Bozkır karakterli Türk kültürü genel anlayış olarak toplumsal cinsiyet konusunda eşitlikçidir; ancak erkekler pek çok alanda kadınları daha üstün görürler; kadınlar da bu üstünlüğün hakkını verirler. Bu bağlamda “Osmanlı kadını” deyimi, Türk kültüründe kadının güç ve saygınlığını anlatan yüzlerce sözden sadece biridir.
Türk kültüründe bu eşitlikçilik esasen en sembolik ifadesini dilde bulur. Türkçe; kelimeleri, nesneleri ve kavramları başka pek çok dil gibi “dişi-erkek” diye ayırmaz; “kağan”, “hakan” veya “başkan” gibi unvanlarda da “prens-prenses”, “kral-kraliçe”, “kont- kontes” veya “müdür-müdire” gibi cinsiyetçi farklar yaratmaz.
Geniş bozkırların özgür coğrafyasında şekillenen bu eşitlikçi yapı, yerleşik köy ve kent yaşantısında çevre kültürlerin de etkisiyle nispeten kadın aleyhine bozulmuş gibi görünse de, İslamiyet’in olumlu mesajlarıyla özünü büyük oranda korumuştur. Anadolu’daki “kazak erkek” hikâyelerinden “peki hanım diyerek evde son sözü ben söylerim” diyen fıkralara kadar pek çok anlatı kadının üstünlüğüne işaret eder.
Bozkır karakterli Türk kültüründe aile içinde erkeklerin üstünlüğü sınırlıdır ve semboliktir. Ataerkil kültürün tutumu olarak dışarda, ritüel alanlarında, cemiyet içinde erkeğin temsilî egemenliği öne çıkarılır. Ancak aile içinde yönetim kadındadır ve bilindiği gibi her şeyi “en son babalar duyar.”
Bu aile düzeninde mutlak hâkimiyet yoktur; paylaşılmış, uzlaşılmış sorumluluk alanları vardır. Bunun da sınırları net olarak belirlenmiş değildir; bu sınırları beceriler, bilgiler ve ilgiler belirler. Bu konularda birlikte yaşamayı deneme ve öğrenme dönemlerinde eşler arasında yumuşak veya sert tartışmalar da yaşanabilir ama “su akar mecrasını bulur” ve bir “orta yol” bulunur.
Bu muhakemeli ortamı sağlayan kültürel birikim ise; Hoca Ahmet Yesevi’nin okul ve meclislerini kadın-erkek karma yapması, Hacı Bektaş Veli’nin kırklar meclisine on yedi kişilik kadın kotası getirmesi, Ahi Evran’ın eşi Fatma Bacı’nın toplumsal hayata kadınların katılımını sağlamak amacıyla “Baciyan-ı Rum” teşkilatını kurması gibi örneklerle sembolleşmiştir. Dede Korkut’ta Kan Turalı’nın “baba bana öyle bir kız al ki ben ata binmeden o binmiş ola” sözü diller pelesengi olmuştur. İbn-i Batuta’nın ve daha pek çok seyyahın bozkırdaki bu uyumu anlatan gözlemleri, bu sembollerin tarihî gerçekliğini gösterir.
Türk kültüründe “toplumsal cinsiyet uyumu” diye adlandırabileceğimiz bu muhakemeli tutum ve davranış, kadın-erkek arasında güven, dayanışma ve güç birliğini zorunlu kılan sert tabiatlı bozkır coğrafyasından ve Türklerin ordu-millet niteliğinden doğmuştur. Türk kadınının bu gün de çevre kültürlere göre sosyal, kültürel, eğitimsel veya ekonomik hayata katılım kolaylığı ve başarısı buradan gelmektedir.
Günümüzde veya bu güne göre az da olsa geçmişte aile içinde veya kadın-erkek ilişkilerinde yaşanan çatışma ve fiziki gücü fazla olan taraf olarak erkeğin başvurduğu şiddet, kültürün olağan aktarımı içinde kabul görmemiş ve kadına ve eş zamanlı olarak topluma karşı işlenmiş suç olarak yorumlanmıştır.
