Geçen Cuma akşamı, Yozgat’ın bir köyünde 10 yıl öğretmenlik yapmış bir öğretmen arkadaşla kısa bir görüşmemiz oldu. Köyden, köyün bağlı olduğu ilçeye taşındığını söyledi. Sebebini sordum, “Okulun gelecek yıl kapanma durumu var” dedi. ‘Okulun kapanma ihtimali, öğrenci azlığından mı kaynaklanıyor?’ diye sordum, “Evet öğrenci azlığından. Şu an açık ama seneye 1., 2., 3. sınıfların mevcudu 10’un altına düşüyor” dedi. ‘Göçün sonuçları herhalde, öyle mi?’ diye sorduğumda da, “Evet, maalesef. Genç nüfus kalmadı. Köyün yüzde 70 i yaşlılar…” diye cevap verdi. ‘Yozgat'taki köylerin genelinde durum böyle mi?’ diye sordum, başka bir köyde 3 kadrolu öğretmeni, 60’a yakın öğrencisi olan bir okulun bu yıl kapandığını, ilçede de birkaç ilköğretim okulunun kapandığını bildiğini söyledi.
O an, bir sızı çöktü içime. Hüzün yüklü bir sızı… Geçen yıl Kurban Bayramı’nda ziyaret ettiğim bir köyün harabeye dönmüş görüntüsü geldi gözlerimin önüne.
Mahallî idarelerin, halkla el ele vererek, kararlı ve istikrarlı bir çalışmayla, hiç de uzun sayılmayacak bir sürede her biri adeta birer cennet bahçesine dönüştürülebilecek olan köylerimiz, sorumsuzluk ve umursamazlık sonucunda her geçen gün biraz daha harabeye dönüşüyor.
Küçükken, İstanbul’da izlediğim TRT televizyonunun siyah beyaz olarak yayınladığı kovboy filmlerinde, terk edilmiş kasabalar görürdüm. ‘Terk edilmiş kasaba’ kavramı ne kadar da yabancı gelirdi bana. Çocuk zihnimde, yerleşim birimlerinin tek bir kişi bile kalmamacasına terk edilmesinin sadece Batı dünyasına, ‘gâvurlara’ mahsus bir durum olduğunu düşünürdüm. Çünkü o yıllarda bile bizim köylerimiz, kasabalarımız capcanlıydı. Köylerde hayat vardı. İnsanlarıyla, hayvanlarıyla, ağaçlarıyla, meyveleriyle, ekinleriyle, çiçekleriyle, otlarıyla, kültürüyle, folkloruyla capcanlı, renkli bir hayat… O zamanlarda da yoksuldu köylüler; ama çoluğuyla çocuğuyla, genciyle yaşlısıyla, kadınıyla erkeğiyle bir aradaydılar, kalabalıktılar, kendilerine ait bir dünyaları vardı ve o dünyada insanlar köye, köy de insanlara hayat veriyordu. Canlı, yaşayan sosyal mekânlardı köylerimiz.
Kasabalarımız, henüz o kovboy filmlerindeki kadar boşalmış değil ama korkarım ki, eğer ciddi tedbirler alınmazsa, birer birer boşalan köylerimizin ardından, sıra kasabalarımıza, ilçelerimize de gelecek ve köylerimiz boşaldıkça şehrimiz de tükenecek.
“Şehir niye tükensin ki? Nüfus, köyden ilçeye, ilçeden de şehre taşındıkça, şehrin nüfusu çoğalır. Nüfusun çokluğu şehrin ekonomisini büyütür, şehir gelişir. Köylüler de şehirlileşmiş olur, fena mı?” denebilir.
Evet, çok fena; çünkü her şeyden önce, şehre taşınan nüfus bütünüyle şehirde kalmıyor, ilk fırsatta büyük şehirlere göç ediyor. İkincisi, şehre taşınan nüfus, şehirde kalsa bile, büyük çaplı yatırımlar yapılmadığı, yeni iş alanları açılmadığı için, şehrin ekonomisi, nüfus artışıyla orantılı bir şekilde büyümüyor. Şehir, zaten şehir değil. Çarpık bir kentleşme ile zaten canına okunmuş bir şehir var önümüzde. Nitelikli bir şehir planlaması yapılarak, şehrin planlı ve sistemli bir şekilde genişletilmesi de söz konusu değil. Meselâ otopark meselesi, ilk bariz mesele olarak kendini gösteriyor.
