklar senin meselen olacak.
Kaynakların kıt, ihtiyaçların sınırsız olduğunu bileceksin; bu nedenle insanın nefsinin bir sınırının olması gerektiğinin de bilincinde olacaksın.
“Aşırı tüketimle gözleri körleşen bizler, gereken yerlere ahlak duvarları çekmeyi bilemedik.”