Bir kaç ay önce, amca kuzenlerimden Semra, kızının resmini paylaşmıştı. Yozgat çamlığında toprağa dokunan minik elleri; toprağın değerini bilmeyip, modernleşme çabası içinde her şeyini kaybeden insanların inadına, öylesine sarılmış ve gülümseyen yüzü öyle mutlu görünüyor ki. Zamanımızın mutsuz çocuklarında, gülümseyen yüzleri özlemiş olmalıyım ki doyasıya seyrettim ve düşündüm.
En çok kullandığımız, daha doğrusu sığındığımız;
Memnun olmadığımız ama benimsemek zorunda kaldığımız, çözümsüz sorunlara karşı, sorunların üstünü kapatmak için söylediğimiz sözlerden biridir, "zaman değişti" sözü.
Zaman nasıl değişti?
Zamanın nesi değişti?
Bir dakika hala atmış saniye. Bir saat, atmış dakika. Bir hafta, yedi gün. Cumartesinin ertesi, pazar. Yılın son ayı, aralık. En uzun gece bile 21 aralıktan vazgeçmedi. Aralık ayının 31. akşamı yıl sonu, o gecenin sabahı ise yeni yılın ilk günü. Günler eksilip çoğalırken dakikalar bile şaşmadı. Kışın sonu bahar. Gecenin sonu sabah. Dünya kuruldu kurulalı düzen aynı düzen. Nizam aynı nizam... Zaman, akması gerektiği gibi saniyesi saniyesine akıp gidiyor.
Aslında zaman, hiç mi hiç değişmedi. Değişmesi de mümkün değil. Değişen, insanlar ve insanlık... İnsanın kendisi... İnsanı değiştiren zaman içinde öğrendikleri, kendi merakının öğretileri... En kötüsü de, daha rahat yaşam peşinde koşarken, birinin diğerinden üstün olma, üstünlük kurma ve lükse ulaşma hevesiyle oluşturduğu egolar... İnsanlar, bu hevesleri uğruna her şeyi araştırdı, çözdü, buldu, buluşturdu... Her şeyi karmaşık hale getirme çabasına da, "buluş" adını verdi. Bu buluşlar sayesinde, üzerinde yaşadığı tek yaşam alanı, doğayı can çekişir hale getirdi. Doğa ise, insanlığını kaybeden insanı, yok etme çabasına çoktan girdi.
Nitekim insan, hayatın içindeki gerçeği; zarar vererek kazanırken, kazandığından çok kaybedeceğini bir türlü benimsemedi. Alırken vermesi gerektiğini ve verdiği sürece alabileceğini bildiği halde, işine gelmediği için bu kuralı görmezlikten geldi.
"Doğanın en güçlüsü, en akıllısı benim. Doğa ve üzerindeki her şey benim için yaratılmış" düşüncesiyle; üşüdüğü zaman, bir ağaç dikmeden onlarca ağaç kesip ısındı, acıktığında hayvanları öldürüp yedi. Daha görkemli, daha şık, daha lüks giyinmek için etini yemediği hayvanların derisine büründü ve üreten kendisiymiş gibi, savunmasız olan her şeyi tüketti de tüketti, pek çok hayvanın neslini yok etti.
Tüketmekte yetmedi.
Barajlar yapıp, dünyanın kılcal damarlarını kuruttu. Ormanlara villalar, oteller yapmak için yakıp, ciğerlerini çürüttü. Yer altındaki petrolü çıkarıp karaciğerini yok etti. O petrol yüzünden yapılan savaşlar sayesinde insanlık, insani duygularını o noktada zaten kaybetti. Savaşmadan savaş kazanmak için otom bombası icat etti. Buda yetmedi, tarım ilaçlarıyla böcek, kelebek arıları öldürüp, canlıdan canlıya can taşıyan canlıları, canları üremez hale getirdi. Daha çok ürün almak için genetikte çare arayıp, tüm canlıların özünü değiştirdi. Lakin, bir türlü bu işin sonu nereye gider halâ kestiremedi ama arşı (ozon tabakası) delmeyi becerdi.
