Ne kadar uzun yaşarsak yaşayalım, tüm hayatımız bir yıldan ibaret değil midir?"Alemde ne varsa, Ademde de o vardır" derler ya.
İnsan, dış dünyadaki mevsimleri, isteyerek yada istemeden hep kendi ruhunda taşır. Bundandır ki İnsan, doğanın en kutsal parçasıdır.
Kimimiz, baharlar yetiştirir içinde, baharlara bağlı kalır gönül bağı. Kimimiz, bir ömür sonbahar rüzgarlarında savrulan güz yaprağı. Kimimiz de ise; tebessümdür, yaz günlerinin sıcağı... Kimiz bahara, yaza erişemez; karlı, dumanlıdır her zaman gönül dağı.
Dünya, bir yılda dört mevsim yaşar. Biz insanlar, mevsimleri ruh halimize, duygularımıza, duygularımızı yönlendiren olaylara bağlı yaşarız. Ruhumuzun mevsimlerini oluşturur hastalıklar, yalnızlıklar, kavuşmalar, ayrılıklar, doğumlar, ölümler, başarılar, barışmalar. Hasılı, hangi mevsimi seversek sevelim, bir kaç gün içinde, bazen anlık olarak değişen iç dünyamızın yaşayacağı mevsimler, bazen kaderin, bazen kendi tercihlerimizin elinde gelir, gider. Çoğu zaman da dış dünyanın mevsimleri ruhumuzu etkiler.
O mevsimler ki;
Sustuğumuzda... Suskunluğa susadığımızda, ruhumuza fısıldar.
Dağlarda, denizlerde, çiçeklerde, kuşlarda, böceklerde olduğu gibi mevsimlerin de, kendine hastır dili. Bahar; çiçek çiçek konuşur. Yaz; cırcır böceklerinin dilinde ses olur, gündüzleri uzatıp, meyveleri, tohumları güneşle hasbıhale durdurur. Sonbahar; güneşten, sudan ayrılır, yaprakları savurur.
Gençlik, baharı simgeler... Yaz, olgunluğu... Güz, yaşlılığı...
Kimse, yer vermez ömründe kış mevsimine. Oysa, sukuta erip, yalnızlıklar yaşarken, hasretin, özlemin ayazı yüreklere düşünce, kış mevsimi gibi dinginleşir insan ruhu.. Kış, doğa için rahmet, ruh için zahmet gibi görünse de, her gecenin bir sabahı, her kışın da bir baharı vardır. Temiz, saf yürekli insanlar, yazarlar ve şairler, ruhunda hep kış mevsimini taşırlar.
Her halukarda kış, sonsuzluğa atılan ilk adım. Dileyene, İlahi affın tecelli edeceği, temizlenmesi gerektiğinin habercisi. Aklayıp, paklayıp yeni bir bahara, yeni bir hayata hazırlanmanın evresi. Gökten dökülen tane tane kar taneleri gibi, toprağa sızmanın simgesi. Yok olma noktasında, tekrar dirilişin göstergesi.
Kış, hep suskun, soğuktur.
Oysa kış, kar diliyle konuşur, soğuk yüzüne bakana, gönül kapılarını açana... Beyaz bir titreyiş, dumanlı bir uçuştur kış... Neler getirir, neler götürür, neler anlatır; dinlemesini bilene, dinlemeyi dileyene...
Eğer ki, yılın yedi ayı kış olan Yozgat'ta yaşamış, çocukluk, gençlik yıllarınızı kar üstünde, kar ile iç içe yaşayarak geçirmiş, hatıralarınızı bu şehirde, en uzun kalan mevsime emanet etmiş iseniz; en iyi kışın dilini dinler, kendiniz ile bütünleştirir, en iyi siz anlarsınız. Hatta, bulunduğunuz yere hiç kar yağmıyorsa, kendinizi eksik hisseder, bu eksikliği kar resimlerine bakarak onunla bütünleşirken, onun özlemini, yüreğinizin derinlerinde hissedersiniz.
Bulunduğunuz mekanın kırk derecelere yaklaşan sıcağını düşürmeye çalışan klimanın karşısına oturup, gözlerinizi kapatarak, yüzünüze üfleyen soğuk havanın peşine takılıp, memleketin kış gecelerine, kış günlerinin beyaz, saf örtüsüne uzanıp gidersiniz.