Kimse inkâr edemez ki, köylere yollar yapılıyor, alt yapı hizmetleri, sağlık hizmetleri götürülüyor. Köylerde artık, teknolojinin en güncel ve modern sembolü olan internet de var. Ama ne hazindir ki, köylerde, yapılan bu yolları, sağlık ocaklarını, interneti kullanacak insan kalmıyor.
Peki neden? Emperyalist, sömürgeci Batı dünyasının kontrolündeki televizyon yayınlarının, insanımızı sistemli olarak modernizme, lüks hayata teşvik eden yayınlarının sosyal sonuçları bir tarafa, köylerde tarımın neredeyse bitme aşamasına gelmesi sebebiyle, halk kendini köyünden dışarı atmaya başlıyor.
Yozgat’ta köyden kente göçün önlenebilmesi için, tarımın canlandırılmasından başka çare gözükmüyor. Fakat bu tarımın da ileri teknolojiyle ve belki de şirketler eliyle yapılması gerekiyor. Bu şirketlerin de, üyeleri yörenin köylülerinden oluşan çok ortaklı şirketler hâlinde teşekkül ettirilmesi düşünülebilir.
Köylerde yaşayan halkın bunu kendi başına başarması çok zor olduğuna göre, bunu şehrin mahallî idarecilerinin, üniversitesinin, sivil toplum kuruluşlarının yapması gerekiyor. İşte, ne yazık ki meselenin düğümlendiği nokta da burası. Çünkü, ne bu istikamette uygulanabilir bir hükümet politikası var, ne de birkaç istisna dışında, tarımın canlandırılması için samimiyetle proje üreten mahallî idareciler…
Bir tarafta, sivil toplum kuruluşlarının yıllarca aynı koltukta oturmaya devam eden başkanları, siyasetçiler, diğer tarafta tarımın bitmesi sebebiyle köylerini terk eden köylüler… Köylüye yol gösterecek, onları teşkilatlandıracak bir irade, kurum ve kuruluş yok.
Evet, İl Özel İdaresi çalışıyor, Köylere Hizmet Götürme Birliği çalışıyor, KÖYDES ve BELDES projeleri yürütülüyor ama bunlar tarımı canlandırmaya yönelik değil, yol, su, kanalizasyon gibi hizmetleri gerçekleştirmek için işletiliyorlar. Tarımı canlandırmak, onların görevi değil. Tarım İl Müdürlüğü de çalışıyordur şüphesiz; ama bu tür kurumların, bürokratik bir sistem içerisinde neyi ne kadar başarabildiklerini herhalde hepimiz biliyoruz.
Köylerin boşalması, büyük ve korkunç bir tehlikenin habercisi. Bu, aynı zamanda tarım alanlarının boşalması, tarımsal üretimin azalması demek. Bu da, gıda sektöründe giderek daha da dışa bağımlı hâle gelmek demek. Yani, namerde muhtaç olmak…
Köylü çalışıyor aslında. Ekiyor, biçiyor; ama ona daha verimli üretimin nasıl yapılacağı konusunda yeterince bilgi ve eğitim verilmiyor. İleri teknoloji ürünlerini temin edebilmesi için gerekli maddî kolaylıklar sağlanmıyor. Dahası, köylü üretim yapsa bile, onu satacağı pazar bulamıyor. Üretimden sonraki ikinci büyük mesele de bu pazarlama meselesi. Karpuz yetiştirdin, kime, nasıl satacaksın? Patates, soğan yetiştirdin, kime, nasıl satacaksın? Bu pazar ve pazarlama meselesi, teşkilatlanmayı gerektiren özel bir uzmanlık alanı olduğu için, bu konuda şehrin üniversitesinin, Ziraat Odası’nın, Ticaret ve Sanayi Odası’nın, Valiliğin, Belediyenin birbirleriyle irtibat ve işbirliği hâlinde çalışması, diğer sivil toplum kuruluşları ve medyanın da yapılacak bu çalışmaları desteklemesi gerekiyor.
