Prof. Dr. M.Öcal Oğuz

BOZOK YAZILARI

KADIN VE GELENEK

Zamanımızın milletlerarası, toplumlar arası, aileler arası ve maalesef aile içi cinnet ortamlarında kadına yönelen şiddetin nedenleri olarak kültürü ve geleneği gösteren genellemeler yapmak, Türk kültürünü ve aile yapısını bilmemekten kaynaklı basmakalıp, kolaycı ve ezberci bir yaklaşımdır.

Binlerce yılda oluşan ve gelişen Türk aile sistemi, Avrasya coğrafyasındaki pek çok ana kara kültürü gibi “ataerkil”, “atayerli” ve “atasoylu” olmakla birlikte, diğer pek çok tarımcı kültürün aksine kadın-erkek uyumuna ve dengesine azami dikkat eden ve değer veren bir yapıda, “bozkır” medeniyetinin tayin edici etkisi altında gelişimini sürdürmüştür.

Türk kültürünün ve hayatının kadim değerlerinin taşıyıcısı Dede Korkut Kitabı’ndan örnek verecek olursak, bozkırlarda biçimlenen Türk ailesinde kadın, “dövülen” değil; Selcen Hatun gibi “dövüş”e birlikte gidilen bir karakter olarak karşımıza çıkar.

Kan Turalı’nın evleneceği kızı “baba bana öyle bir kız alıver ki ben ata binmeden o binmiş olsun; ben düşman üstüne varmadan varmış olsun” demesi bundandır.

Bamsı Beyrek’i aşka düşüren elbette Banı Çiçek’in kendisiyle hünerlice ok atışı, cesurca ata binişi ve yiğitçe güreş tutuşu olmuştur.

Bozkırların çetin iklim ve hayat şartlarında Dede Korkut’un tarif ettiği gibi her kadının “evin dayağı” olması istenir. Nitekim bu zor hayat şartlarında güçsüz ve edilgen kadınlardan çok, fiziken ve ruhen güçlü ve donanımlı kadınların tercih edilmesi anlaşılır bir durumdur.

Kadın ile erkek arasındaki bu denklik ve denge, bozkırlardan tarım toplumuna geçişte ve Ortadoğu ve Avrupa kültürlerinin etkisinde erkek lehine kimi değişikliklere uğrasa da özünü ve ruhunu daima korumuş; tarlada tapanda, bağda bahçede omuz omuza; avluda eyvanda, odada sofada yan yana bir hayat kurulmuştur.

Son zamanlarda sık karşılaştığımız “maganda” ve “maço” tiplerden ve arabesk şarkılardan işittiğimiz veya şiddet odaklı dizilerin sahnelerinde gördüğümüz “ya benimsin ya toprağın” sözünü gelenek ağzına bile almamıştır. Nitekim “bir güzeli sevip de alamazsan/ismini âleme rüsva eyleme” diyen Kerkük; “zalım anan seni bana vermezse/sen bana ağabey de ben sana bacı” diyen Afyon; “âşık gibi sevmezsen kardeş gibi sev beni” diyen İstanbul veya “nasıl verem olmayım/eller sarıyor seni” diyen Diyarbakır türküsü, “bir kızı bin kişi ister biri alır” atasözüne itaatin yansımalarıdır. Zira tevazu içinde kendine “fakir”, “biz” diyen bir kültürün böyle bir “bencilliği” onaylaması beklenmemelidir.

Eskiden erkekler, Yavuz Sultan Selim olsalar “şîrler pençe-i kahrımda olurken lerzân/beni bir gözleri âhûya zebûn etti felek” diye sevgiliden dert yanarlar; taşlama türünün keskin dilli Seyrani’si olsalar “ibrişimden narin sandığım güzel/meğer polat gibi bükülmez imiş” diye sızlanırlar veya Muhlis Akarsu gibi Anadolu delikanlısı olsalar “yiğidim ya sana gücüm yetmiyor/ne sevdiğin belli ne sevmediğin” mısralarıyla sevgililerinin kişilik ve kararlarına saygı duyduklarını belli ederlerdi.

Türk kültüründe ister baba, amca, kardeş, oğul isterse eş olsun erkeğin kadın dövmesi her durumda ve her zaman cezalandırılmamış olsa bile mutlaka ayıplanmış, kınanmıştır.

Köylüsüyle kentlisiyle Türk toplumu, yüzyıllar boyunca kadın döven erkekleri, güçsüz, başarısız ve cemiyet içinde yer edinememiş silik şahsiyetler olarak görmüştür.

Mesela geleneksel hayatların ve kültürlerin yaşatıldığı yerlerde hâlen Anadolu’da karısını döven erkekler, önce muhtar, ihtiyar heyeti, imam, öğretmen veya komşu büyükleri tarafından uyarılır, nasihat edilir. Eğer dinlemez, uslanmaz ve tekrar ederse, çoğu kişi onunla selamı sabahı keser. Böyleleri kahveye gitse oturacak yer, selamını alacak komşu bulamaz.