Tüm icatlar, yeni keşifler, yeni buluşlar para kazanmak uğruna çıkar için kullanılıp, bir zamanlar doğayı sömüren insan, nitekim şimdi bir birini sömürüp, kendi kendini öldürür hale geldi.
Hep yeniyi arama peşinde gezerken; eski değerlerini, eski keşiflerini, eski bulgularını ve de tutunduğu inancını kaybetti. Var olması, yaşaması için asıl gereksinim duyduğu en önemli güç kaynağından uzaklaştı. Hatta doğanın manevi güç kaynağı olduğuna inanan, doğayı koruyan, doğayla doğal yaşayan tek insan ırkı, Kızılderili ırkını bile yok etti.
Yok ediş sürecinde...
Henüz, teşrif ettiği dünyayı tanımaya çalışan çocuklar, elleriyle toprağa dokunduğu zaman, topraktaki "öz ana" duygusunu, şefkat sıcaklığını, ellerinde hissettiği o sıcaklığın, dokunuş anında, ruhuna aks eden, gözlerinde parlayan o enerjinin, sevgi olduğunu bir türlü göremedi.
Bir kelebek omzuna konduğu an, içinde uyanan merhamet duygusunu, o kelebeğin kendisine taşıdığını öğrenemedi. Uğur böceklerini elinde gezdirirken hissettiği şefkatin; kırmızı, siyah beneklerin frekansı olduğunu düşünemedi. Ağustos böceklerinden, çekirge ve kuş seslerinden dinlediği ilk musiki, müzik sesini ve kulağın algısının bu seslerle oluştuğunu, o sesin oluşturduğu duyumsamanın daha farklı olduğunu, ruhunu beslediğini fark edemedi. Köpeklerin koruyucu, kedilerin dostluk duygusunu atların, merkeplerin cefakarlığı öğrettiğini, insanlara bu duyguları taşıdıklarını göremedi. Fakat, bu duygularla bezenmiş hayvanları fark ederek, ölesiye çalıştırıp vah bile demedi.
Bir çocuk toprakla oynarken, toprağa dokununca neden mutlu olur? Neden, bir taş parçası görünce eline almak ister?
Çünkü, hiç bir oyuncak; çamurla oynamak, toprak kazmak, başından aşağı toprak saçmak kadar mutlu etmez kendini. Yapay oyuncakların hiç biri, doğal bir taş parçası kadar avuçlarında varlığını hissettirmez. Toprağa temas eden çocuğun hayalleri sınırsızlaşır, duyguları özgürleşir, öz güveni gelişir. Toprak, çocuğun istediği şekli alır, o çocuğa güvenir, güven duygusu aşılar. Bu özgürlük ve güven rahatlığı, yüzüne gülümseme olarak yansır.
Hangimiz, ruhumuz daralınca, canımız sıkılınca kendimizi doğanın kucağına atmayız? Dağlara, tepelere çıkıp, ayağımız toprağa değsin istemeyiz? Çünkü, ruhun tüm ihtiyaçları ve gücü toprakta gizlidir. En şefkatli ana, toprağın kendisidir. O gizemli anaya dokunurken; karşılıksız sevgiye, beklentisiz vermeye, cefaya, çileye, çiğnenmeye, çizilmeye, üzülmeye, üşümeye, korunak olup korumaya, parçalanıp bölünmeye, bütünleşmeye, tüm seslere karşı sessizliğe, gökten düşen her damlanın altında ezilmeye, her cefaya boyun bükmeye, rüzgarların önünde savrulup toz duman olurken bile halden hale geçmeye... Dahası sabra, sukuta ve secdeye, sonsuz güce dokunur insanın bedeni. Toprakta gizlenen en güçlü duygulara dokunur toprakla oynayan o çocuğun yüreği.
.
Toprağın bağrından boy atan tüm sözler, sözsüz, sessiz, kelimesiz, cümlesiz konuşur insanın gönül diliyle.
Bu yüzden toprak "ana" olarak tabir edilir. Ana gibi analarda, toprak gibi vefakar, cefakardır. İşte çocuklar, ana kokusunu ana duygusunu toprakta hissettiği için mutludur, oynarken toprağın kucağında." "Cennet anaların ayağı altında" sözü de, analar, toprağın özünü ruhunda barındırır anlamında. Toprak kadar cefakar, vefakar analar; toprakla bütünleşip, özdeşleşerek, toprağın karakterini aldığı zaman cennet serilmiştir ayaklarının altına.
