Minik ellerin buz kesmediği, nefeslerin buğulanıp bulutlara yükselmediği, ağaçların yapraklarını dökmediği, kuşların göç etmediği bu yere isteksizce göçerken, bir çok şeyi gerilerde bırakmıştık.
Sılayı terk-i diyar edenlerin elbette gerilerde çok şeyleri kalmıştır. Bize, bizi eksik hissettiren boşluğun doldurulmaz yetimliğini hep içimizde taşırız. Sadece onu, ona ait yerden koparmamak için; garip, biçare, zamanın sığı sularına bıraktığımız, gurbetin garabetine sığdıramadığımız en önemli şey, çocukluğu muzdur.
Zaman içinde avunuyoruz evlatlarımızın çocukluğuyla. Belki, bu sebeple ihanet ediyoruz onun vefalı varlığına. Geçmişin en değerli hazine kutusuna gizlediğimiz mutluluklarımız, umutlarımız, sevgilerimiz, yaşadığımız, yaşattığımız değerlerimiz ve bu gün, yanımızda olmayan; sesine hasret kaldığımız, özlem duyduğumuz yakınlarımızın hatıralarını sakladığımız, zamana kalemsiz çizdiğimiz tuval, sılamızın mekanı değil midir? Yada, geçmişin tüm yansımalarını toplayıp kaydettiğimiz hiç büyümeyen, kirlenmeyen bir tutam ışık huzmesiyle çizdiğimiz kendi tablomuz... Zaman ise, bu tabloyu sakladığımız büyülü sandığımız...
Çocukluğumuzu saklayan bu büyülü sandığı, yaşadığımız zamana sığdıramadığımız için mi; yoksa, zamanın kirinden, pasından korumak için mi, bir türlü yanımızda taşıyamıyoruz? Sadece bizi çağırdığı an, zaman yolculuğunu hiçe sayıp özlem anahtarıyla kilidine dokunarak, o hiç büyümemiş, çürümemiş ruha bürünüp hasret gideriyoruz. Aslında, hasret gidermek değil maksat. Yaralarımızı tedavi ediyor. Tükenmiş umutları yeşertiyor. Gerilerden bir tutam mutluluk almak için zamana uzanarak; ruhumuz ile bütünleşen, özdeşleşen, ruhumuzdan izler taşıyan binalara, bizi karşıya taşıyan köprülere, ömrümüze benzettiğimiz yollara, kaygısız sokaklara sığınıyoruz...
Her insanın sığınacağı tek sığınağı, geride bıraktığı çocukluğu değil midir?
Öyle ise;
İçimizdeki çocuğu öldürmek kimin ne haddine? İnsan, içinde yaşayan çocuğu öldürmedikçe ölmez.
İyi de;
Onu yaşatmak, beslemek için ne yapıyoruz, neyi bekliyoruz? Yalan Dünya yetmedi, bir de "sanal" dünya'ya kaptırdık kendimizi. Biz, çocuklarımızın çocukluğunu biliyoruz da, çocuklarımız bizim çocukluğumuzu tanıyor mu? Aslında, kendimizi onlara tanıtamadığımız, gerilerden taşıdığımız kültürümüzü bilinçli aktaramadığımız için, zaman içinde çocuklarımız bizden, biz cocuklarımızdan kopuyoruz. Bu sebepten geçmişle gelecek arasında köprüler kurulamıyor. Oysa, bir kültürün uygarlığa dönüşe bilmesi için, geçmiş kültürün geliştirilmiş sürekliliği şarttır.
O zaman ne duruyoruz? Kapatalım telefonu, televizyonu, bilgisayarı. Sıyrılalım "sanal alem"den. Birazda, zaman üzerine resmettiğimiz ruhumuzun çizdiği tablo ile yüzleşip söyleşelim...
Tüm özlemlerimle, umutlarımla, gün ışıklarıyla "sıla" tuvaline çizilmiş kendi eserim, kendim... Seninle sana geldim.! Seni zamanıma taşımaya, çocukluğumuzu çocuklarımıza tanıştırmaya karar verdim. Demenin zamanı değil mi? Zamanıysa.! Geçmişimizin yetim kaldığı memleketimize uzanıp; onu, çocukluğumuzu aramalı ve demeli ki.!
Yine sar yaralarımı.Yine büyüt sende bıraktığım dev sancılı umutları. Yine alıp götür benliğimi. Seni, yetim bıraktığım sılanın sokaklarına. Ömür törpüsü ile kaybolan senin zamanlarına... Yine tut. Tut ellerimden kınalı parmaklarınla... Düştüğüm yerden kaldır. Çizilmiş kollarınla...
Eskiden ben büyüdükçe, sen küçülür idin zamanın kanatlarında. Şimdi ben küçülüyorum, sen büyüyorsun ve uzaklaşıyorsun ömür denilen ray-sız tren yollarında. Oysa ben, seni arıyor, seni özlüyorum güneşin battığı kuytularda... Masumiyetine sığınıyorum, sıla hasretiyle yanan yüreğimin sızılarında.
Bırakma beni, uzaklaşma!
Belki bulamam seni bir daha!
Battığım, batırdığım dipsiz, karanlık zaman yolculuklarında. Haydi gel.!
Beraber seni, sendeki beni arayalım. Aynası kırılmış lambalarda. Güneşi batmış sığlarda...
.
İstersen seksek oynayalım; Hastane caddesinin, zıpladıkça ritm tutan Arnavut kaldırımlarında. Yada, kuş burnu toplayalım, Kiremitçi Ahmet efendinin bağlarında... Kaysı yolalım; Hacıherifin, kırık-sivri camlar dizilmiş avlu duvarlarında... İp atlayalım; Yenicami pınarının meydanında...
