Ankara’da sayın Cumhurbaşkanı, Yozgat’ta Vali sayın Amir Çiçek Ramazan’ın ilk günlerinde, Türklerin İslam anlayışını biçimlendiren cömertlik, misafirperverlik ve ağırlama geleneklerinin yarattığı bir kültür olan “iftar sofrası”na şehit ailelerini konuk ettiler. Bunun devletin şehitlerin geride kalanlarına sahip çıktığı şeklinde oldukça sembolik bir anlam taşıdığını, bu nedenle bütün kurumların, birimlerin ve insanların bilmesi ve ona göre hareket etmesi gerektiğine inanıyorum.
30 Ağustos Zafer Bayramını vesile yaparak ailece Ankara’nın bir semtine de adını veren Şehitlik’e gittik. Emperyalit, sömürgeci, işgalci yedi düvele karşı kahramanca savaşan İstiklal Harbi gazi ve şehitlerinin mezarlarını büyük bir övünç ve gururla gezdik. Çocuklarıma “işte bu mezarlarda yatanlar bizim bugün hür ve bağımsız yaşamamızı sağladılar, onlara Fatiha okuyalım, teşekkür edelim” dedim, ve devam ettim “Onlar bizim ülkemizin Irak, Karabağ, Gürcistan, Filistin, Bosna vs. gibi olmamasını sağladılar. Onların sayesinde Camilerimiz açık, onların sayesinde minarelerimizde ezan okunuyor, onların sayesinde bayrağımız gönderimizde dalgalanıyor, onların sayesinde Türkçemiz şiirler ve şarkılar yaratmaya devam ediyor” dedim. Ben onlara bunları inanarak ve gururla anlatım ve onlar da inanarak ve gururla dinlediler.
Sonra Şehitliğin 1984 yılında başlayan ve bugüne kadar sürüp gelen malum “adsız savaş”ta verdiğimiz şehitlerin mezarlarının bulunduğu bölümüne geldik. Ankaralı veya çevre illerden gelerek Ankara’ya yerleşmiş ailelerin çocukları yatıyordu bu mezarlarda. Mezar taşlarında “er” yazıyordu, “çavuş” yazıyordu, “”asteğmen” yazıyordu, her rütbeden subay ve nihayet “general” yazıyordu. Memleketleri hanesinde Ankara, Yozgat, Çorum, Çankırı, Kayseri veya bir başka il adı okunuyordu. Kiminin mezarında taze güller, kiminde bir sürahi ve su bardağı, kiminde sevdiği objelerin maketleri, kiminde çerçeveli fotoğraflar... Yani bu mezarlar öyle anlaşılıyor ki mezar değil, birer ev gibi, birer yaşam alanı gibi düşünülmüş. Ziyaretçileri ile iletişim kuran yazılar, aşkları, sevdaları, umutları ve nihayet solan hayatları... Her şeyi gösteriyor ve her şeyi anlatıyor bu mezarlar, insanı hüngür hüngür ağlatıyor bu mezarlar. İşte bir mezar, daha yeni yapılmış belli. Mezar taşında bir genç fotoğraf, Kayseri Tomarza yazıları okunuyor. Mezar başında 40’lı yaşlarda bir genç adam. “Oğlum” diyor, “Şehit oldu ” diyor, “O doymamıştı hayata, biz de ona doyamamıştık” diyor... ve susuyor. Susuyoruz çünkü konuşamıyoruz.
Birinci Dünya Savaşı 1914’te başladı, 1918’de bitti. İstiklal Harbi 1919’da başladı, 1922’de bitti, İkinci Dünya Savaşı, Kore Savaşı, Kıbrıs Barış Harekatı... Hepsi üç beş yıla sığdı. Dile kolay tam 32 yıldır süren adsız bir savaş var Türkiye’de. Tomarza’lı genç babanın yanından ayrılırken hep birlikte düşünüyoruz ve birbirimize soruyoruz “bu savaşta biz kiminle savaşıyoruz” diye. “Hainler”, “Bölücüler”, “PKK” yetmiyor bu savaşta kiminle savaştığımızı anlatmak için. Çocuklarıma “geçmişe dair Osmanlı tarihini okuyun yakına dair Irak’ı düşünün” diyorum.