Mesela kadın-erkek arasındaki aşk ilişkileri, “zorla güzellik olmaz” denilerek "âşık-sevgili-rakip" arasında bir tercih ve ikna mücadelesi olarak kültür ve sanata yansımıştır. Toplumda yaşanabilecek her türlü hoyratlığa karşı aşk estetiği bu şekilde oluşturulmuştur.
Âşık, eğer sevgiliyi yalvar yakarla ikna edemez ve sevgili tercihini rakipten yana yaparsa “bağrına taş basar” ve kaderine razı olurdu.
Halk türkülerine yansıyan "zalım anan seni bana vermezse/sen bana abi de ben sana bacı" veya "bir güzeli sevip de alamazsan/ ismini âleme rüsva eyleme" mısraları, sevgilinin tercihine duyulan toplumsal saygının en tipik ifadesidir. Hakeza günümüzde Abdurrahim Karakoç’un “Mihriban”ı da bu değerler üzerine kurulu buruk bir ayrılık türküsüdür.
Bu tutuma karşı olan ve kültürde değilse bile hayatta karşılaşılabilen şiddet içerikli eylemler ve söylemler, "ayıp", "günah" ve "suç" kavramlarıyla değerlendirilirdi.
Âşık, tekke, anonim veya klasik edebiyatta mitten efsaneye, destandan kasideye, koşmadan gazele, hikâyeden mesneviye, menkıbeden masala geleneğe yaslanan hiçbir kültürel üretimde, günümüzün şiddetten beslenen popüler televizyon dizilerinde sık sık duyduğumuz "ya benimsin ya toprağın" ifadesi geçmezdi.
Bu anlatılarda tasvir edilen iyi insanlar dağları delerler, orduları yenerler ama karıncayı ezmezler, yeşermiş bir dalı kırmazlar, çiçeği koparmazlar, bir kuşun yuvasını bozmazlardı. Eğer aralarından kötüler çıkarsa onları da suçları oranında cezalandırırlardı.
Bu nedenle, günümüzdeki şiddetin kökenine yanlış bir tespitle geleneksel kültürün değerlerini koyarsak tıpkı küçük grupların geniş kamuoyu tarafından onaylanmayan vahşetlerini "töre cinayetleri" olarak adlandıranların yaptığı hataya düşer ve suçluya kültürel zeminde meşruiyet alanı açmış oluruz.
Bu kişileri eskilerin yaptığı gibi, iyilerin yanında "kötüler" ve "suçlular" olarak tanımlamalı ve toplumdan ayrıştırmalıyız. Eskilerin eşlerini dövene sokakta selam, kahvede çay vermediği gibi biz de dışlamalıyız ve günün şartlarına uygun cezaları uygulamalıyız.
Ancak konu suçlunun cezalandırılması yanında, muhakemeli kültür ortamında çocuk eğitimi olarak da ele alınmalıdır. Canlıyı, cansızı, insanı, hayvanı seven, yüreği kadar vicdanı olan insanlar yetiştiren bir eğitim içeriği oluşturmamız gerekiyor.
Bu eğitim, aile içinde büyükten küçüğe, sokakta akrandan akrana, okulda öğretmenden öğrenciye “ayağına diken batan serçe” sevgisiyle; “kurdun kuşun hakkı var” merhametiyle; “bir fındığın içini yar senden ayrı yemem” paylaşımıyla oluşmuş kültürel belleğe yaslanmalıdır.
Dilerim ki bütün kadın-erkek ilişkileri, insani kaygılar, meraklar, nazlar ve niyazlarla muhakemeli bir kültür ortamında ve büyük bozkırın bize öğrettiği “toplumsal cinsiyet uyumu” içinde aşk ve sevgi estetiğiyle yürür; yürümüyorsa "severek ayrılalım" uzlaşısıyla sonlanır.
15.08.2021
OKUR YORUMLARI
Yozgat'ta Günün Haberleri
YOZGAT'TA 5 GÜNLÜK HAVA DURUMU
YOZGAT İÇİN GÜNÜN NAMAZ VAKİTLERİ