Serinlemek için para katıp, Gazoz içelim. Bünyamin'in bakkalında.
.
Beyaz örtü en erken Yozgat'ı sardığında. İstersen kızak kayalım,Top Mahallesinin Kışla Tepesi sokaklarında...
Ellerin morarsın, burnun kızarsın, pantolonun bacakları buzdan çakıldak bağlasın. Gözlerin sadece ayazın keskinliğiyle istemsiz ağlasın. Kirpiklerin topcuk, topcuk buzdan boncuk bağlasın.
Annem'in sandalye bacağından yaptığı kızağımız ile duvara tosladık ya... Boş ver kırıla kalsın.!
.
Biraz su arayalım; suya hasret Yozgat'ın Rahmet aylarında...
Mübarek Ahmet Efendinin bahçesindeki yaylı tulumbada. Taşırken, küçük kovalara minik ellerin yapışsın kışın ayazında. Top Mahallesinde patlayan top, Büyük Camide okunan Ezan sonunda. Zemzem niyetine orucunu açsın babam, anam, komşular. İftar sofrasında. Mahallenin camisinde Gülsuyu, fişekli lokum için yerleşelim saflara. Gülme krizine girelim, teravih namazında.
Yazın uzun günlerinde oruç tutup iftardan sonra. Ünal, Bilâl, Hatice, Nesrin, Nigar, Hacer Abla...
Buluşalım dondurmacıda. Sonra, bayramlık bakalım "Altın İğne" konfeksiyonda. Kuşlar için yem bırakalım. Büyük Cami avlusuna. Dönüp sahura kadar, saklambaç oynayalım sokaklarda. Davulun gümbürtüsü sustursun çığlıklarımızı... Sıcacık tereyağlı bazlamalar doyursun sahurda, açlığı unutmuş karnımızı.
Arife günü, yaşlıların, yoksulların, hastaların, ihtiyaçları tamamlansın. Komşuların börekleri, çörekleri, tatlıları, yemekleri bayram sofralarında yarışsın. İkram edilen çerezler, şekerler ile ceplerimiz dolup taşsın. Sabah, kapıda bekleyen faytona kurulup, Şekerpınar mahallesinde ki dedem, at nallarıyla çınlayan sokaklardan, bizim geldiğimizi anlasın. Bayram harçlığı sarı beş kuruşlar, yan bakkaldaki üzümlü leblebiye, lokumlu bisküviye harcansın... Küsler, dargınlar bayram hatırına barışsın. Gurbet sılaya, sıla gurbete karışsın.
Kar kalkınca, sarı çiğdemler hiç sönmeyen mum alevi gibi Yozgat'ın Alay kışlasında yansın. Nohutlu Tepesinde, mor kardelenler hıdrelleze haber salsın. Madımaklar, toplanmaktan kaçar gibi, kışlanın içine yayılsın. Cehirlikde ki lalelerden mis kokular, buram buram Yozgat'ı sarsın... Kırıklı Yaylası, yarışan atların nallarıyla, naralarıyla yankılansın. Al yeleli atlar yarış için şahlansın. Çamlık, hıdrellezde nişanlı kızları, taze gelinleri ağırlasın...
Bekir Ağabey,Top yapsın annemin çulhalık yumaklarından.(Çaput veya ip kilim dokunan tezgah)
Yozgat'ı çınlatarak dalya, yakan top, istop oynayalım. Çığlık sesleriyle, yankılar yansısın dört bir yandan.
Ümmühan Yenge, dantel örsün duvar kenarında.
Leyla abla, (Engelli oğlu) Kadir'i doyursun ikindiyle akşam arasında.
Ayşe Abla, kavurga kavursun. Tandır başında. Yaşlı komşulara, bulama bulayıp dağıtsın anam Hürü, çorba tasında.
Kamil Ağbey; paçalı, ak güvercinler uçursun eski ahır damında.
Mahallenin imamı Mustafa Amca, uykuya yatsın dinleneyim diye. Yine bağırsın pencereden,"Sessiz kalasıcalar, alın şu çaput topu, gidin öteye.!" Gülsüm, babasından tırsar, gelmez beriye. Seslenir, "beştaş oynayalım." Diye, Fadime'ye. Yusuf kardeş, (Yozgat M.vekili Yusuf Başer) okul dönüşü, kale atışına yetişir acelece. Oyun sonu kopmuş düğmeler elinde. Elbiseler toz toprak içinde. Mahzunlaşır, bu halde giremez teyzesinin evine. Yine, Anam yetişsin tozumuzu silkeleyip, düğmeleri dikmeye.
.
Bahar geldiğinde evlerin içini, dışını toprak kokan badanalar yapalım. Halıyı, kilimi alıp, Çamlık deresine varalım. Yün yatakları yıkayıp çimenlere yayalım. Kilimler kuruya dursun, konu komşu çiğdemli pilav pişirip, pikniğimizi yapalım. Kalan köze de; kıştan kalma, bir kaç da palamut patlatalım. Akşama gelen, at arabasıyla yükümüzü tutalım. Hazır binmişken arabaya. Biraz da, sokaklarda tur atalım. Dönüşte, Ahmet Ağa'nın Sırasöğüt deresinde yüzen kazlarını önümüze katalım.
