13 Mayıs günü dışardan ilk kez Türkiye’ye bakan birinin seçimlerin nasıl sonuçlanacağını kestirmesi kolaydı. Son altı aydır ülkede olup bitenler sonucun ne olması gerektiğini açıkça söylüyordu: Yönetimi değiştirmek!
Başka çaresi yoktu. Durum feciydi ve daha kötüye gidiyordu.
Dehşet verici hayat pahalılığından, onbinlerce insanın ölümüne yol açan depremin ardından yaşanan perişanlıktan, tüm önemli kurumlara pençesini atmış çürümeden, bir hayat tarzı haline gelmiş yolsuzluk ve arsızlıktan söz ediyorum.
Ama umut vardı: Halkın önemli bir bölümü durumun farkındaydı. Sorumluyu da biliyorlardı. 14 Mayıs’ta onu değiştireceklerdi.
ÇOK FARKLI BİR SEÇİM
Pek çok seçim gördüm, ama bu kadar umutla, kararlılıkla, hatta sevinçle hazırlanılan seçim görmedim. Daha önce oy vermeye üşenen ya da ilgilenmeyenler bile havaya girmişlerdi. Bu değişim beklentisine, bir yabancı gazetecinin dediği gibi, “ellerinizle dokunabilirdiniz”.
Sonucu biliyorsunuz. Ben şunca yıllık ömrümde bir seçimden sonra böylesine derin bir hayal kırıklığı, üzüntü, kırgınlık hatta yıkılma görmedim. Derin bir psikolojik çöküntü, hatta travma yaşandı, yaşanıyor…
Kaldı ki, tüm o bozukluk ve kötülüklerden sorumlu tutulan yönetim büyük bir zafer kazanmış da değildi. Kritik seçim ikinci tura kalmıştı.
Ama daha fazlası bekleniyordu: Gelememişti gelecek olan!
Ne mi getirecekti gelseydi? Kendilerinin, çocuklarının ve torunlarının huzur içinde yaşayıp kendilerini geliştirebilecekleri çağdaş, adil ve özgür bir düzen!
KORKU KORKULUKLARI
Ama aynı dertlerden muzdarip, aynı umutlarla yaşayan milyonlarca insan, diyelim ülkenin öbür yarısı, oyunu olanlardan sorumlu adamlara verdi. Oysa kamuoyu araştırmaları ve genel hava bu kez öyle olmayabileceğini gösteriyordu. Bu beklenti doğrulanmadı.
Çünkü, iktidarın muhalefeti öcüleştirmeye ve halkı korkutmaya dayalı seçim stratejisi başarılı oldu. Seçmenin bir bölümünü, sistematik, yoğun ve insafsız bir kampanyayla korkutup eski düzenden yana oy vermesini sağladılar.
Sosyal bilimlerde “korkulukla aldatmak” diye bir terim vardır. Siyasetçilerin de sık sık kullandığı “safsata”ların başında gelir. Hedefinizdeki insanları olmadıkları bir şey olarak göstermek için olguları çarpıtırsınız. Söylemedikleri şeyleri söylediklerini iddia edersiniz. Hiç yanyana gelmedikleri insanlarla birlikte resimlerini yayınlarsınız…
A, bir bakarsınız, hayatında karıncayı incitmemiş adam azılı terörist oluvermiş!
Buna “ korkuluk inşa etmek” derler. Korkuluk hazır olunca sıra birilerini korkutmaya gelir.
İktidar ve emrindeki yerli/yabancı iletişimciler işte bunu yaptılar. Bir korkuluk inşa ettiler: “Düşman ajanı, aile düşmanı, cinsel sapık, eli kalaşnikoflu, azınlık mezhepten, azınlık etnik soydan, milli ve yerli olmayan” bir canavar: BÖÖÖÖÖÖÖ!
Bu ucube o kadar korkutucuydu ki, kaynamayan tencereler, enkaz altında üç gün bekledikten sonra ölen bebeler unutuldu.
Psikologlar, “korku” sonucu korunma duygusunun tüm diğer duyguların önüne geçtiğini söylüyorlar. İktidarın medyadaki algı uzmanlarının son aylarda yazdıkları, televizyonda söyledikleri ve sosyal medyada yaydıkları tek bir ünlemle özetlenebilir: “Bööööööööö!”
Kısmen başarılı da oldular. Ama sadece kısmen.
14 Mayıs’ta bu korkuluktan korkmayanlar, biraz üzgün ve şaşkın olsalar da hala buradalar. Önlerinde bir fırsat daha var: 28 Mayıs oylaması.
Somut koşullar değişmedikçe başka fırsatlar da olacaktır.
Korkulacak tek şeyin korku olduğuna inananlar arttıkça gelmekte olan yaklaşacaktır.