Ben onların şehit olarak vatanı kurtardıklarına inanıyorum. Bugün de bu topaklar Bosna, Karabağ, Irak, Filistin, Gürcistan veya Afganistan gibi değilse onların kahramanlığı sayesinde diye düşünüyorum. Bu konuya emperyalizm hep var ancak savaş teknik ve taktikleri değişiyor diye bakıyorum ama iki atasözümüz beni başka yerlere çekiyor: “Kavurganın yananı sıçrar.” ve “Ateş düştüğü yeri yakar.” Yüksek idealler uğruna şehit de düşseler, onlar bir annenin kınalı kuzusu, bir evladın sevgili babası, bir eşin yoldaşı idiler ve artık hayatta değiller. Bir ülkenin bağımsızlığının bedelini onların geride kalanlarının acılı omuzlarına yüklememek, onlar için hayatı daha çekilir hale getirmek, ekonomilerinden psikolojilerine kadar her şeyleriyle ilgilenmek bütün bir ülke insanının ve bizim adımıza erk kullanan yöneticilerin görevidir.
Böyle bir uzun ve ad verilmesi zor savaşın halkın psikolojisini bozması yadırganmamalıdır. Şehit yakınlarının ekonomik olduğu kadar moral desteğe de sürekli ihtiyaçları olabileceğini unutmayalım.
Anadolu’nun düşman işgalinden kurtuluş günleri olan Eylül ayında, bir Ramazan gününde ve bir iftar sofrasında gerek sayın Cumhurbaşkanı’nın gerekse sayın Yozgat Valisi’nin “kadirbilirlik jesti”ni çok anlamlı ve çok içerikli buluyorum. Ama Mehmet Akif’in “Çanakkale Şehitleri”ne yazdıklarını hatırlamadan ve hatırlatmadan da geçemiyorum:
“Bu taşındır diyerek Kabe’yi diksem başına... Tüllenen gurubu akşamları sarsam yarana/Yine de bir şey yapabildim diyemem hatırana”
Tarih : 24.09.2008
30 Ağustos Zafer Bayramını vesile yaparak ailece Ankara’nın bir semtine de adını veren Şehitlik’e gittik. Emperyalit, sömürgeci, işgalci yedi düvele karşı kahramanca savaşan İstiklal Harbi gazi ve şehitlerinin mezarlarını büyük bir övünç ve gururla gezdik. Çocuklarıma “işte bu mezarlarda yatanlar bizim bugün hür ve bağımsız yaşamamızı sağladılar, onlara Fatiha okuyalım, teşekkür edelim” dedim, ve devam ettim “Onlar bizim ülkemizin Irak, Karabağ, Gürcistan, Filistin, Bosna vs. gibi olmamasını sağladılar. Onların sayesinde Camilerimiz açık, onların sayesinde minarelerimizde ezan okunuyor, onların sayesinde bayrağımız gönderimizde dalgalanıyor, onların sayesinde Türkçemiz şiirler ve şarkılar yaratmaya devam ediyor” dedim. Ben onlara bunları inanarak ve gururla anlatım ve onlar da inanarak ve gururla dinlediler.
Sonra Şehitliğin 1984 yılında başlayan ve bugüne kadar sürüp gelen malum “adsız savaş”ta verdiğimiz şehitlerin mezarlarının bulunduğu bölümüne geldik. Ankaralı veya çevre illerden gelerek Ankara’ya yerleşmiş ailelerin çocukları yatıyordu bu mezarlarda. Mezar taşlarında “er” yazıyordu, “çavuş” yazıyordu, “”asteğmen” yazıyordu, her rütbeden subay ve nihayet “general” yazıyordu. Memleketleri hanesinde Ankara, Yozgat, Çorum, Çankırı, Kayseri veya bir başka il adı okunuyordu. Kiminin mezarında taze güller, kiminde bir sürahi ve su bardağı, kiminde sevdiği objelerin maketleri, kiminde çerçeveli fotoğraflar... Yani bu mezarlar öyle anlaşılıyor ki mezar değil, birer ev gibi, birer yaşam alanı gibi düşünülmüş. Ziyaretçileri ile iletişim kuran yazılar, aşkları, sevdaları, umutları ve nihayet solan hayatları... Her şeyi gösteriyor ve her şeyi anlatıyor bu mezarlar, insanı hüngür hüngür ağlatıyor bu mezarlar. İşte bir mezar, daha yeni yapılmış belli. Mezar taşında bir genç fotoğraf, Kayseri Tomarza yazıları okunuyor. Mezar başında 40’lı yaşlarda bir genç adam. “Oğlum” diyor, “Şehit oldu ” diyor, “O doymamıştı hayata, biz de ona doyamamıştık” diyor... ve susuyor. Susuyoruz çünkü konuşamıyoruz.