Bulduğun Fadime, kanifiçe işlesin nakış, nakış humayına.(Patiska beyaz bez). Sürekli sarası tutar da, bakamaz çocuğuna. Akşama kocası (hamal Bulduk) İsmail emmi yemek yapar, aldırmaz yorgunluğuna. Aman, bit düşmesin mahallenin çocuğuna.! Kızı küçük Adile'yi, her hafta getirelim bizim evin odunluğuna. Evcilik oynuyoruz, biri görüp sorduğunda. Elbise dikelim minder yüzlerini söküp anında. Ateş yakıp su ısıtalım, bizim bahçe ocağında. Çoğu zaman Anamın çamaşır günü sonunda. Bir ibrik suyla çimdirelim. Yazın sıcağı, kışın ayazında... Köpüklü kalır saçları, su kaçar kulağına. "Bez bebek gibi oynuyorsunuz bu kızla." Deyip, Ablam Şükran, yetişsin Adile'nin feryadına...
Her hafta salı günü tan yeri ağardığında. Combalar'ın Memduha Nine, yine beklesin, Yancıoğulları'nın tepe küllük yolunda. Sipariş listesi yazılı hazır yanında. Filesi pazar bayrağı gibi kolunda. Ayşe Nine, Memduha Ninenin ardında. Bu sokaktan geçmedi diye, öteki sokakta kükresin Coruğun Haçça (Hatice Nine). Yaşlıların pazar siparişlerini alsın, sabah işine giderken, babam Elbiseci Hacı Ağa. "Biraz peynir, biraz yağ, bir sitil yoğurtla; Şu torbaya doldur aman saçılmasın nohut da. Zahmet olacak Hacı Ağa; dökmeden getiri versin, tembihle hamala bunu da"
Leylekler, cemreyle dönsün konakların yüksek bacalarına. Lak lak sesleri karışsın ılık meltem rüzgarlarının sancılarına. Büyükcami avlusundaki güvercinler pelte pelte karışsın Yozgat'ın gri bulutlarına. Gökyüzü, lacivert akşamların kızıllığına boyandığında. Kırlangıçlar dans edip savrulsun, kara bulut giymiş balerin kıvraklığında. Sabahın seher rüzgarında. Çil horozların sesi yankılansın, Gelin kayası ufuklarında. Sahipsiz köpekler yine olmasın bu şehrin sokaklarında.
Buluşalım, okul arkadaşlarıyla seksenli yılların başında.
Kardan gelinlik giymiş çamların, birbirlerine dal uzatıp çardak kurduğu, Lise caddesi yolunda... Kartopu oynayalım, Selma, Sevgi, Serpil, Gülizar, Rahime, Şaziye... Kızlar, bir arada. Atilla, Cengiz, Murat, Mikail, Mustafa, Kürşat, ... Lisenin arka tarafında... Sonra, hep beraber kardan adam yapalım, bahçesinin giriş kapısına. Necati Şahin; beklesin ders zilini, elinde sopasıyla...
Ramazan Efendi'nin diktiği pembe çardak gülleri sarksın, Yozgat Lisesi duvarlarında. Memiş Efendi'nin yetiştirdiği, bahçeyi cennete çeviren rengarenk gülleri koklayıp, hayal kuralım bahar aylarında...
Derse girmeyi unutalım. Yozgat Lisesi bahçesinde ki çardağın altında...
Ders bırakıp, ikmale kalalım; Alpay'ın "Eylülde Gel" şarkısına uyup, hocaların ve (Okul Müdürü) Şükrü Tonus'un inadına.
Farkına vardım. Hatıralar çok uzamış. Aslında anlatılacak daha neler, neler varmış.
Evvel zaman içinde, bir zamanlar bunlar yaşanmış. O zamanlar yaşananların mutluluk olduğunu insan yaşlanınca anlarmış.
Şimdi;
Bir varmış, bir yokmuş. Küçük sandığın içindeki hazine ne çokmuş. Ömür dediğimiz zaman sular gibi akmış. Geriye, geride kalan, çocukluğumuza yüklenen anılar kalmış. "Mutluluklar paylaşıldıkça çoğalır". Anılar anlatıldıkça yaşarmış. Ne yazık ki, ne anıları yansıtan mekan, ne anıların içindeki, anıları anlatacak insan kalmış. Mekanlara ruh veren anılar da, mekanların ölümüyle kaybolmuş. Gurbete sığdıramadığımız, yanımızda taşıyamadığımız bu masum tablo, modern yaşamın ihanetine uğramış.
Gökten üç elma düşmüş. Birini yazan almış, birini okuyan. Diğeri, "Yozgat Gazetesine" kalmış...:)
31.10.2017
Sılayı terk-i diyar edenlerin elbette gerilerde çok şeyleri kalmıştır. Bize, bizi eksik hissettiren boşluğun doldurulmaz yetimliğini hep içimizde taşırız. Sadece onu, ona ait yerden koparmamak için; garip, biçare, zamanın sığı sularına bıraktığımız, gurbetin garabetine sığdıramadığımız en önemli şey, çocukluğu muzdur.
Zaman içinde avunuyoruz evlatlarımızın çocukluğuyla. Belki, bu sebeple ihanet ediyoruz onun vefalı varlığına. Geçmişin en değerli hazine kutusuna gizlediğimiz mutluluklarımız, umutlarımız, sevgilerimiz, yaşadığımız, yaşattığımız değerlerimiz ve bu gün, yanımızda olmayan; sesine hasret kaldığımız, özlem duyduğumuz yakınlarımızın hatıralarını sakladığımız, zamana kalemsiz çizdiğimiz tuval, sılamızın mekanı değil midir? Yada, geçmişin tüm yansımalarını toplayıp kaydettiğimiz hiç büyümeyen, kirlenmeyen bir tutam ışık huzmesiyle çizdiğimiz kendi tablomuz... Zaman ise, bu tabloyu sakladığımız büyülü sandığımız...