Geçen yıl, kış günlerinden bir gündü. Hava, çok soğuk olmasına rağmen, her zaman olduğu gibi, sadece resimlere bakarak, gurbetin garabetini kapatması için yağmasını beklediğim, bir türlü yağmayan karların, kar hasretini resimlerde giderirken;
Benim gibi memleketinden uzak yaşayan, otuz yedi yıldır hiç görmediğim, gazete sayesinde, sosyal medya aracılığı ile iletişim kurduğumuz okul arkadaşım, memleket hasreti gidermek için, Yozgat'a gittiğini, an itibarıyla çamlıkta bulunduğunu belirterek, watsap tan, pek çok kar resimleri arasında, bir avuç kar topunu;
"Memleketimizde kalan, hatıraları yansıtan mekanları aradım ama bulamadım. Geçmişten kalan tüm hatıraları kar topuna toplayıp, kar topu olarak fırlattım. Bir yerlere takılır kalır mı; yoksa, herkesin hatırası herkese ulaşır mı? Bilemem.!
Bildiğim tek şey; bu şehir, bizim bıraktığımız şehir değil. Bizden geriye, ne mekan, ne de tanıdık insan kalmış. Sadece ve sadece tek tanıdık "kar" kalmış."
Diyerek; geride kalan, hepimizin tek ortak tanığı, tanıdığımız kar tanelerini sımsıkı bir birine bağlayan, bir avuç kartopu haline getirip resimleyerek göndermişti..
Bir birinden güzel, kar manzaralı çamlık resimlerine bakarken çok duygulanmış; yersiz, mekansız, ıssız, bizden uzak, bizsiz kalan hatıralarımız, gençliğimiz, çocukluğumuz keşke, keşke bir kartopu gibi toplanıp bulunduğumuz diyarlara ulaşa bilse. Çocukluğumuzu bir arada yaşadığımız o insanlar, kar taneleri gibi tekrar bir araya gelse... Diye, düşünmüştüm. Tüm özlemlerimizi, anılarımızı taşıyan tek "kar" mı kalmıştı? Mevsim bahara erince tüm hatıralarımız, anılarımız, hasretini çektiğimiz özlemlerimiz eriyecek miydi? Oynadığımız sokaklar; sıcacık, sevgi dolu komşuluklar. Mahalleleri, sesleriyle çınlatan çocuklar. Yok mu olacaktı? Yok mu olmuştu, dallarına salıncak kurduğumuz bahçelerdeki ağaçlar?
Ne garip bir duygu, ne tür bir çaresizliktir?
Emanet ettiğiniz en değerli varlığınızı, ruhumuzu şekillendiren mekanları yerinde bulamayıp, hayal kırıklığına uğramak...!
İçinde yaşayan insana, yaşadığı değişimi, değişimle kaybettiği değerleri, benliksiz, belirtisiz kaldığını anlatamamak. Sonra, sizden başkasına anlam ifade etmeyen güzelliği, doğallığı, paylaşımcı, mütevazi fakat mutluluk ve huzur yüklü, geride kalmış öz değerlerle dolu yaşamı tanıtmak için çabalamak.!
Gereksiz yüzlerce şehirde, sizin için gerekli, sizin anılarınızı saklayan tek şehrin benzer yönlerini köşe bucak aramak. En güzel şehirler, sizi bağrına bassa, en güzel köşklerinde yaşatsa, yinede o şehre yabancı kalmak. O şehirde, kendi geçmişinizden bir parça bulamamak, kendinizle bağ kuramamak, göbek bağınızın düştüğü o toprağın kokusunu alamamak. En acısı da, anılarınızın şehrine ulaşıp, tüm hasretinize rağmen, kendi şehrinizde kendinize, hatıralarınıza yabancı kalmak.
Aslında, her şey dünde kalmıştır. Mekanlara takılıp kaldığını sandığımız dünleri ararken, mekanların da dünlere takılıp kaybolduğunu ne var ki, bir türlü benliğimiz kabullenemez. Hüzünlenerek o şehirden, yüreğimizde buruk buruk derinleşen o boşluğu yanınıza alıp, daha bir derin boşluk içinde, doğduğunuz, büyüdüğünüz yere yabancı olarak, kendi şehrinizden; maalesef, kendinizden uzaklaşmak...
