Eski Erzurum’a ait birçok eser, bir işletmecinin gayretleriyle bir araya getirilerek, müzeyi andırır bir şekilde belli bir mekânda sergilenmişti. Buradaki büyük sini ve tahta sofralar, tur arkadaşlarımızın yoğun ilgisiyle karşılandı. Onları hüzünle seyrederken, eskiden gerçekten bir aile olduğumuzu hatırladık. Bu sofraların etrafında, en az onbeş-yirmi kişi, bağdaş kurarak oturur yemek yerdi. Başta dede ve nine olmak üzere, babalar, anneler, amcalar, halalar, teyzeler, kuzenler bu sofra etrafında buluşurdu. Kendi kendine sofrada oturamayacak kadar küçük ve bundan dolayı “sofra gediği” olarak nitelenen bebekler, dede ve ninelerin kucağında oturur, ailecek ortaya konan çorba tasına veya pilav lengerine birlikte kaşık sallanırdı.
Herkese ayrı kâse ve ayrı tabak verilmezdi, birlikte yemek yenirdi. Bu hal sofraların bereketi olarak nitelenirdi. Düğün ve bayramlarda tıklım tıklım dolan bu sofraların fakir fukarası eksik olmazdı. Ayrı odası bulunmayan aileler de, yaptıkları yemekleri getirerek Bayram sofralarına iştirak ederlerdi. Ne Hindistan’daki gibi kastlar, ne de Marks’ın hayal ettiği sınıflar… Baktığınızda birkaç nesil bir arada, konu komşu kaynaşmış, sınıfsız, muhteşem bir toplum manzarası seyrederdiniz. Çoluk çocuğun sosyalleşmesi böyle sağlanır, başta dayanışma ve paylaşma olmak üzere pek çok hasletimiz burada talim edilirdi. Sofraya hâkim olan iklim sevgi, saygı, şefkat, merhamet, yardımlaşma, izzet, ikram esintisiydi.
İster istemez bu eski ailemizle tek çocuklu “çekirdek aile” dedikleri günümüz ailesini kıyasladık ama nafile! Çünkü sosyal yönü fevkalade güçlü olan bu eski ailemiz, bireysellik zerk edilmeye çalışılan yeni ailemizle kıyas kabul etmiyordu. Eski diye rağbet edilmeyen öyle şeyler var ki, bunlar toplum yapımızı oluşturan temel değerlerdi. İşte o değerlerle yoğrulan eski ailemiz gerçek ailemiz ve gerçek zenginliğimiz idi. Gerçi bu ailemize büyük hasarlar verdirildi ama o ruh –Allah’a hamdolsun- Anadolu’dan tamamen tasfiye edilemedi. O ruhla yaşadıkça bu aziz millet, her türlü komploya rağmen kıyamete kadar milletler camiasından tasfiye edilemeyecektir.
Bu mekânın sonunda yer alan bölümde çay ve kahvemizi içtik. Üç asırlık Caferiye camiinde incelemeler yapıp namaz kıldık.
Görme imkânı bulamadığımız Lala Mustafa Paşa ve İbrahim Paşa camileri Osmanlı dönemine ait. Keza, Oltu taşı tespihleri ve süs eşyası alışverişinin yapıldığı ve avlusunda çay içtiğimiz Rüstem Paşa Kervansarayı (Taşhan) yine Osmanlı dönemi eseri.
ŞEHİDLERİMİZİ RAHMET VE MİNNETLE ANIYORUZ
Buradan hareketle, Milli Mücadelenin temellerinin atıldığı Kongre binasını gezdik. Tur rehberi Aytekin Bey’in isteği üzerine orada sunum yaptım. Vurgulamaya çalıştığım birlik ruhuyla ve o günlerin yâdıyla birlikte hislendik. “Olmaz Ya” başlığıyla yayımlanan yazımda bilgi verdiğim için burada tekrardan kaçınmak düşüncesiyle ayrıntıya girmiyorum.
Ve tabii, Gazi Ahmet Muhtar Paşa komutasındaki kuvvetler ile kahraman Erzurumluların Ruslara karşı zafer kazandığı Topdağı’ndaki Aziziye Tabyalarını gezdik. Nice kahraman kadına sembol olmuş, kocası şehid düşmüş henüz genç bir gelin ki, kundaktaki çocuğuna “Türk çocuğu babasız büyür ama vatansız büyüyemez” diyerek, duvardaki satırı alıp cepheye koşan Nine Hatun’u ziyaret ettik.
Sonraki durağımız Kars’a giderken, Sarıkamış şehidler anıtında ve Pasinler (Hasankale) yakınındaki dokuz gözeli Çobandede köprüsünde molalar verdik. Köprü, İlhanlı hükümdarı Gazan Han’ın veziri Saldazlu Emir Çoban Noyin tarafından 1298 yılında yaptırılmış. Birkaç defa bakım geçiren köprünün ayaklarına, batmaması için ardıç ağacı döşenmiş, ağır olmaması için de yapı içinde boşluklar oluşturulmuş. Ve nihayet, akşamın ilerleyen saatlerinde Kars’a intikal ettik.