Çocukluğumuzu saklayan bu büyülü sandığı, yaşadığımız zamana sığdıramadığımız için mi; yoksa, zamanın kirinden, pasından korumak için mi, bir türlü yanımızda taşıyamıyoruz? Sadece bizi çağırdığı an, zaman yolculuğunu hiçe sayıp özlem anahtarıyla kilidine dokunarak, o hiç büyümemiş, çürümemiş ruha bürünüp hasret gideriyoruz. Aslında, hasret gidermek değil maksat. Yaralarımızı tedavi ediyor. Tükenmiş umutları yeşertiyor. Gerilerden bir tutam mutluluk almak için zamana uzanarak; ruhumuz ile bütünleşen, özdeşleşen, ruhumuzdan izler taşıyan binalara, bizi karşıya taşıyan köprülere, ömrümüze benzettiğimiz yollara, kaygısız sokaklara sığınıyoruz...
Her insanın sığınacağı tek sığınağı, geride bıraktığı çocukluğu değil midir?
Öyle ise;
İçimizdeki çocuğu öldürmek kimin ne haddine? İnsan, içinde yaşayan çocuğu öldürmedikçe ölmez.
İyi de;
Onu yaşatmak, beslemek için ne yapıyoruz, neyi bekliyoruz? Yalan Dünya yetmedi, bir de "sanal" dünya'ya kaptırdık kendimizi. Biz, çocuklarımızın çocukluğunu biliyoruz da, çocuklarımız bizim çocukluğumuzu tanıyor mu? Aslında, kendimizi onlara tanıtamadığımız, gerilerden taşıdığımız kültürümüzü bilinçli aktaramadığımız için, zaman içinde çocuklarımız bizden, biz cocuklarımızdan kopuyoruz. Bu sebepten geçmişle gelecek arasında köprüler kurulamıyor. Oysa, bir kültürün uygarlığa dönüşe bilmesi için, geçmiş kültürün geliştirilmiş sürekliliği şarttır.
O zaman ne duruyoruz? Kapatalım telefonu, televizyonu, bilgisayarı. Sıyrılalım "sanal alem"den. Birazda, zaman üzerine resmettiğimiz ruhumuzun çizdiği tablo ile yüzleşip söyleşelim...
Tüm özlemlerimle, umutlarımla, gün ışıklarıyla "sıla" tuvaline çizilmiş kendi eserim, kendim... Seninle sana geldim.! Seni zamanıma taşımaya, çocukluğumuzu çocuklarımıza tanıştırmaya karar verdim. Demenin zamanı değil mi? Zamanıysa.! Geçmişimizin yetim kaldığı memleketimize uzanıp; onu, çocukluğumuzu aramalı ve demeli ki.!
Yine sar yaralarımı.Yine büyüt sende bıraktığım dev sancılı umutları. Yine alıp götür benliğimi. Seni, yetim bıraktığım sılanın sokaklarına. Ömür törpüsü ile kaybolan senin zamanlarına... Yine tut. Tut ellerimden kınalı parmaklarınla... Düştüğüm yerden kaldır. Çizilmiş kollarınla...
Eskiden ben büyüdükçe, sen küçülür idin zamanın kanatlarında. Şimdi ben küçülüyorum, sen büyüyorsun ve uzaklaşıyorsun ömür denilen ray-sız tren yollarında. Oysa ben, seni arıyor, seni özlüyorum güneşin battığı kuytularda... Masumiyetine sığınıyorum, sıla hasretiyle yanan yüreğimin sızılarında.
Bırakma beni, uzaklaşma!
Belki bulamam seni bir daha!
Battığım, batırdığım dipsiz, karanlık zaman yolculuklarında. Haydi gel.!
Beraber seni, sendeki beni arayalım. Aynası kırılmış lambalarda. Güneşi batmış sığlarda...
.
İstersen seksek oynayalım; Hastane caddesinin, zıpladıkça ritm tutan Arnavut kaldırımlarında. Yada, kuş burnu toplayalım, Kiremitçi Ahmet efendinin bağlarında... Kaysı yolalım; Hacıherifin, kırık-sivri camlar dizilmiş avlu duvarlarında... İp atlayalım; Yenicami pınarının meydanında...
Serinlemek için para katıp, Gazoz içelim. Bünyamin'in bakkalında.
.
Beyaz örtü en erken Yozgat'ı sardığında. İstersen kızak kayalım,Top Mahallesinin Kışla Tepesi sokaklarında...
Ellerin morarsın, burnun kızarsın, pantolonun bacakları buzdan çakıldak bağlasın. Gözlerin sadece ayazın keskinliğiyle istemsiz ağlasın. Kirpiklerin topcuk, topcuk buzdan boncuk bağlasın.
Annem'in sandalye bacağından yaptığı kızağımız ile duvara tosladık ya... Boş ver kırıla kalsın.!
.
Biraz su arayalım; suya hasret Yozgat'ın Rahmet aylarında...
Mübarek Ahmet Efendinin bahçesindeki yaylı tulumbada. Taşırken, küçük kovalara minik ellerin yapışsın kışın ayazında. Top Mahallesinde patlayan top, Büyük Camide okunan Ezan sonunda. Zemzem niyetine orucunu açsın babam, anam, komşular. İftar sofrasında. Mahallenin camisinde Gülsuyu, fişekli lokum için yerleşelim saflara. Gülme krizine girelim, teravih namazında.
Yazın uzun günlerinde oruç tutup iftardan sonra. Ünal, Bilâl, Hatice, Nesrin, Nigar, Hacer Abla...
Buluşalım dondurmacıda. Sonra, bayramlık bakalım "Altın İğne" konfeksiyonda. Kuşlar için yem bırakalım. Büyük Cami avlusuna. Dönüp sahura kadar, saklambaç oynayalım sokaklarda. Davulun gümbürtüsü sustursun çığlıklarımızı... Sıcacık tereyağlı bazlamalar doyursun sahurda, açlığı unutmuş karnımızı.