Aksi halde, köylerimiz büsbütün boşalacak ve şehrimiz de gıda ihtiyacını tamamen dışarıdan temin etmeye mahkûm hâle gelecek.
Lütfen dikkat buyurunuz, kısa bir süre sonra Avrupa’da çok daha ciddi ekonomik çalkantılar meydana gelecek ve ihracatımızın yüzde 60’ını yaptığımız Avrupa’daki bu çalkantı sonucunda hâliyle bizim ihracatımız da düşecek. Bu durumda, en büyük dayanaklarımızdan birisi tarım olacak. Eğer tarım da elden giderse, sarsıntı esnasında tutunabileceğimiz bir dalımız, dayanabileceğimiz bir bastonumuz da kalmaz.
Köyün ve köylünün kıymetini anlamamız için illâ ki bu sarsıntıyı yaşamamız mı gerekiyor? Aklımız, ancak o zaman mı başımıza gelecek?
Mesele sadece ekonomik bir mesele de değil. Boşalan köylerle birlikte koskoca bir kültür ve koca bir tarih de yok oluyor. Hem de göz göre göre…
Bu konuya devam edeceğim.
12.12.2011
O an, bir sızı çöktü içime. Hüzün yüklü bir sızı… Geçen yıl Kurban Bayramı’nda ziyaret ettiğim bir köyün harabeye dönmüş görüntüsü geldi gözlerimin önüne.
Mahallî idarelerin, halkla el ele vererek, kararlı ve istikrarlı bir çalışmayla, hiç de uzun sayılmayacak bir sürede her biri adeta birer cennet bahçesine dönüştürülebilecek olan köylerimiz, sorumsuzluk ve umursamazlık sonucunda her geçen gün biraz daha harabeye dönüşüyor.
Küçükken, İstanbul’da izlediğim TRT televizyonunun siyah beyaz olarak yayınladığı kovboy filmlerinde, terk edilmiş kasabalar görürdüm. ‘Terk edilmiş kasaba’ kavramı ne kadar da yabancı gelirdi bana. Çocuk zihnimde, yerleşim birimlerinin tek bir kişi bile kalmamacasına terk edilmesinin sadece Batı dünyasına, ‘gâvurlara’ mahsus bir durum olduğunu düşünürdüm. Çünkü o yıllarda bile bizim köylerimiz, kasabalarımız capcanlıydı. Köylerde hayat vardı. İnsanlarıyla, hayvanlarıyla, ağaçlarıyla, meyveleriyle, ekinleriyle, çiçekleriyle, otlarıyla, kültürüyle, folkloruyla capcanlı, renkli bir hayat… O zamanlarda da yoksuldu köylüler; ama çoluğuyla çocuğuyla, genciyle yaşlısıyla, kadınıyla erkeğiyle bir aradaydılar, kalabalıktılar, kendilerine ait bir dünyaları vardı ve o dünyada insanlar köye, köy de insanlara hayat veriyordu. Canlı, yaşayan sosyal mekânlardı köylerimiz.
Kasabalarımız, henüz o kovboy filmlerindeki kadar boşalmış değil ama korkarım ki, eğer ciddi tedbirler alınmazsa, birer birer boşalan köylerimizin ardından, sıra kasabalarımıza, ilçelerimize de gelecek ve köylerimiz boşaldıkça şehrimiz de tükenecek.
“Şehir niye tükensin ki? Nüfus, köyden ilçeye, ilçeden de şehre taşındıkça, şehrin nüfusu çoğalır. Nüfusun çokluğu şehrin ekonomisini büyütür, şehir gelişir. Köylüler de şehirlileşmiş olur, fena mı?” denebilir.