Bağrında doğduğunuz şehir mi savurmuştu kar taneleri gibi bizi? Biz mi, engebeli coğrafyasına tutunamayıp, eriyip akarak uzaklaşmıştık o şehrin bağrından? İşte, tüm mesele bunun sebebini arayıp bulamamak. Bulunan sebepleri anlayıp, anlatamamak., anlayana çaresini sunamamak...
Uzak kalmış, kaybolmuş geçmişimiz gelir miydi?
Getire bilir miydi, tertemiz, en iyi dilekler ile, kırılganlığın simgesi olarak gönderilen bir avuç kar topu? Bir gün, bir el uzanıp, o kar tanelerini avuçlarına alan, avuçlarında karları bütünleştiren el gibi dokunup, o şehrin insanlarını bir araya toplaya bilir mi? Kırılan ve incinen şehrin, kanayan yarasını sarıp sarmalayıp, o şehrin çocuklarını tekrar, o şehre döndür mü? Şefkatli bir el, meramını anlatan bir dil... Belkide, yeniden birlik, beraberlik bağlarını kurulacak. İşte o zaman, daha çok karlar yağıp, göç yolları kapanacak.
Hep göçtük. Göç yollarına dizildik. Göçerken kaybettik.
Annelerin şefkatlerini. Babaların koruyan gölgelerini. Tahta pervazlar arasından ıslık çalarak yüzümüzü okşayan rüzgarın soğuk ellerini... Çatılardan sarkıp, duvarları gölgeleyen kar sarkıtlarının bembeyaz, ılık, nemli, yıldız yıldız parlayan tenlerini...
En çokta; sabah kahvaltısı için, pür telaş, fırından eve taşınan, henüz duman duman savrulan bacaların dumanıyla yarışan, kokusu sokakları saran, parmak çöreklerin sıcak, buğday kokulu nefeslerini... Kar üstünde kırıntı arayan serçelerin çilvelerini. Okula giden çocukların lastik çizmeleri altında kıtır kıtır tıkırdayan kar seslerini.
Göç kervanına katılmadan önce mutluydu çocuklar.
Kundura tabanlı çizmeler ile tanışmamıştı ayaklar. Hiç, asfalt kaldırımlı olmadı sokaklar. Güvenliydi biz çocukken yollar, ses çıkarmazdı yollarda yürüdüğümüz ayakkabılar. Sadece, kış aylarında, ayaklarımızın altında şarkı söylerken kar. Çocuklar, çocukça ahenkli adımlar ile yürürken, basılan karlardan, adımların ritmine göre yansırdı kar sesli şarkılar.
Sessizlik, suskunluktu kar.
Her şey susar, sadece konuşurdu kaldırımsız karlı yollar. Baharda vereceği meyvelerin hesabına dururdu yaprakları dökülmüş çıplak ağaçlar.
Göç yollarında kaybettik.
Evlerimizin, taze çörek kokulu nefesini. Damarımıza kan, canımıza can olan kırmızı pekmezin, altın sarısı çalma'nın ekmeğe sürülmesini. Anneler dürümlerin boş yerlerini ısırıp, "ayağınıza diken batmasın" mecazında; dikensiz, saygılı, paylaşımcı çocuklar yetiştirmesini. Anaların, babaları "ayağına taş değmesin" duasıyla, her sabah kapıdan uğurlayıp, işine göndermesini. Her şeyin parayla satılıp, alınmadığını; okula giden çocukların, beslenme niyetine komşunun bahçesinden kar altında sarkan, sarı ayvayı koparıp çantasına yerleştirmesini... Annesi evde olmadığı zamanlar, okuldan gelen çocuğa, tüm komşu kapılarının açık olduğunu bilmesi, güven hissiyle büyümesini.
Kayboldu;
Kara günlerin kar aydınlığı gibiydi, kara gecelerin koynunda kar çiçekleri gibi açan, kara önlüklü, beyaz yakalı çocukların sınıf sıralarına dizilmesi...
.
Bu kervanın geçtiği; hangi patika yollarda, hangi köprüsüz, set kurulamayan zaman sularına kapıldılar?
Kuşburnu kokulu sokaklarımız. Sokakları çınlatan çocukluğumuz...