Arife günü, yaşlıların, yoksulların, hastaların, ihtiyaçları tamamlansın. Komşuların börekleri, çörekleri, tatlıları, yemekleri bayram sofralarında yarışsın. İkram edilen çerezler, şekerler ile ceplerimiz dolup taşsın. Sabah, kapıda bekleyen faytona kurulup, Şekerpınar mahallesinde ki dedem, at nallarıyla çınlayan sokaklardan, bizim geldiğimizi anlasın. Bayram harçlığı sarı beş kuruşlar, yan bakkaldaki üzümlü leblebiye, lokumlu bisküviye harcansın... Küsler, dargınlar bayram hatırına barışsın. Gurbet sılaya, sıla gurbete karışsın.
Kar kalkınca, sarı çiğdemler hiç sönmeyen mum alevi gibi Yozgat'ın Alay kışlasında yansın. Nohutlu Tepesinde, mor kardelenler hıdrelleze haber salsın. Madımaklar, toplanmaktan kaçar gibi, kışlanın içine yayılsın. Cehirlikde ki lalelerden mis kokular, buram buram Yozgat'ı sarsın... Kırıklı Yaylası, yarışan atların nallarıyla, naralarıyla yankılansın. Al yeleli atlar yarış için şahlansın. Çamlık, hıdrellezde nişanlı kızları, taze gelinleri ağırlasın...
Bekir Ağabey,Top yapsın annemin çulhalık yumaklarından.(Çaput veya ip kilim dokunan tezgah)
Yozgat'ı çınlatarak dalya, yakan top, istop oynayalım. Çığlık sesleriyle, yankılar yansısın dört bir yandan.
Ümmühan Yenge, dantel örsün duvar kenarında.
Leyla abla, (Engelli oğlu) Kadir'i doyursun ikindiyle akşam arasında.
Ayşe Abla, kavurga kavursun. Tandır başında. Yaşlı komşulara, bulama bulayıp dağıtsın anam Hürü, çorba tasında.
Kamil Ağbey; paçalı, ak güvercinler uçursun eski ahır damında.
Mahallenin imamı Mustafa Amca, uykuya yatsın dinleneyim diye. Yine bağırsın pencereden,"Sessiz kalasıcalar, alın şu çaput topu, gidin öteye.!" Gülsüm, babasından tırsar, gelmez beriye. Seslenir, "beştaş oynayalım." Diye, Fadime'ye. Yusuf kardeş, (Yozgat M.vekili Yusuf Başer) okul dönüşü, kale atışına yetişir acelece. Oyun sonu kopmuş düğmeler elinde. Elbiseler toz toprak içinde. Mahzunlaşır, bu halde giremez teyzesinin evine. Yine, Anam yetişsin tozumuzu silkeleyip, düğmeleri dikmeye.
.
Bahar geldiğinde evlerin içini, dışını toprak kokan badanalar yapalım. Halıyı, kilimi alıp, Çamlık deresine varalım. Yün yatakları yıkayıp çimenlere yayalım. Kilimler kuruya dursun, konu komşu çiğdemli pilav pişirip, pikniğimizi yapalım. Kalan köze de; kıştan kalma, bir kaç da palamut patlatalım. Akşama gelen, at arabasıyla yükümüzü tutalım. Hazır binmişken arabaya. Biraz da, sokaklarda tur atalım. Dönüşte, Ahmet Ağa'nın Sırasöğüt deresinde yüzen kazlarını önümüze katalım.
Bulduğun Fadime, kanifiçe işlesin nakış, nakış humayına.(Patiska beyaz bez). Sürekli sarası tutar da, bakamaz çocuğuna. Akşama kocası (hamal Bulduk) İsmail emmi yemek yapar, aldırmaz yorgunluğuna. Aman, bit düşmesin mahallenin çocuğuna.! Kızı küçük Adile'yi, her hafta getirelim bizim evin odunluğuna. Evcilik oynuyoruz, biri görüp sorduğunda. Elbise dikelim minder yüzlerini söküp anında. Ateş yakıp su ısıtalım, bizim bahçe ocağında. Çoğu zaman Anamın çamaşır günü sonunda. Bir ibrik suyla çimdirelim. Yazın sıcağı, kışın ayazında... Köpüklü kalır saçları, su kaçar kulağına. "Bez bebek gibi oynuyorsunuz bu kızla." Deyip, Ablam Şükran, yetişsin Adile'nin feryadına...
Her hafta salı günü tan yeri ağardığında. Combalar'ın Memduha Nine, yine beklesin, Yancıoğulları'nın tepe küllük yolunda. Sipariş listesi yazılı hazır yanında. Filesi pazar bayrağı gibi kolunda. Ayşe Nine, Memduha Ninenin ardında. Bu sokaktan geçmedi diye, öteki sokakta kükresin Coruğun Haçça (Hatice Nine). Yaşlıların pazar siparişlerini alsın, sabah işine giderken, babam Elbiseci Hacı Ağa. "Biraz peynir, biraz yağ, bir sitil yoğurtla; Şu torbaya doldur aman saçılmasın nohut da. Zahmet olacak Hacı Ağa; dökmeden getiri versin, tembihle hamala bunu da"
Leylekler, cemreyle dönsün konakların yüksek bacalarına. Lak lak sesleri karışsın ılık meltem rüzgarlarının sancılarına. Büyükcami avlusundaki güvercinler pelte pelte karışsın Yozgat'ın gri bulutlarına. Gökyüzü, lacivert akşamların kızıllığına boyandığında. Kırlangıçlar dans edip savrulsun, kara bulut giymiş balerin kıvraklığında. Sabahın seher rüzgarında. Çil horozların sesi yankılansın, Gelin kayası ufuklarında. Sahipsiz köpekler yine olmasın bu şehrin sokaklarında.
