Prof. Dr. M.Öcal Oğuz

BOZOK YAZILARI

BABAMIN HEYBESİ

Onu 1960’lı yılların sonunda annemin dokuduğunu hayal mayal hatırlıyorum. Annem her yıl kış gelince, tahmini ebatlarının 2m X 1,5m olduğunu sandığım “ıstar” denilen ve duvara yaslanan dikdörtgen dokuma tezgahını oturma odasına kurar, kış boyunca kendirden çul, çuval, yünden halı, kilim, seccade, heybe veya eski kumaşları iplik haline getirerek “çapıt çul” dokurdu. Soğuk kış gecelerinde toprak damlı köy evimizin ısıtılabilen tek odasında biz dört kardeş çoğu sabah ıstar başında bir şeyler dokuyan annemin “kirkit”, diğdir” veya “vargele” tıkırtılarıyla uyanırdık. İşte “babamın heybesi”ni de böyle bir kış mevsiminde dokumuştu annem. Çocukluğumdan üç çeşit heybe kalmış hafızamda: halı heybe, kilim heybe, kendir heybe. Halı heybe, bir lüks, gösteriş ve zenginlik alameti idi ve çoğunlukla iyi yürüyüşlü binek atlarına sahip kişilerde görürdüm bu heybeyi. Bir de gösteriş yapmak isteyen oğlan tarafının gelin kıza “bayramcalık” getirme törenlerinde. Kendir heybe, uyuz eşek sırtında sümüklü oğlanların tarlalara “azık” götürdüğü, çobanların yıl boyu eşek sırtında yiyeceklerini veya yeni doğmuş kuzuları taşıdığı heybelerdi. Babamın heybesi, her bakımdan bu iki heybe tipinin arasında idi: kilim heybe.
Kilim, halı kadar olmasa da zahmetli bir dokuma idi ve kendir kadar kolay değildi. Yün yıkanacak, taranacak, kök boya ile boyanacak, iğ ile eğirilecek ve sözlü geleneğin binlerce yıllık hesabına hendesesine göre dokunacak. Nefes darlığı çeken, yüne karşı alerjisi olan annem için bir heybenin dura dinlene hastalana iyileşe dokunma süresi ortalama bir kış mevsimini alırdı. Kök boyanın bir de güzden hazırlığı gerektiğinden öyle her yıl kilim veya halı dokunmaz, gündelik işler için 15-20 günde bitirilebilen kendir eşyalar tercih edilirdi. Babamın heybesi annemin dokuduğu benim hatırladığım ilk ve tek kilim heybemizdi.
Ben “babamın heybesi” diyorum ama evimizde onun adı “kilim heybe” veya Yozgat ağzıyla söyleyecek olursam sadece “hâbe” idi. Ama onu hem binek hem koşum atı olarak kullandığı ve kendi yetiştirip kendi eğittiği atların üzerinde sadece o kullanırdı, bir de köyümüzün bağlı bulunduğu ilçemiz Sarıkaya’nın pazarına eşek sırtında giderken. Köyün erkekleri pazara gitmek için gün doğmadan eşek sırtında yola çıktıkları için biz çocuklar onları giderken göremezdik. Heybeleri pazar öteberisi ile dolu olarak ikindi vakti köy yollarında tozu dumana katarak topluca dönüşlerini ise dört gözle beklerdik. Bu ilk çocukluk günlerimde annemin dokuduğu ve babamın pazardan gelirken kullandığı bu kilim heybe benim kent üzerine köye gelen şehirlilerden ve pili biter diye ara sıra dinlememize izin verilen radyodan duyduklarımdan daha nesnel bilgiler taşırdı: iri taneli pazar üzümü, beyaz ve yumuşak pazar ekmeği, koyunlarımızı güden çobanlara alındığı için biz çocuklardan gizlenen ve sadece kimi sabahları dürüm yapmamıza izin verilen tahin helvası, “kilteli” naylon ayakkabılar veya çalı kopartan pantolonlar.
İlkokulu bitirdiğim zaman babam beni yanına çağırdı ve “okumak mı istiyorsun yoksa seni bir ustanın yanına çırak mı vereyim” diye sordu. Her ne kadar “altın bilezik” olarak tanımlansa da hiç kimse bu soruya kadar bana çıraklığın okumaktan veya marangozluğun muallimlikten daha iyi olduğunu söylememişti. Ben de doğal olarak “okumak istiyorum” dedim. Babamın yüzündeki kaygılı tebessümü anlamaya şimdi daha yakınım.
Köyümüz ilçemiz olan Sarıkaya’ya 12, Bağazlıyan’a 17 Km civarında idi. Binası ve muallimleri daha iyi diye babam beni Boğazlıyan’a götürdü. Bir ev kiraladı, bazen annem, bazen ablam yanımda kaldı. Her cumartesi babam bu heybeyle Boğazlıyan’a geldi. Bu defa heybemiz köyü kente getiriyordu: yufka, kavurga, köy çöreği, köy peyniri, yün çorap, eldiven, kar başlığı...
Babam kâh at sırtında kâh eşek sırtında olmadı karda kışta kendi sırtında ben liseyi bitirinceye kadar o heybeyle köydeki kardeşlerime kasaba pazarında hayali kurulan kenti ve bize de özlemini duyduğumuz köyü taşıdı.
O heybe benim kentli evimin bir köşesinde yine beni omzuna alır mı diyerek 15-20 yıldır bilmem kaç pazardır kaç cumartesidir, sulanmış bir tutam yufkanın veya fırından yeni çıkmış bir çarşı ekmeğinin özlemiyle bekliyordu babamı. Babam onun bu hayâlini 30 Temmuz 2007 tarihinde ebediyen söndürdü.

Not: Babamın vefatı nedeniyle acımı paylaşan bütün dostlara teşekkür ederim.
OKUR YORUMLARI
Yozgat'ta Günün Haberleri
YOZGAT'TA 5 GÜNLÜK HAVA DURUMU
hava durumu
YOZGAT İÇİN GÜNÜN NAMAZ VAKİTLERİ