Anadolu’da kuraklıktan ve savaştan söz etmek, aynı zamanda yokluk, açlık ve kıtlıktan söz etmektir. Anadolu’da kıtlık, katıksız bir yavan ekmeğin yokluğun adıdır. Anadolu’da kıtlık, ele geçen birkaç “çerik” buğdayın, değirmende un olurken ziyan olmasın diye “kavurga” olarak tüketilmesidir. Anadolu’nun bu kıtlık öyküleri, öyle birkaç yılın, birkaç yüzyılın değil, her savaşın, her kırgının, her işgalin ve her kuraklığın belleklere binlerce yılın deneyimleri olarak kazınmıştır. Bugün Kuzey Kore’de, Afrika’nın irili ufaklı bir çok ülkesinde, Hindistan’da yaşanan ve televizyonların bir dizi film gibi yeni bölümleriyle evlerimize getirdiği açlık öyküleri, geldiği haber kanalları kadar “sanal” gözükmektedir. Oysa, II. Dünya Savaşı günlerinde asker olan babamın anlattığı kıtlık öyküleri, sadece ülkemin değil aynı zamanda benim ailemin “sözlü tarihi” olarak “kendi Afrika’mızın” tanığıdır.
Bugün yaşları 70 civarında olanlar veya başka bir deyişle 1940-45 yıllarını anımsayanlar, “savaşın yarattığı küçük kıtlığı” size deneyimlerinden dolayımlayarak anlatabilirler. Sözlü tarih çalışmalarında ne yazık ki “kıtlık öyküleri” bir araştırma konusu yapılmamıştır. 1941-1945 yılları arasında 4 yıl askerlik yapan babamın, sınır boylarında asker olmalarına rağmen nasıl bir “tayın savaşı” verdiğini çocuk belliğim üzüntüyle dinler ama kavrayamazdı.
1921 doğumlu babamın, 1877-1878’de cereyan eden 93 Harbi, 1911-13 yıllarında iki kez yaşanan Balkan Savaşları, 1914-1918 yıllarındaki I. Dünya Savaşı ve nihayet 1919-1922 yıllarını içine alan Bağımsızlık Savaşı yorgunu Anadolu’nun, bir de kuraklıklarla savaşması ve bunun sonunda büyük kıtlıklar yaşamasını kendi anne ve babasının öyküleri olarak anlatımını kah bir “masal”, kah bir “kahramanlık öyküsü”, kah bir “abartılmış ibretlik tarih olayı” olarak dinledim çocukluğum boyunca.
Babamın ve onun bağlı olduğu sözlü kültürün “Allah kimseyi açlıkla terbiye etmesin” duasını, zaman zaman öğle yemeği gecikmiş veya “tekne orucu tutmak gibi” zorunlu bir nedenle birkaç saat aç kalmış bir çocuk olarak kendimce çok anlamlı bulurdum. Köyünden topladığı bir torba alıcı, Hünkar Hacı Bektaş Veli’ye götürüp ondan miktarınca buğday talep eden Yunus Emre’yi ve onun dönüşünü bekleyen köylüleri ben o çağlarımda hiç tanımadım.
Kıtlığın ortasına doğan ve II. Dünya Savaşı’nda sınır boylarında açlıkla savaşan babam, Yunus’la aynı köydenmiş, aynı kaderdenmiş meğer. Ben bunu çok sonraları öğrendim. Acaba Yunus Emre’nin köylüleri de “yağmur duası”na çıkmış mıydı? Eğer onlar da yağmur duasına çıkmışlarsa, onların yanında seğirtip giden çocuklar da benim kaderdaşım oluyorlar o zaman. “Yine yağmur yağmadı, kıtlık olacak” korkusu, Anadolu’nun bugüne taşınan önemli korkularından biridir. Çocukluğumda, önde İmam arkada cemaat, yağmur yağsın diye tören düzenlendiğini hatırlıyorum ama babımın yaşadığı veya babasından dinlediği kıtlığı ben hiç yaşamadım. Hiç değilse, içi katıklı bir dürüm ekmeğim hep oldu. Hatta bembeyaz, pamuk gibi çarşı ekmeğinin haftada bir de olsa tadından mahrum kalmadım.
“Bir lokma kuru ekmeğe muhtaç olmak” veya “içecek bir kaşık çorbası olmamak” yokluğun ve yoksulluğun en abartılı tanımıdır. Anadolu insanının çorbası, ya bulgurdandır ya da bulamaçtandır. Yani hepsinin özü, kökü buğday. Anadolu yokluğunu yoksulluğunu “et yememekle” tanımlamaz. Yokluğun ve kıtlığın en acı tanımlarından biri, büyük arazilerin el değiştirmesinde “bir peynirli dürüme satıldı” sözüdür.