Buluşalım, okul arkadaşlarıyla seksenli yılların başında.
Kardan gelinlik giymiş çamların, birbirlerine dal uzatıp çardak kurduğu, Lise caddesi yolunda... Kartopu oynayalım, Selma, Sevgi, Serpil, Gülizar, Rahime, Şaziye... Kızlar, bir arada. Atilla, Cengiz, Murat, Mikail, Mustafa, Kürşat, ... Lisenin arka tarafında... Sonra, hep beraber kardan adam yapalım, bahçesinin giriş kapısına. Necati Şahin; beklesin ders zilini, elinde sopasıyla...
Ramazan Efendi'nin diktiği pembe çardak gülleri sarksın, Yozgat Lisesi duvarlarında. Memiş Efendi'nin yetiştirdiği, bahçeyi cennete çeviren rengarenk gülleri koklayıp, hayal kuralım bahar aylarında...
Derse girmeyi unutalım. Yozgat Lisesi bahçesinde ki çardağın altında...
Ders bırakıp, ikmale kalalım; Alpay'ın "Eylülde Gel" şarkısına uyup, hocaların ve (Okul Müdürü) Şükrü Tonus'un inadına.
Farkına vardım. Hatıralar çok uzamış. Aslında anlatılacak daha neler, neler varmış.
Evvel zaman içinde, bir zamanlar bunlar yaşanmış. O zamanlar yaşananların mutluluk olduğunu insan yaşlanınca anlarmış.
Şimdi;
Bir varmış, bir yokmuş. Küçük sandığın içindeki hazine ne çokmuş. Ömür dediğimiz zaman sular gibi akmış. Geriye, geride kalan, çocukluğumuza yüklenen anılar kalmış. "Mutluluklar paylaşıldıkça çoğalır". Anılar anlatıldıkça yaşarmış. Ne yazık ki, ne anıları yansıtan mekan, ne anıların içindeki, anıları anlatacak insan kalmış. Mekanlara ruh veren anılar da, mekanların ölümüyle kaybolmuş. Gurbete sığdıramadığımız, yanımızda taşıyamadığımız bu masum tablo, modern yaşamın ihanetine uğramış.
Gökten üç elma düşmüş. Birini yazan almış, birini okuyan. Diğeri, "Yozgat Gazetesine" kalmış...:)
31.10.2017
30.10.2017
OKUR YORUMLARI
Yozgat'ta Günün Haberleri
YOZGAT'TA 5 GÜNLÜK HAVA DURUMU
YOZGAT İÇİN GÜNÜN NAMAZ VAKİTLERİ
ALMILA KARGÜLÜ
02.03.2021 09:43:11AOLUKSUZ OKUDUM KARDEŞİM. HARİKASINIZ. YÜREĞİM TİTREDİ İNANIN. GÖZÜMÜN ÖNÜNDEN NELER GEÇTİ NELER. YÜREĞİNİZ SAĞLIK BANA BU HASSASİYETİ YENİDEN YAŞATTIĞINIZ İÇİN BAKİ SELAMLARIMLA. S.YAKICI " Yalan Dünya yetmedi, bir de "sanal" dünya'ya kaptırdık kendimizi. Biz, çocuklarımızın çocukluğunu biliyoruz da, çocuklarımız bizim çocukluğumuzu tanıyor mu? Aslında, kendimizi onlara tanıtamadığımız, gerilerden taşıdığımız kültürümüzü bilinçli aktaramadığımız için, zaman içinde çocuklarımız bizden, biz cocuklarımızdan kopuyoruz. Bu sebepten geçmişle gelecek arasında köprüler kurulamıyor. Oysa, bir kültürün uygarlığa dönüşe bilmesi için, geçmiş kültürün geliştirilmiş sürekliliği şarttır."
GÜLEN
06.05.2018 22:39:00Kadriye Hanım, "Sılada Kaybolan Çocukluğum" yazınızı okuyunca çok hoşuma gitti yorum bıraktım. Biraz sitem etmek istemiştim. "BELKİDE HİÇ HATIRLAMADIĞINIZ HOCANIZ" diyerek. Halk Eğitim Merkezinde kur hocanızdım. Hemen hemen aynı yaşlardaydık. Çok iyi bir arkadaş ve faal bir kursiyerdiniz. Hala resimlerimize bakıp sizleri hatırlarım. O zamanın insanları bu şehirde kalmayınca şehrin siması bile değişti.
Selam ve sevgilerimle...
BELKİ DE HİÇ HATIRLAMADIĞINIZ HOCANIZ
10.03.2018 16:52:00Leylekler, "cemre"yle dönsün konakların yüksek bacalarına. Lak lak sesleri karışsın ılık meltem rüzgarlarının sancılarına. Büyük cami avlusundaki güvercinler pelte pelte karışsın Yozgat'ın gri bulutlarına. Gökyüzü lacivert akşamların kızıllığına boyandığında. Kırlangıçlar dans edip savrulsun, kara bulut giymiş balerin ustalığında. Sabahın seher rüzgarında çil horozların sesi yankılansın "Gelin kayası" ufuklarında. Sahipsiz köpekler yine olmasın bu şehrin sokaklarında.
Bu yazı ne kadar harika bir kalemden ve bahar kokulu bir yürekten dökülmüş. Ne doğanın güzelliği, ne komşuların özelliği, ne hayvanların sahipsizliği, ne de sosyal yaşanın şenliği unutulmuş. Nakış nakış işlenerek tüm desenler betimlemelerde can bulmuş.