Toprakta gizlidir tüm duygular...
Bu kadar gizemli olmasaydı , katmer katmer gül olup, açar mıydı sevginin simgesi. Yada, mor menekşe boyun büker miydi ayrılığın ağırlığında? Edep,ar, küsme, kırılma, hüzün duygusu; yansır mıydı bir gelinciğin narin, zarif al yapraklarında? Gurur, onur, şeref, hasiyet, sonsuzluğa iman; dimdik durur muydu lalenin bükülmez elif misali omuzlarında. Bir sarmaşık, sarılır mıydı şefkat, tutunma, tutma, yükselme, yükseltme duygusu olmasa kollarında? Ağaçlar, ev sahipliği yapar mıydı koruma duygusu olmasa onca hayvana, meyveler sunar mıydı kendini ateşe atan vefasız insana?
Tüm bitkiler toprağın sessiz duyguları, tüm hayvanlar toprağın seslenişidir aslında. Yada, bizim ruhumuzda bulunan tüm özelliklerin dış dünyada şekillenmiş halleri, doğada bulunan canlılardır bir bakıma. O toprağın hem dili, hem duyguları biz insanlara bahşedilmiş olduğunu; kim bilir, bir gün keşfede biliriz tüm icatların sonunda.
Belki, bizden önceki bizim atalarımız fark etmişti ki, bizim kadar zarar vermedi doğaya. Her fert; kendi başına, kendi nefsi doğrultusunda bencilleşerek bireysel yaşamadı toplumda. Evlenip ev kursa da evini terk etmedi. Baba ocağına, bağlıydı ekmek yediği tarlasına... Toprak; toplar, bağlardı insanları bir araya. Abdest almadan tarlanın toprağına basılmaz, ayakkabıda kalan toprak ayak altına atılmazdı. Saygı vardı toprağa, sevgiyle bağlıydı bir zamanlar bizim atalarımız doğaya. Bu yüzden meyil etmediler, ne teknolojiye, nede Gavur icatlarına. Lakin, devletin yıkılması bahane oldu bağlılıklarına.
Bencillik, lüks, sorumsuzluk, rahat yaşam, özgür kalma tutkumuz değil midir, tarlalara, bağlara, bahçelere beton binalar dikmemiz.? Üstümüz toz olmasın, ayağımıza çamur bulaşmasın isteğiyle lüks ve doyumsuz heveslerimiz sayesinde o toprağın hazmedemediği ürünler üretip, yollarımıza asfaltlar döküp; midesini, bağırsaklarını işlevsiz hale getirmedik mi, üzerinde yaşadığımız dünyanın? İşte biz, kendi kendimize ihanet ettik. Topraklarımızı parçaladık, böldük ve yozlaştırıp sonra, beton binalara sığındık. Aslında biz bizden, kendi özümüzden uzak kaldık. Beton binalı şehirlere yerleşip, kirli, zehirli ortamda nefes alacak hava bulamadık lakin, şehirli olmanın havasını attık. Topraktan uzaklaşıp sevgisiz, ruhsuz, mutsuz kaldığımızı halâ anlayamadık. Velhasılı, önce cennetten kovulduk, şimdi de cennetten bir parça olan dünyanın yapısını bozduk... Cennetten kovulurken suçlu şeytandı, şimdi ise "zaman"a bahane bulduk.
Toprakla oynarken, kırlarda dolaşırken mutlu olan çocukları seyredip düşünüyorum da. Keşke, Yozgat çamlığı çocuklar için masal ülkesi olarak hazırlansa. Ülkemizin topraksız, beton binalarında yaşayan çocukları, o şehirde, doğal kalan tek ve ilk milli parkta, masalları masal ülkesindeymiş gibi yaşasa. Kışın "oduncunun çocukları, Kibritçi Kız". Yazın, "Kırmızı Şapkalı Kız ve Keloğlan" canlandırılıp, tüm çocuklar mutluluğun doğadan yansıdığını ve bir zamanların doğal şehirlerinin sadece masallarda kaldığını, masallardaki çocukların doğayla iç içe yaşadığı için, masalların mutlu sonla bittiğini anlasa.