Görüldüğü gibi, Yunus’tan beri Anadolu belleği, “doymak” ile “ekmek” arasında güçlü ve içgüdüsel bir bağ kurmuştur. Ekmek harika bir kelime. Aynı zamanda tarım yapmak demek. Türkiye son yıllarda tarımdan süratle uzaklaşarak “hizmet” sektörüne doğru kayıyor. Bu binlerce yıllık Anadolu deneyiminin reddi anlamına mı geliyor acaba? Acaba babamın babasından dinlediği, kendi yaşadığı ve bana anlattığı kıtlık öykülerinin yeni versiyonlarını benim çocuklarım, torunlarıma kendi kıtlık öyküleri olarak mı anlatacak?
Tarih : 28.06.2007
Bugün yaşları 70 civarında olanlar veya başka bir deyişle 1940-45 yıllarını anımsayanlar, “savaşın yarattığı küçük kıtlığı” size deneyimlerinden dolayımlayarak anlatabilirler. Sözlü tarih çalışmalarında ne yazık ki “kıtlık öyküleri” bir araştırma konusu yapılmamıştır. 1941-1945 yılları arasında 4 yıl askerlik yapan babamın, sınır boylarında asker olmalarına rağmen nasıl bir “tayın savaşı” verdiğini çocuk belliğim üzüntüyle dinler ama kavrayamazdı.
1921 doğumlu babamın, 1877-1878’de cereyan eden 93 Harbi, 1911-13 yıllarında iki kez yaşanan Balkan Savaşları, 1914-1918 yıllarındaki I. Dünya Savaşı ve nihayet 1919-1922 yıllarını içine alan Bağımsızlık Savaşı yorgunu Anadolu’nun, bir de kuraklıklarla savaşması ve bunun sonunda büyük kıtlıklar yaşamasını kendi anne ve babasının öyküleri olarak anlatımını kah bir “masal”, kah bir “kahramanlık öyküsü”, kah bir “abartılmış ibretlik tarih olayı” olarak dinledim çocukluğum boyunca.
Babamın ve onun bağlı olduğu sözlü kültürün “Allah kimseyi açlıkla terbiye etmesin” duasını, zaman zaman öğle yemeği gecikmiş veya “tekne orucu tutmak gibi” zorunlu bir nedenle birkaç saat aç kalmış bir çocuk olarak kendimce çok anlamlı bulurdum. Köyünden topladığı bir torba alıcı, Hünkar Hacı Bektaş Veli’ye götürüp ondan miktarınca buğday talep eden Yunus Emre’yi ve onun dönüşünü bekleyen köylüleri ben o çağlarımda hiç tanımadım.
Kıtlığın ortasına doğan ve II. Dünya Savaşı’nda sınır boylarında açlıkla savaşan babam, Yunus’la aynı köydenmiş, aynı kaderdenmiş meğer. Ben bunu çok sonraları öğrendim. Acaba Yunus Emre’nin köylüleri de “yağmur duası”na çıkmış mıydı? Eğer onlar da yağmur duasına çıkmışlarsa, onların yanında seğirtip giden çocuklar da benim kaderdaşım oluyorlar o zaman. “Yine yağmur yağmadı, kıtlık olacak” korkusu, Anadolu’nun bugüne taşınan önemli korkularından biridir. Çocukluğumda, önde İmam arkada cemaat, yağmur yağsın diye tören düzenlendiğini hatırlıyorum ama babımın yaşadığı veya babasından dinlediği kıtlığı ben hiç yaşamadım. Hiç değilse, içi katıklı bir dürüm ekmeğim hep oldu. Hatta bembeyaz, pamuk gibi çarşı ekmeğinin haftada bir de olsa tadından mahrum kalmadım.
“Bir lokma kuru ekmeğe muhtaç olmak” veya “içecek bir kaşık çorbası olmamak” yokluğun ve yoksulluğun en abartılı tanımıdır. Anadolu insanının çorbası, ya bulgurdandır ya da bulamaçtandır. Yani hepsinin özü, kökü buğday. Anadolu yokluğunu yoksulluğunu “et yememekle” tanımlamaz. Yokluğun ve kıtlığın en acı tanımlarından biri, büyük arazilerin el değiştirmesinde “bir peynirli dürüme satıldı” sözüdür.
Görüldüğü gibi, Yunus’tan beri Anadolu belleği, “doymak” ile “ekmek” arasında güçlü ve içgüdüsel bir bağ kurmuştur. Ekmek harika bir kelime. Aynı zamanda tarım yapmak demek. Türkiye son yıllarda tarımdan süratle uzaklaşarak “hizmet” sektörüne doğru kayıyor. Bu binlerce yıllık Anadolu deneyiminin reddi anlamına mı geliyor acaba? Acaba babamın babasından dinlediği, kendi yaşadığı ve bana anlattığı kıtlık öykülerinin yeni versiyonlarını benim çocuklarım, torunlarıma kendi kıtlık öyküleri olarak mı anlatacak?
Tarih : 28.06.2007
28.06.2007
OKUR YORUMLARI
Yozgat'ta Günün Haberleri
YOZGAT'TA 5 GÜNLÜK HAVA DURUMU
YOZGAT İÇİN GÜNÜN NAMAZ VAKİTLERİ