Ne yazık ki, bu şehre leylekler dönmüyor.Güvercinler uçmuyor,kırlangıçlar artık buralardan geçmiyor. Kim bilir belkide siz yoksunuz diye!
Selam, sevgi ve hürmetlerimi kabul buyurunuz.
Mahinur Sezer
01.02.2018 03:20:00Kadriye Şahin hanımefendi, Gecenin üçü olmuş. Uyku tutmadı. Kalkıp yine bu yazıyı okumak istedim. Belki gerilere yaptığım yolculukta, etrafın manzarasından gözlerim yorulur; ruhum rahatlayıp, mutluluğu, huzuru bulur diye.
Bize bizi taşıdığınız, unuttuğumuz geçmişimizle tanıştırıp, huzur taşıdığınız için size minnettarım. Diğer yazılarınızda çok güzel fakat bu yazı başka bir güzel. Çocukluk ve çocuklar kadar özel. Teşekkürler sevgiler... Siz hep yazınız.
Songül gül
28.12.2017 23:58:00Sayın Kadriye Hanım; "Sılada Kaybolan Çocukluğum" yazınızı bilmiyorum kaç kez okudum. Stres atmak için sayfanıza geliyorum. Yazılarınız beni dinlendiriyor. Yolculuk esnasında Yozgat'ın içinden bir kaç kez geçtim. Fakat bu kadar güzel bir şehir olduğunu sizin yazılarınızdan öğrendim. Bir daha ki geçişimde, parmak çörekleri tatmak, birazda madımak almak istiyorum. Tabi kavurga dan alıp yol boyu atıştırmalık yapmalı. Ancak, Madımak yemeğini tarif ederseniz, veya bu yemeği hangi mekanlarda bulabileceğimizi yazarsanız seviniriz. Buram buram Anadolu kültürü kokan yazılarınızı beklerken Yıl Başı na özel "zaman içinde sakladığınız sandığınızdan" hangi pırıltılar dökülecek merak ediyorum. Sevgi ve selamlarımla. İyi ki yazıyorsunuz.
meryem ekici sonme
10.11.2017 20:22:00Kadriye ablam yüreğine saglik bu gurbet insanı böyle bülbül gibi sakitiyir tabi gurbette olmayanlar bilemez nede güzel anlatmissin mahallemizi ama şimdi nerdeeeeee o eski günler seninle bir yenicami ve Yozgatli olarak gurur duydum bu gurbet ellerde
Kadriye ŞAHİN
07.11.2017 18:12:00Gazetemizin saygıdeğer yazarı sayın ÇAPANOĞLU Beyfendi, asaletiniz'e yakışan davranışınızla köşeme lütfedip "Hoş geldiniz" diyerek karşılayıp, zahmet buyurup kıymetli ve zarif yorum bıraktığınız için teşekkür ve hürmetlerimi sunarken. Sizlerin arasına layık görmekle, beni onurlandıran Sayın "OSMAN HAKAN KİRACI" Beyfendiye ayrıca teşekkür ederim.
Köşemde paylaşılan "Yozgat'ta Kaybolan Çocukluğum" başlıklı ilk yazımı okuyarak yorum yazma zahmetinde bulunan; SİBEL Hanıma, yeğenim Dc Doktor MUSTAFA ŞAHİN'e, ATİLLA ERSOY kardeşime,REFİKA arkadaşıma, kuzenim ALİ GÖLCÜK'e, Memuriyet hayatımın unutulmaz ilk iş arkadaşı SIDIKA YERDEKALMAZER' e, HATİCE Hanım'a, mahalle arkadaşım AHMET KOCA'ya Söke'den yazan SELMA SARICA' ya, isimsiz yorum yazan kardeşlerime, özel mesajla tebrik mesajları yazan tüm (sayı kalabalık olduğu için isimleri tek tek yazamayacağım) dostlarıma teşekkür ediyor, selam ve sevgilerimi gönderiyorum. Ayrıca SIDIKA Hanımın sorusuna aynı zamanda cevap vermek istiyorum.
Zaman; geçmişi,geride kalanları değerli kılıyor. Şimdiki zamanımızın, bu yaşların mutluluk olduğunu dönülmez göç de anlayacağız sanırım.Ancak, pişman mı olduk, asıl mutluluğumu bulduk? Malesef bunu kimselere anlatamayacağız.
Tüm okurlarıma sevgi ve hürmetler
Selma Sarıca
04.11.2017 22:58:00Değerli Yozgat gazetesi ailesine yeni katılan Kadriye ŞAHİN, canım arkadaşım ilk yazını duygulanarak okudum çok beğendim hayırlı olsun yeni yazılarını heyecanla bekliyorum.
Selma Sarica
04.11.2017 13:21:00Değerli Yozgat gazetesi ailesine yeni katılan Kadriye ŞAHİN, canım arkadaşım ilk yazını duygulanarak okudum çok beğendim hayırlı olsun yeni yazılarını heyecanla bekliyorum.
Adınız ve Soyadınız
04.11.2017 13:05:00Bunca üniversite, okul, akademisyen ne yapar bu halk bilimi konusunda? Neyi araştırır neyi yazarlar? Neyi öğretirler? Biri açıklasın ben cahilim. "Eline, yüreğine sağlık" gibi ifadeler basit kalır bu yazı karşısında.