Ve tüm çocuklar, toprağa dokunup yüreğini sevgiyle besleyerek, tüm varlıklara karşı sevgisi eksilmeden çoğalsa. Yüzlerinde toprağın sevgisi gülümseyip, çocuklar mutluluğu tanısa. Evlerde bir kaç evcil hayvan besleyip, çocukların duyguları, ruh sağlıkları güçlendirilmiş olsa.
Unutmamalıyız ki;
Mutlu ettiğimiz kadar gülümser, üzdüğümüz kadar ağlar, sevdiğimiz kadar sevilir, verdiğimiz kadar alır, yaşama hakkı tanıdığımız, yaşattığımız sürece yaşarız.
Ve yine unutmayalım ki;
Akıp giden zamanı bağrında saklayan tek varlık topraktır. Her şey, toprağın bağrında saklıdır. Belkide, çocuklar toprağa dokunurken, bir hayvanı okşarken bundan dolayı bu kadar mutludur.
Hz. Ali (ra), Peygamberimiz (sav)'in "Hazırlandığı zaman cenazeyi bekletmeyiniz, toprağa veriniz. Buyurduğunu rivayet eder.
Demek ki, insan bedeni ölse bile toprakta huzur buluyor.
Çocukların mutlu olduğu bir dünyada, çocukların mutluluğu ile yeşeren doğada, zamanı günah keçisi olarak görmeyen akılla; sağlıklı, huzurlu, sevgi dolu nice yıllar diliyorum.
14.12.2018
En çok kullandığımız, daha doğrusu sığındığımız;
Memnun olmadığımız ama benimsemek zorunda kaldığımız, çözümsüz sorunlara karşı, sorunların üstünü kapatmak için söylediğimiz sözlerden biridir, "zaman değişti" sözü.
Zaman nasıl değişti?
Zamanın nesi değişti?
Bir dakika hala atmış saniye. Bir saat, atmış dakika. Bir hafta, yedi gün. Cumartesinin ertesi, pazar. Yılın son ayı, aralık. En uzun gece bile 21 aralıktan vazgeçmedi. Aralık ayının 31. akşamı yıl sonu, o gecenin sabahı ise yeni yılın ilk günü. Günler eksilip çoğalırken dakikalar bile şaşmadı. Kışın sonu bahar. Gecenin sonu sabah. Dünya kuruldu kurulalı düzen aynı düzen. Nizam aynı nizam... Zaman, akması gerektiği gibi saniyesi saniyesine akıp gidiyor.
Aslında zaman, hiç mi hiç değişmedi. Değişmesi de mümkün değil. Değişen, insanlar ve insanlık... İnsanın kendisi... İnsanı değiştiren zaman içinde öğrendikleri, kendi merakının öğretileri... En kötüsü de, daha rahat yaşam peşinde koşarken, birinin diğerinden üstün olma, üstünlük kurma ve lükse ulaşma hevesiyle oluşturduğu egolar... İnsanlar, bu hevesleri uğruna her şeyi araştırdı, çözdü, buldu, buluşturdu... Her şeyi karmaşık hale getirme çabasına da, "buluş" adını verdi. Bu buluşlar sayesinde, üzerinde yaşadığı tek yaşam alanı, doğayı can çekişir hale getirdi. Doğa ise, insanlığını kaybeden insanı, yok etme çabasına çoktan girdi.
Nitekim insan, hayatın içindeki gerçeği; zarar vererek kazanırken, kazandığından çok kaybedeceğini bir türlü benimsemedi. Alırken vermesi gerektiğini ve verdiği sürece alabileceğini bildiği halde, işine gelmediği için bu kuralı görmezlikten geldi.