Yada, kar tanelerinin ince kanatlarına mı asılıp, karlar içine mi saklandılar?
Ahmet ağanın bağındaki, tüm mahalle çocuklarına ait minderli salıncağımız. Sandalye bacağından annemin yaptığı kızağımız. Evcilik oynarken çamurdan yaptığımız tenceremiz, tabağımız... Her oyunda, bir parça tül ile gelin olup, sürüklediğimiz, tel tekerli gelin arabamız. Ağaç dallarından yaptığımız, çöp bacaklı, düğme suratlı çocuklarımız.. Yorgan ipiyle kapının kuluna kurduğumuz bebek yatağımız. Kazdığımız toprağa yerleştirdiğimiz salça kutusuna su doldurup, tahta makara çıkrıklı, kağıt kovalı kuyularımız. Ay çiçeğinin sapından oklavamız. Yapraklarıyla hazırladığımız kışlık yufkamız. İlaç şişelerine peynir, çökelek niyetine bastığımız kil dolu, kışlık peynir çanağımız. Çay kutusundan yaptığımız ecza dolabımızda yer alan mercimekler, hap niyetine kullandığımız oyuncak ilaçlarımız.
Kışın dili, çiçeklerin en çabuk solan beyaz gülü...
Kar taneleri. Geçmişin silinmeyen izleri.
Solmadan, soldurmadan getirsinler diye bekledim tüm hatıraları. Bir bardakta buğulanan çayın buğusunu saklarken ellerimde. Kayboldum çam gölgeli, beyaz örtülü resimlerin önünde. Geceler, boy atarken çam dallarının yapraklarında ak kanatlı güllere. Kar tanesi gibi ağır ağır düştü sıla arkadaşlarım, komşularım, anam, babam hatıralar içine. Özlemleri çığ çığ büyüdü yüreğimde. Bir zamanların her sayfasında "kalbin kadar, kar gibi tertemiz sayfayı" diyerek başlayan yazıların süslediği hatıra defterinin sayfaları aralandı ilk kez ellerimde. Sayfalar arasında; menekşeler, leylaklar kuruyup incelmiş, döküldüler perde perde.
Otuz yedi yıl evvel, okulun son günü, "Değerli kardeşim" hitabıyla başlayıp, en güzel dilekleri yazmıştı, kartopu gönderen kardeşim hatıra defterine. Resimleyip gönderdim hemen kendisine. Rahmetli arkadaşım Sevginin ölüm şiiri ilişti gözlerime... Sonra, tüm arkadaşlarımızın duyguları ses verdi sayfalar içinde.
Hatırladıkça çocukluk arkadaşlarımızı. Yavaş yavaş uyandı, içimizdeki çocuk. Hatıralarımızda canlandı çocukluğumuz. İlk aklımıza gelen, Cumhuriyet ilk okulu bahçesinde "yağ satarım, bal satarım oyunumuz. Merkez orta okulunda, okul müdürü Şükrü Tonoz dan korkumuz. Lise yıllarında, siyasetin sersemliği ile bağlanan elimiz, kolumuz.
Kar resimleri gönderen arkadaşım için ulaştım bir kaç kişiye. Derken, aradım; Gülüzar, Serpil, Şaziye, Zehra, Selma, Rahime, Mikail, Murat, Mehmet, Abdurrahman, Atila,Cengiz Hürriyet, Sultan, Kamile, ilkokuldan Aliyi ve sonunda buldum Haticeyi de.. Ankara'dan Antalya'ya. İstanbul'dan Almanya'ya... Hatice arkadaşımın sayesinde ulaştım, bizde emeği olup, yaşayan öğretmenlerimize. Sonra, dönüp mahalleme. Sultan, Ahmet, Müşerref, kudret, Hatice, Ünal, Belgin, Aysel, Nuriye, Nesrin, Gülsüm, Serpil, Fadime...
