Sözlükler, karşılık beklemeden yapılan yardım, hayır hasenat, lütuf, kerem, ihsan, inayet, atıfet diye tanımlıyor. Bir de “iyi olmak” anlamındaki “iyilik” vardır ki, o bahsi diğerdir. Burada konumuz “iyilik etmek”tir.
Eski Türk dininde Ülgen gibi Gök Tanrı olarak Kayra Han da var ve sözlükler anlamının “yüksek tutulan ve sayılan birinden gelen iyilik” olduğunu söylüyor. Demek ki insanlığı soğukta ve karanlıkta bırakmak isteyen öfkeli Zeus, ateşi saklar ve Promete çalmak zorunda kalırken; Türk Tanrısının üşümesinler diye Türk’e ve kardeşlerine ateşi hediye etmesinin anlamı Kayra adında gizliymiş.
İslamiyet’i kabul edince “Allah büyük lütuf ve insan sahibidir” ayetiyle ve “Allah insanlara merhamette bulunmayanlara rahmette bulunmaz” hadisiyle karşılaşan atalarımız eski iyilik anlayışlarını yeni din içinde güçlendirerek sürdürmüşlerdir.
Onun içindir ki Türkçenin zarafeti ve mantığı iyilik yapma eylemini hayat tarzı hâline getireni “sevmek” fiiliyle buluşturmuş ve “iyiliksever” demiştir; yardım yapmayı, hayır hasenatta bulunmayı alışkanlık hâline getirene “yardımsever” veya “hayırsever” dediği gibi.
Kültürümüz ve dilimiz iyilik bahsinde veren ile alan arasında bir uyum gözetmiş, yeni tabirle verenin “bonkör” olmasını isterken alanın da eski tabirle “nankör” olmaması için “iyilikbilir”, “kadirbilir” veya “kıymet bilir” kelimelerini üreterek bir anlamda uyarıda bulunmuştur.
Zekât ve fitre gibi dinî görevler başta olmak üzere iyiliğin en güçlü ve vurgulu olduğu alan zenginin fakire yardımı konusudur ve kültürümüzün gösterişi sevmediği “bir elin verdiğini diğeri görmeyecek” ölçütünden bellidir.
Ne yazık ki iyilik her zaman kadirbilirleri, kıymet bilirleri bulmuyor. Hatta atalarımız “iyilik eden iyilik bulur” dese ve bunu “iyilik yap iyilik bul kim kazanmış kötülükten” diye şarkılar yoluyla çocuklarına aktarsa da “iyiliğe iyilik olsaydı, koca öküze bıçak olmazdı” demek zorunda da kalabiliyor.
Bu cümleden olarak Sezar’ın meşhur “sen de mi Brütüs” seslenişi, “kendisine iyilik ettiğin kimsenin şerrinden kork” kelam-ı kibarı, Hz Ali’ye atfedilen “şu kişi sana kötülük düşünüyor” denildiğinde, “inanmam, benim ona iyiliğim dokunmadı” sözü ve Yunus Emre’nin “insan iyiliği kadar taşlanır/merhameti kadar dışlanır” mısraları da unutulmamalıdır. Belki buraya günümüzün “hiçbir iyilik cezasız kalmaz” şeklinde paradi atasözünü de ekleyebiliriz.
Sanırım atalarımız karşılaşılan bu durumlara rağmen “iyilik et denize at, balık bilmezse Halik bilir” atasözüyle iyilik etmekten vazgeçmeyin demek istemişlerdir. Nitekim “ne verirsen elinle o gider seninle” ve “el sana taş ile sen ona aş ile” atasözleri de iyiliğin hazzını karşılıkta değil, maneviyatta aramayı telkin ediyor.
Ancak atalarımızın “güzellik göz ile kaştan rağbet iki baştan” dediği gibi, sadece iyilik edilenin değil, iyilik edenin de ölçülü olmasını, iyiliğini beklentiye dönüştürmemesini istiyor. “Kadir Mevlam senden bir dileğim var” diye başlayan Erzincan türküsündeki, “iyilik etmeden başına kakar” mısraını unutmamak gerekir.
Bu ölçüler içinde edilen iyiliğin sonrasında her şeyin iyi olması beklenir ama “iyiliğe iyilik her kişinin kârı, iyiliğe kötülük şer kişinin kârı, kötülüğe iyilik er kişinin kârı” özlü sözü kâh nasihat, kâh uyarı olarak pek çok yerde karşımıza çıkar.
Bir yanda iyiliksever, sadaka vererek mutlu olmak istiyor diye suçlanır; diğer yanda iyiliğe teşekkür eden “veren eli herkes öper” diye eleştirilir. Atalar vereni “veren el alan eli görmesin”; alanı da “iyilik et kele övünsün ele” sözüyle uyarır.
Atalarımız düşeni teselli ederken, varlığı ile böbürleneni eleştirirken “düşmez kalkmaz bir Allah” ve bir gün veren elin alan el olabileceği uyarısını yaparken “demir kapılının ağaç kapılıya işi düşer” veya “el eli yıkar el de yüzü” der.
Kültürümüze göre “komşu komşunun külüne muhtaçtır”, “dost dostun eyerlenmiş atıdır” veya “dost kara günde belli olur” atasözlerinden ve Mevlana’nın “mum mumu tutuşturmakla ışığından bir şey kaybetmez” sözünden anlaşılacağı gibi iyilik etmek için illa bir sosyal ve sınıfsal dengesizlik de gerekmez.
Ancak atalarımızın “umulana küsülür” düşüncesini, “himmete muhtaç dede kime himmet ede”, “kele köseden yardım gelmez” veya “az veren candan çok veren maldan” sözleri zor zamanlarda gücü olanın taşın altına elini koymasını öğütlüyor.
Şirazlı Sadi “el kapılarında dilenci değilsen bunun şükrü olarak kapına gelen dilenciyi kovma” derken, Bilge Kağan ataların “verirsen doyur, vurursan duyur” öğüdünü “açları doyurdum, çıplakları giydirdim” sözüyle tutuyor.
“Nerede birlik orada dirlik” veya “baş başa vermeyince taş yerinden kalkmaz” diyen Anadolu, “düşen ağaç yandakine yaslanır” diyen Gagavuz, “yalnız kişi rahat yüzü görmez, yardımlaşan yorulmak bilmez” diyen Tatar veya “eller çok olunca yük hafifler” diyen İngiliz atasözünün öğütlediği gibi "yaşasın kötülük" diyenlere inat iyiliğin yanında yer alabiliriz.