Bunun sağlamasını yapmak için bu yazıyı okuyan herkes kadına şiddet konusunda dedesine ninesine başvurabilir. Onların çoğu eşler arasındaki uyumdan, sevgiden, saygıdan, özveriden söz açarlar.

Böylesi bir aile içi araştırmada bile görülecektir ki gelenekte dayak yiyen veya sistematik olarak işkence gören kadın sayısı bugüne göre son derece sınırlıdır.

Ancak bu sınırlı eylemlerin kültür veya gelenek tarafından değer gördüğü, hoş karşılandığı söylenemez; Türk halk kültürünün açık ve kesin yargısına göre kadın dövmek en azından “ayıp”tır. Türk kültürü bu yargısını İslamiyet’in kabulünden sonra “günah” inancıyla perçinlemiştir.

Kültürün bütün bu “ayıp” ve “günah” temelli olumlu özelliklerinin yanında devlet kurumunun ve medeni hukukun aile içinde de olsa kadına yönelik şiddeti “suç” olarak kabul etmesi ve cezalandırması, kentli çağdaş toplumun önemli bir kazanımıdır. Bununla birlikte huzurlu toplumsal yapıların suçun “cezalandırılması” kadar; işlenmeden önce “önlenmesi” ile kurulacağı açıktır. Bunun için de teşhis ve tespitlerin isabetli yapılması önemlidir.    

Günümüzde kimi akımların, kimi marjinal grupların arasında barınabilen bazı söz, tavır ve eylemleri veya bağlamından koparılmış deyim ve atasözlerini Türk halk kültürünün kadına şiddeti onayladığı şeklinde genellemesi, bütünü göremeyen basmakalıp yaklaşımların bir yansımasıdır.

Günümüzde kadına yönelik şiddetin kaynağını gelenekte aramak yerine hızla ve paldır kültür kentleşirken sayısız ritüel alanını kaybeden yığınların bireyleşemeyen yalnızlıkları üzerine kurulu gündelik hayatlarında aramak gerekmektedir.

Muhakemeli kültür ortamlarında yetişmeyen, ritüellerle büyümeyen, dayanışma bilmeyen, kültürel paylaşımlar yapabileceği bir sosyal çevre edinemeyen, bir dala tutunamayan, hayatına anlam katamayan, kendine ve çevresine yararlı olamayan, değer üretemeyen… hâsılı kelam bu ve benzeri bir sürü nedenle başarılı, saygın ve güçlü bir birey olarak çevresinde var olamayan buhranlı ve bunalımlı erkeklerin kadına yönelik “Tepegözvari” şiddet eylemlerini ve işledikleri suçu “batsın bu töre” klişesiyle geleneğe atarak çözemeyiz.

Yirminci yüzyılın ortalarında başlayan paldır kültür kentleşme ortamlarında masalsız, türküsüz, oyunsuz, akransız büyüyen, yalnız kalan ama bireyleşemeyen, büyüdüğünde kendini bir kimlik ve aidiyet ortamında bulamayan, bir geleneğin sahibi, bir ritüelin parçası olamayan veya ekonomik sorunlarını çözemeyen erkekler, ellerinde kalan tek seçenek olan fiziki gücü kullanarak, özellikle savunmasız ve kendilerinden güçsüz gördükleri yakın çevrelerine karşı şiddete yöneliyorlar.

Entelektüel camia yola “eğitim şart” diyerek çıkmıştı ve kırsalda ve varoşlarda işlenen kadın cinayetlerini başlangıçta “batsın bu töre” diye izah etmişti ama bugün geldiğimiz noktada görüyoruz ki, kadına yönelik şiddet ve cinayetler daha çok metropol denilen büyük kentlerde ve okuryazarlar arasında yaşanıyor.

Bizim bundan sonra yapmamız gereken çocukları bayramlı, törenli, oyunlu ritüel ortamlarına daha fazla dâhil etmek; bıkmadan usanmadan doğa, çevre, insan, aile sevgisi aşılamak olmalıdır. Bir çiçeğin açmasını, bir tohumun yeşermesini, bir civcivin kabuğunu kırmasını, bir yavrunun doğmasını hayatın sürmesinin mutluluğu olarak görmelerini sağlamalıyız. Elbette bütün bunların yanında ataların “varlık barıştırır, yokluk dövüştürür” sözünden hareketle refah toplumları yaratmamız gerekmektedir.

Hâsılı kelam, paldır kültür kentleşme girdabında kuşaktan kuşağa aktarılması gereken kültür kaynaklarından kopmuş yığınların gündelik hayatlarındaki ayıplı davranışlarını ve suçlarını geleneğe bağlayarak onlara bir anlamda “töre” zırhı giydirmek yerine geleneğin olumlu yönlerini de referans alarak kadına yönelik şiddet ve cinayetleri önlemeye çalışmalıyız.

OKUR YORUMLARI
Yozgat'ta Günün Haberleri
YOZGAT'TA 5 GÜNLÜK HAVA DURUMU
hava durumu
YOZGAT İÇİN GÜNÜN NAMAZ VAKİTLERİ