Birinci Dünya Savaşı 1914’te başladı, 1918’de bitti. İstiklal Harbi 1919’da başladı, 1922’de bitti, İkinci Dünya Savaşı, Kore Savaşı, Kıbrıs Barış Harekatı... Hepsi üç beş yıla sığdı. Dile kolay tam 32 yıldır süren adsız bir savaş var Türkiye’de. Tomarza’lı genç babanın yanından ayrılırken hep birlikte düşünüyoruz ve birbirimize soruyoruz “bu savaşta biz kiminle savaşıyoruz” diye. “Hainler”, “Bölücüler”, “PKK” yetmiyor bu savaşta kiminle savaştığımızı anlatmak için. Çocuklarıma “geçmişe dair Osmanlı tarihini okuyun yakına dair Irak’ı düşünün” diyorum.
Ben onların şehit olarak vatanı kurtardıklarına inanıyorum. Bugün de bu topaklar Bosna, Karabağ, Irak, Filistin, Gürcistan veya Afganistan gibi değilse onların kahramanlığı sayesinde diye düşünüyorum. Bu konuya emperyalizm hep var ancak savaş teknik ve taktikleri değişiyor diye bakıyorum ama iki atasözümüz beni başka yerlere çekiyor: “Kavurganın yananı sıçrar.” ve “Ateş düştüğü yeri yakar.” Yüksek idealler uğruna şehit de düşseler, onlar bir annenin kınalı kuzusu, bir evladın sevgili babası, bir eşin yoldaşı idiler ve artık hayatta değiller. Bir ülkenin bağımsızlığının bedelini onların geride kalanlarının acılı omuzlarına yüklememek, onlar için hayatı daha çekilir hale getirmek, ekonomilerinden psikolojilerine kadar her şeyleriyle ilgilenmek bütün bir ülke insanının ve bizim adımıza erk kullanan yöneticilerin görevidir.
Böyle bir uzun ve ad verilmesi zor savaşın halkın psikolojisini bozması yadırganmamalıdır. Şehit yakınlarının ekonomik olduğu kadar moral desteğe de sürekli ihtiyaçları olabileceğini unutmayalım.
Anadolu’nun düşman işgalinden kurtuluş günleri olan Eylül ayında, bir Ramazan gününde ve bir iftar sofrasında gerek sayın Cumhurbaşkanı’nın gerekse sayın Yozgat Valisi’nin “kadirbilirlik jesti”ni çok anlamlı ve çok içerikli buluyorum. Ama Mehmet Akif’in “Çanakkale Şehitleri”ne yazdıklarını hatırlamadan ve hatırlatmadan da geçemiyorum:
“Bu taşındır diyerek Kabe’yi diksem başına... Tüllenen gurubu akşamları sarsam yarana/Yine de bir şey yapabildim diyemem hatırana”
Tarih : 24.09.2008
24.09.2008
OKUR YORUMLARI
Yozgat'ta Günün Haberleri
YOZGAT'TA 5 GÜNLÜK HAVA DURUMU
YOZGAT İÇİN GÜNÜN NAMAZ VAKİTLERİ
ABDÜLKADİR ÇAPANOĞLU
26.09.2008 22:45:00Sevgili Hocam yine ne güzel yazmışsın ellerine,yüreğine sağlık.En kalbi sevgilerimi ve şükranlarımı sunuyorum