"Doğanın en güçlüsü, en akıllısı benim. Doğa ve üzerindeki her şey benim için yaratılmış" düşüncesiyle; üşüdüğü zaman, bir ağaç dikmeden onlarca ağaç kesip ısındı, acıktığında hayvanları öldürüp yedi. Daha görkemli, daha şık, daha lüks giyinmek için etini yemediği hayvanların derisine büründü ve üreten kendisiymiş gibi, savunmasız olan her şeyi tüketti de tüketti, pek çok hayvanın neslini yok etti.
Tüketmekte yetmedi.
Barajlar yapıp, dünyanın kılcal damarlarını kuruttu. Ormanlara villalar, oteller yapmak için yakıp, ciğerlerini çürüttü. Yer altındaki petrolü çıkarıp karaciğerini yok etti. O petrol yüzünden yapılan savaşlar sayesinde insanlık, insani duygularını o noktada zaten kaybetti. Savaşmadan savaş kazanmak için otom bombası icat etti. Buda yetmedi, tarım ilaçlarıyla böcek, kelebek arıları öldürüp, canlıdan canlıya can taşıyan canlıları, canları üremez hale getirdi. Daha çok ürün almak için genetikte çare arayıp, tüm canlıların özünü değiştirdi. Lakin, bir türlü bu işin sonu nereye gider halâ kestiremedi ama arşı (ozon tabakası) delmeyi becerdi.
Tüm icatlar, yeni keşifler, yeni buluşlar para kazanmak uğruna çıkar için kullanılıp, bir zamanlar doğayı sömüren insan, nitekim şimdi bir birini sömürüp, kendi kendini öldürür hale geldi.
Hep yeniyi arama peşinde gezerken; eski değerlerini, eski keşiflerini, eski bulgularını ve de tutunduğu inancını kaybetti. Var olması, yaşaması için asıl gereksinim duyduğu en önemli güç kaynağından uzaklaştı. Hatta doğanın manevi güç kaynağı olduğuna inanan, doğayı koruyan, doğayla doğal yaşayan tek insan ırkı, Kızılderili ırkını bile yok etti.
Yok ediş sürecinde...
Henüz, teşrif ettiği dünyayı tanımaya çalışan çocuklar, elleriyle toprağa dokunduğu zaman, topraktaki "öz ana" duygusunu, şefkat sıcaklığını, ellerinde hissettiği o sıcaklığın, dokunuş anında, ruhuna aks eden, gözlerinde parlayan o enerjinin, sevgi olduğunu bir türlü göremedi.
Bir kelebek omzuna konduğu an, içinde uyanan merhamet duygusunu, o kelebeğin kendisine taşıdığını öğrenemedi. Uğur böceklerini elinde gezdirirken hissettiği şefkatin; kırmızı, siyah beneklerin frekansı olduğunu düşünemedi. Ağustos böceklerinden, çekirge ve kuş seslerinden dinlediği ilk musiki, müzik sesini ve kulağın algısının bu seslerle oluştuğunu, o sesin oluşturduğu duyumsamanın daha farklı olduğunu, ruhunu beslediğini fark edemedi. Köpeklerin koruyucu, kedilerin dostluk duygusunu atların, merkeplerin cefakarlığı öğrettiğini, insanlara bu duyguları taşıdıklarını göremedi. Fakat, bu duygularla bezenmiş hayvanları fark ederek, ölesiye çalıştırıp vah bile demedi.
Bir çocuk toprakla oynarken, toprağa dokununca neden mutlu olur? Neden, bir taş parçası görünce eline almak ister?
Çünkü, hiç bir oyuncak; çamurla oynamak, toprak kazmak, başından aşağı toprak saçmak kadar mutlu etmez kendini. Yapay oyuncakların hiç biri, doğal bir taş parçası kadar avuçlarında varlığını hissettirmez. Toprağa temas eden çocuğun hayalleri sınırsızlaşır, duyguları özgürleşir, öz güveni gelişir. Toprak, çocuğun istediği şekli alır, o çocuğa güvenir, güven duygusu aşılar. Bu özgürlük ve güven rahatlığı, yüzüne gülümseme olarak yansır.