Kapılıp yaşam telaşına, savrulurken yılların peşinde; unutulmuş, unutmuşuz bir birimizi yıllar yılı görmeyince. Tanıyamadık, tanımakta zorlandık şimdiki halimizi. Beyaz kurdeleli ipek saçlarımıza yağan zaman karları; sürüklenip geçerken, çizmiş az çok tenimizi...Birbirimize bakıp, kendimizi görünce anladık, gerilerde kalıp, kaybolan gençliğimizi. Okul resimleri paylaşıp, hatırladık geçmişteki halimizi. Hüzünlü haberler aldık, bir kaçımız olmuş rahmetli... Mahalle arkadaşlarım, okul arkadaşlarımı daha çok sevdi. Hatta, okul arkadaşım deyip, adresini adresine ekledi. Bir kısmı, resimlerdeki örgülü saçların kurdelesine takılarak, arkadaşını kendisi zannedip, sen, ben kavgası bile etti.Tüm arkadaşlarım, erkek, kadın demeden bir birine adres verdi. Eşlerini de tanıtıp, kadroya dahil etti. Çocukları hiç sormayın. İçim eridi, canım gitti. Hepimizin çocukları; biz, bir birimizden ayrıldığımız yaşın üstündeler idi... Torunlar mı? Torunlar, sürpriz olup, hesapsız orta yerde bitti.
Mesafeler uzak olsa da, kar taneleri gibi, her birimiz başka memleketlerde yaşasak ta; memleket hasreti, kültür birliği, aynı toprakların, aynı iklimin insanı olmak, aynı hatıraların içinde bulunmak, aynı sıkıntıları, aynı mutlulukları yaşamak, ortak hatıraları olmayan kardeşlerimizi bile, bir araya getirdi. En güzel tarafı da, yıllarca bir birini merak edip bulamayan arkadaşların telefonlarını vererek görüşmeleri ve bu görüşmelerden sonra edilen mutluluk duaları göklere yükseldi. O gün anladım ki, yıllar ve mesafeler insanlar arasındaki gönül bağını koparamamış. Sadece, fırsat bulup bir birimizi aramadığımız için, özlem ve hasret yükü, yüreğimizde ağırlaşmış..
Biz, bir birimizden uzak mesafelerde yaşayan gurbet kuşlarını, bir avuç kartopu bir araya getirdi. Tıpkı, kar tanelerinin sıcak avuçlar içinde birleşmesi gibi. Bir selam, bir damla saygı, bir dirhem değer, uzaklaştıkça esneyen, asla kopmayan kardeşlik duygusu; uzak mesafeleri yakın eyledi, bizi bir birimize kenetledi.
Ve, kendi kendimize hep şu soruyu soruyoruz.
Neden, evcilik oynadığımız mahallede yaşlanıp, akşama kadar bahçelerimizde beraber oturup, akşam evlerimize dağılmadık? Bir tas çorbayı paylaşıp, bir fincan kahvenin sohbetine varamadık? Biz, bir avuç kar topundaki kar taneleri gibi, neden kendi memleketimizde bir birimize bağlanıp kalmadık.? Neden, her birimiz gurbetin bağrına savrulup, yaban topraklara yağdık?
"Gurbette, postayı sordum söylediler. Gönülden gönüleymiş."
Gönüller bir oldukça, mesafelerin uzaklığı hiç önemli değilmiş.
Şimdi, gönüllerimiz bir. Bazılarıyla haftada, bazılarıyla her gün konuşup, duygularımızı, özlemlerimizi sorunlarımızı paylaşıyoruz. Bir avuç kar topu, selam oldu, sevgi oldu, ses oldu, birlik, paylaşım, yalnızlara yoldaş olup, her birimizin içinde sesiz seslenen özlemi, hasreti susturdu.
Bir kış günü, sılamızın tepelerine kar indiğinde, çam ağaçları beyaz elbiselerini giyindiğinde, bir avuç kartopu olarak, sılamıza dönmüş olsak. Sılamız, Yozgat'ımız; Beyaz karlı, ak bağırlı bağrına basar mı bizi?
***
Selam olsun, kar yüklü Yozgat'ın kar yürekli, gönüllerinde kar çiçekleri açan, sılasından ayrı kalan insanlarına.
Selam olsun, bir avuç kar topunu armağan edip, tüm arkadaşlarımızın kavuşmasına vesile olan, kar gönüllü kardeşime, sınıf arkadaşıma...
Selam olsun, halen mahallemde yaşayıp, mahallenin halinden haberdar eden, yazılarıma destek veren, mahallemizde kalan, tek çocukluk hatırası Ahmet KOCA kardeşime.