Ahmet Koca
02.11.2017 19:14:00Yenicami mh.lesi başka nasıl anlatılırdı bilmiyorum. Başarılar diliyorum
Ablam; ben bu gurbete geldiğimde annem beni seninle tanıştırdı. Gözüm arkada kalmaz demişti. Önce sana ısınamadım. Hep kusurları önde tutuyor diye biraz soğuk davranmıştım. Bana neden okumadın diye ikide bir soruyordun. Ben sıkılıyordum. Sonra çok zekisin sen okursun dedi. İki çocuk 37 yaşında orta okul terk bir insanı okumaya teşvik etti. Günlerce gece yarılarına kadar bana ders çalıştırdı. En çok da edebiyat tarih çalışıyorduk beraber. Sınavdan çıkınca soruları ablama getirirdim. Sonra liseyi açıktan bitirdim. Üniversiteye başladım. Ehliyet de al dedi. Onuda aldım. Beni hep teşvik etti. Anladım ki söylediği her söz yararımaymış. Şimdi bende kurs hocasıyım. Yol gösteren, herkesin elinden tutan, sözünü esirgemeyen, kendini feda eden ablam.Şimdi seni aramadan okuyacağım. Yazarların çoğunu tanıyorum diye hep rumuz kullanarak destek oluyordun. Beni ararken bir kaçda makale okuyorsunuz diyordu. Bayıldım Yozgat'ın betimlemelerine. Telefondan yazamadım ablama geldim. O çayı getirmeden ben lafı bitireyim. Süprüz olsun. başarılar diliyorum canım ablacıım.
Hatice/İzmir
01.11.2017 21:07:00Değeri ölçülmez, kıymet biçilmez altın yürekli arkadaşım. Yozgatlı olmadığım halde sadece senin yorumlarını okumak için bu gazeteye sürekli konuk oluyordum. Yorum değil, adeta makale niteliğinde çok değerli düşünce ve fikirlerini her zaman takip etmiş,hep şunu söylemişimdir. Arkadaşım gözünden rahatsız olmana rağmen çok emek veriyorsun. Başka yerlerde yazmış olsaydın çok daha faydalı yararlı olursun. Arkadaşımın cevabı; --Benim memleketimin insanları. Hepsine destek olmamız gerekli. Bir işin ya önünden gitmeli veya yanında durup destek vermeli-- diyordu. Hiç bir yazar alınmasın, gücenmesin diye kendilerini değerli hissettirecek herkesin sayfasına ayrı ayrı yorumlar yazardı. Çapanoğlu için daha yaşlı diye ayrıcalık tanırdı. Bence asıl değerli olan kendisiydi. Bu gazetede yazı yazan yazarlar elbette ki çok değerli kalem sahipleri. Umarım ki senin gibi altın yürekli, iyi niyetli bir yazarın değerini bilir ve vermiş olduğun emeği takdir ederler. Bundan sonra " SUZAN" rumuzunu aramama gerek kalmadığı için çok seviniyorum. Sevgili Kadriye Hanım Başarılar diliyor, yazılarını bekliyorum.
ABDULKADİR ÇAPANOĞLU
01.11.2017 10:50:00Sayın Kadriye Şahin Hanımefendi,
Köşenize hoş geldiniz.Binbir ihtimamla sakladığınız Yozgat sandığınızı birden bire açmışsınız önümüze, seçip seçip alalım diye.Yazının başındakileri hemen aldım. Yazıyı okudukça onları bırakıp ötekileri aldım. Aldım koydum, aldım koydum. Hepsini ben alırsam ayıp olur diyerek fotoğraflarını çektim. Sanırım sandık odasında başka küçük sandıklarda var. Sabırla bekleyelim bakalım.Sağlıcakla kalınız.
Sıdıka YERDEKALMAZER ERMENEK NÜFUS MÜDÜRÜ
01.11.2017 09:37:00O zamanlar yaşananların mutluluk olduğunu insan yaşlanınca anlarmış. Güzel söz peki şimdi yaşananların mutluluk olduğunu insanlar ne zaman anlayacak acaba? Eline sağlık yazı muhteşem olmuş.
Ali GÖLCÜK
31.10.2017 21:25:00Ablam,
Süpersin, çok beğendim yazını.
İnsan ancak bu kadar güzel anlatabilir yaşanmışlıkları, gözümde canlandırdım, her bir kelimesini.
Benimle de acı tatlı çok anıların oldu, o anılarıda bu kadar güzel nağmelerle kağıda dökeceğine inanıyorum.
Başarılarının devamın dört gözle bekliyorum.
Yolun açık kalemin keskin olsun...
Ali GÖLCÜK
k@sırg@
Adınız ve Soyadınız
31.10.2017 21:01:00Yazini cok begendim canim arkadasim cocuklugumuzu yozgatimizla ozlestirip guzel bir calisma cikarmissin tebrik ediyorum yeni yazilarini beklliyoruz ĺefika caglayan yozgat valiligi il idr krl md emekli
DoçDr. Mustafa ŞAHİN
31.10.2017 15:31:00Yorumunuz Eline ağrına yüreğine sağlık halam, ancak bu kadar güzel anlatılırdı özlenen çocukluk ve YOZGAT.
atila ersoy
31.10.2017 13:29:00geçmişin özlemını acısını tatlısını o kadar guzel anlatmışsınkı soylenecek bır sey bulamıyorum yani moderın yaşamın acı yuzu hepımızı bı tarfa attı farklı sekılere soktu soylenecek bır sey yok saglıklı ve huzur dolu yaşamlar sızlerın olsun bır fıncan kahve de hatıraların senı bulsun bulsunkı gerıyr bakmaya fırsatın olsun elıne dılıne yüregıne saglık kadriye kendıne ıyı bak
Sibel
31.10.2017 10:07:00Kadriye hanım ,yazınızı okuunca inanın ben de çocukluk günlerimi yaşadım.hatıralarımla başbaşa kaldım.sizi okumakla çok mutlu oldum.Teşekkür eder,iyi günler dilerim.