Hangimiz, ruhumuz daralınca, canımız sıkılınca kendimizi doğanın kucağına atmayız? Dağlara, tepelere çıkıp, ayağımız toprağa değsin istemeyiz? Çünkü, ruhun tüm ihtiyaçları ve gücü toprakta gizlidir. En şefkatli ana, toprağın kendisidir. O gizemli anaya dokunurken; karşılıksız sevgiye, beklentisiz vermeye, cefaya, çileye, çiğnenmeye, çizilmeye, üzülmeye, üşümeye, korunak olup korumaya, parçalanıp bölünmeye, bütünleşmeye, tüm seslere karşı sessizliğe, gökten düşen her damlanın altında ezilmeye, her cefaya boyun bükmeye, rüzgarların önünde savrulup toz duman olurken bile halden hale geçmeye... Dahası sabra, sukuta ve secdeye, sonsuz güce dokunur insanın bedeni. Toprakta gizlenen en güçlü duygulara dokunur toprakla oynayan o çocuğun yüreği.
.
Toprağın bağrından boy atan tüm sözler, sözsüz, sessiz, kelimesiz, cümlesiz konuşur insanın gönül diliyle.
Bu yüzden toprak "ana" olarak tabir edilir. Ana gibi analarda, toprak gibi vefakar, cefakardır. İşte çocuklar, ana kokusunu ana duygusunu toprakta hissettiği için mutludur, oynarken toprağın kucağında." "Cennet anaların ayağı altında" sözü de, analar, toprağın özünü ruhunda barındırır anlamında. Toprak kadar cefakar, vefakar analar; toprakla bütünleşip, özdeşleşerek, toprağın karakterini aldığı zaman cennet serilmiştir ayaklarının altına.
Toprakta gizlidir tüm duygular...
Bu kadar gizemli olmasaydı , katmer katmer gül olup, açar mıydı sevginin simgesi. Yada, mor menekşe boyun büker miydi ayrılığın ağırlığında? Edep,ar, küsme, kırılma, hüzün duygusu; yansır mıydı bir gelinciğin narin, zarif al yapraklarında? Gurur, onur, şeref, hasiyet, sonsuzluğa iman; dimdik durur muydu lalenin bükülmez elif misali omuzlarında. Bir sarmaşık, sarılır mıydı şefkat, tutunma, tutma, yükselme, yükseltme duygusu olmasa kollarında? Ağaçlar, ev sahipliği yapar mıydı koruma duygusu olmasa onca hayvana, meyveler sunar mıydı kendini ateşe atan vefasız insana?
Tüm bitkiler toprağın sessiz duyguları, tüm hayvanlar toprağın seslenişidir aslında. Yada, bizim ruhumuzda bulunan tüm özelliklerin dış dünyada şekillenmiş halleri, doğada bulunan canlılardır bir bakıma. O toprağın hem dili, hem duyguları biz insanlara bahşedilmiş olduğunu; kim bilir, bir gün keşfede biliriz tüm icatların sonunda.
Belki, bizden önceki bizim atalarımız fark etmişti ki, bizim kadar zarar vermedi doğaya. Her fert; kendi başına, kendi nefsi doğrultusunda bencilleşerek bireysel yaşamadı toplumda. Evlenip ev kursa da evini terk etmedi. Baba ocağına, bağlıydı ekmek yediği tarlasına... Toprak; toplar, bağlardı insanları bir araya. Abdest almadan tarlanın toprağına basılmaz, ayakkabıda kalan toprak ayak altına atılmazdı. Saygı vardı toprağa, sevgiyle bağlıydı bir zamanlar bizim atalarımız doğaya. Bu yüzden meyil etmediler, ne teknolojiye, nede Gavur icatlarına. Lakin, devletin yıkılması bahane oldu bağlılıklarına.
Bencillik, lüks, sorumsuzluk, rahat yaşam, özgür kalma tutkumuz değil midir, tarlalara, bağlara, bahçelere beton binalar dikmemiz.? Üstümüz toz olmasın, ayağımıza çamur bulaşmasın isteğiyle lüks ve doyumsuz heveslerimiz sayesinde o toprağın hazmedemediği ürünler üretip, yollarımıza asfaltlar döküp; midesini, bağırsaklarını işlevsiz hale getirmedik mi, üzerinde yaşadığımız dünyanın? İşte biz, kendi kendimize ihanet ettik. Topraklarımızı parçaladık, böldük ve yozlaştırıp sonra, beton binalara sığındık. Aslında biz bizden, kendi özümüzden uzak kaldık. Beton binalı şehirlere yerleşip, kirli, zehirli ortamda nefes alacak hava bulamadık lakin, şehirli olmanın havasını attık. Topraktan uzaklaşıp sevgisiz, ruhsuz, mutsuz kaldığımızı halâ anlayamadık. Velhasılı, önce cennetten kovulduk, şimdi de cennetten bir parça olan dünyanın yapısını bozduk... Cennetten kovulurken suçlu şeytandı, şimdi ise "zaman"a bahane bulduk.
Toprakla oynarken, kırlarda dolaşırken mutlu olan çocukları seyredip düşünüyorum da. Keşke, Yozgat çamlığı çocuklar için masal ülkesi olarak hazırlansa. Ülkemizin topraksız, beton binalarında yaşayan çocukları, o şehirde, doğal kalan tek ve ilk milli parkta, masalları masal ülkesindeymiş gibi yaşasa. Kışın "oduncunun çocukları, Kibritçi Kız". Yazın, "Kırmızı Şapkalı Kız ve Keloğlan" canlandırılıp, tüm çocuklar mutluluğun doğadan yansıdığını ve bir zamanların doğal şehirlerinin sadece masallarda kaldığını, masallardaki çocukların doğayla iç içe yaşadığı için, masalların mutlu sonla bittiğini anlasa.
Ve tüm çocuklar, toprağa dokunup yüreğini sevgiyle besleyerek, tüm varlıklara karşı sevgisi eksilmeden çoğalsa. Yüzlerinde toprağın sevgisi gülümseyip, çocuklar mutluluğu tanısa. Evlerde bir kaç evcil hayvan besleyip, çocukların duyguları, ruh sağlıkları güçlendirilmiş olsa.
Unutmamalıyız ki;
Mutlu ettiğimiz kadar gülümser, üzdüğümüz kadar ağlar, sevdiğimiz kadar sevilir, verdiğimiz kadar alır, yaşama hakkı tanıdığımız, yaşattığımız sürece yaşarız.
Ve yine unutmayalım ki;
Akıp giden zamanı bağrında saklayan tek varlık topraktır. Her şey, toprağın bağrında saklıdır. Belkide, çocuklar toprağa dokunurken, bir hayvanı okşarken bundan dolayı bu kadar mutludur.
Hz. Ali (ra), Peygamberimiz (sav)'in "Hazırlandığı zaman cenazeyi bekletmeyiniz, toprağa veriniz. Buyurduğunu rivayet eder.
Demek ki, insan bedeni ölse bile toprakta huzur buluyor.
Çocukların mutlu olduğu bir dünyada, çocukların mutluluğu ile yeşeren doğada, zamanı günah keçisi olarak görmeyen akılla; sağlıklı, huzurlu, sevgi dolu nice yıllar diliyorum.
14.12.2018
14.12.2018
OKUR YORUMLARI
Yozgat'ta Günün Haberleri
YOZGAT'TA 5 GÜNLÜK HAVA DURUMU
YOZGAT İÇİN GÜNÜN NAMAZ VAKİTLERİ
Semra aktaş
05.01.2019 18:25:00Yine çok güzel şeyler yazmışsın abla sizin yaşınızda olmasakta çocukluğumuzu hatırlıyoz yazılarınla ağzına emeğine sağlık seninle gurur duyuyoruz
Tevhide içli
25.12.2018 17:34:00Sayın Şahin, yazınız bana çok şey düşündürdü. Şimdiki insanlar anne baba kıymeti bilmiyor. Toprakta büyümedikleri, öllükte yatmadıkları, bitkilerin büyümesini seyretmedikleri için pek çok duygudan noksan yetişiyorlar. Bencil, egoist, saygısız, kadir kıymet bilmeyen, duygusuz ve duyarsız, çıkarcı, hesapçı bir nesil yetişti. Sizinde dediğiniz gibi insan insani duygularını kay betti. Bunun sebebini araştırmaya gerek yok. Topraktan kopan insan, insanlıktan da koptu.
Yazılarınız uzun fakat okundukça okunası yazılar. Yüreğiniz var olsun.
Sağlık ve selamet ile selamlar
Muhsin Köktürk
23.12.2018 18:53:00Sayın Kadriye Şahin,
İçeriği yanında anlatımıyla da dikkati çeken nefis bir yazı kaleme almışsınız. Kutlarım.
Yazdıklarınız "kapitalizm"in doğal sonuçlarıdır. Kapitalizm denen canavar, yalnızca parayı ön planda tutar. Ne doğayı ne insanı düşünür. Para odaklı olan bu sistem, ne yazık ki dünyayı yaşanamaz bir duruma getirmiştir. Gün gelecek, bir karış toprağı da göremez olacağız. Belki de toprak, hayallerimizde yaşayan bir özleme dönüşecek.
Para uğruna, rant uğruna dünyada neler yok edilmedi ki?... Enerji gereksinimi gerekçesiyle nükleer santraller kurulmadı mı? Barajlar yapılıp doğanın dengesi bozulmadı mı? Bireysel taşımacılık körüklenip petrol vurgunları yapılmadı mı? Silah sanayine yatırımlar yapılıp insan canı üzerinden büyük paralar kazanılmadı mı? Fabrikaların atıkları biraz daha çok kâr edebilmek için pervasızca akarsulara, göllere, denizlere akıtılmadı mı? Ulaşımda rahatlığı sağlamak için yapılan oto yollarla doğanın göğsüne hançer sokulmadı mı? Kentleşme adı altında doğa talan edilmedi mi?Hangisini sayayım ki? Bu saydıklarımın hemen hepsi dönüp dolaşıp toprağı vuruyor? Sonuçta çölleşen, yaşanmaz duruma gelen bir dünya ile karşı kaşıya kalıyoruz.
Allah sonumuzu hayırlı kıla.
Yasin Ali ER
15.12.2018 23:37:00Topraktan geldiğinin tevazu'u ve ona karışacağının tevekkülü içinde olmalı insan... Toprağı sevip, toprakla hemhal olmalı ki; toprak da bağrına bastığıyla bir âşinalık taşısın belleğinde!
Muhteşem bir konu seçimi ve gıpta edilecek betimlemelerle toprağın ruhundan esinlenen bir ruhun, harika yansıtmalarını gördüm.
Hoşgörünüze sunarak Aşağıdaki dörtlüğü ilave etmek geldi içimden!
......
Geçicidir, tabutta ölüm ile koklaşmak,
Ölümün gerçek tadı; toprakla kucaklaşmak!
Asl'olan insan olmak, insan gibi gitmeli
Ki o zaman helal olur, Rabb'inle selamlaşmak!
Y.A.ER -1977
ABDULKADİR ÇAPANOĞLU
15.12.2018 20:39:00Bu yazıya yorum yapılmaz. Herkes okusun diye paylaşılır. Ben de öyle yaptım. Kadriye Hanımefendiyle dostluğumuzdan cesaret alarak kandisine sormadan Face Book da paylaştım. Elinize yüreğiniz sağlık Kadriye Hanım'cığım. Göerebildiğimiz kadarı ile milyar X milyar X milyar X milyar...... yıldızın bulunduğu evrende tek özel mavi nokta dünyamızı sizinde anlattığınız gibi tüketene kadar kullanacağız. Durum bunu gösteriyor. İnsanoğlu kıyamete filan kalmayacak kendi sonunu kendi hazırlıyor. Sağlıklar diliyoruz.
Adınız ve Soyadınız
14.12.2018 19:34:00Kalemine yüreğine sağlık arkadaşım toprak anayı o kadar güzel kaleme almışsınki tüylerim diken diken oldu Anadoluumun, vatanımın toprağı mis gibi kokusu burnuma geldi. Rahmetli Aşık Veysel bir türküsünde çok güzel demiş Benim sadık yarım kara topraktır eninde sonunda gideceğimiz yer kara toprak. Değerli ızanımızı saygıyla rahmetle anıyorum. Senindenkalemin susmasın sen yaz bizde okuyup yorum yazalım sevgiler, selamlar.