Evet, çok fena; çünkü her şeyden önce, şehre taşınan nüfus bütünüyle şehirde kalmıyor, ilk fırsatta büyük şehirlere göç ediyor. İkincisi, şehre taşınan nüfus, şehirde kalsa bile, büyük çaplı yatırımlar yapılmadığı, yeni iş alanları açılmadığı için, şehrin ekonomisi, nüfus artışıyla orantılı bir şekilde büyümüyor. Şehir, zaten şehir değil. Çarpık bir kentleşme ile zaten canına okunmuş bir şehir var önümüzde. Nitelikli bir şehir planlaması yapılarak, şehrin planlı ve sistemli bir şekilde genişletilmesi de söz konusu değil. Meselâ otopark meselesi, ilk bariz mesele olarak kendini gösteriyor.
Kimse inkâr edemez ki, köylere yollar yapılıyor, alt yapı hizmetleri, sağlık hizmetleri götürülüyor. Köylerde artık, teknolojinin en güncel ve modern sembolü olan internet de var. Ama ne hazindir ki, köylerde, yapılan bu yolları, sağlık ocaklarını, interneti kullanacak insan kalmıyor.
Peki neden? Emperyalist, sömürgeci Batı dünyasının kontrolündeki televizyon yayınlarının, insanımızı sistemli olarak modernizme, lüks hayata teşvik eden yayınlarının sosyal sonuçları bir tarafa, köylerde tarımın neredeyse bitme aşamasına gelmesi sebebiyle, halk kendini köyünden dışarı atmaya başlıyor.
Yozgat’ta köyden kente göçün önlenebilmesi için, tarımın canlandırılmasından başka çare gözükmüyor. Fakat bu tarımın da ileri teknolojiyle ve belki de şirketler eliyle yapılması gerekiyor. Bu şirketlerin de, üyeleri yörenin köylülerinden oluşan çok ortaklı şirketler hâlinde teşekkül ettirilmesi düşünülebilir.
Köylerde yaşayan halkın bunu kendi başına başarması çok zor olduğuna göre, bunu şehrin mahallî idarecilerinin, üniversitesinin, sivil toplum kuruluşlarının yapması gerekiyor. İşte, ne yazık ki meselenin düğümlendiği nokta da burası. Çünkü, ne bu istikamette uygulanabilir bir hükümet politikası var, ne de birkaç istisna dışında, tarımın canlandırılması için samimiyetle proje üreten mahallî idareciler…
Bir tarafta, sivil toplum kuruluşlarının yıllarca aynı koltukta oturmaya devam eden başkanları, siyasetçiler, diğer tarafta tarımın bitmesi sebebiyle köylerini terk eden köylüler… Köylüye yol gösterecek, onları teşkilatlandıracak bir irade, kurum ve kuruluş yok.
Evet, İl Özel İdaresi çalışıyor, Köylere Hizmet Götürme Birliği çalışıyor, KÖYDES ve BELDES projeleri yürütülüyor ama bunlar tarımı canlandırmaya yönelik değil, yol, su, kanalizasyon gibi hizmetleri gerçekleştirmek için işletiliyorlar. Tarımı canlandırmak, onların görevi değil. Tarım İl Müdürlüğü de çalışıyordur şüphesiz; ama bu tür kurumların, bürokratik bir sistem içerisinde neyi ne kadar başarabildiklerini herhalde hepimiz biliyoruz.
Köylerin boşalması, büyük ve korkunç bir tehlikenin habercisi. Bu, aynı zamanda tarım alanlarının boşalması, tarımsal üretimin azalması demek. Bu da, gıda sektöründe giderek daha da dışa bağımlı hâle gelmek demek. Yani, namerde muhtaç olmak…
Köylü çalışıyor aslında. Ekiyor, biçiyor; ama ona daha verimli üretimin nasıl yapılacağı konusunda yeterince bilgi ve eğitim verilmiyor. İleri teknoloji ürünlerini temin edebilmesi için gerekli maddî kolaylıklar sağlanmıyor. Dahası, köylü üretim yapsa bile, onu satacağı pazar bulamıyor. Üretimden sonraki ikinci büyük mesele de bu pazarlama meselesi. Karpuz yetiştirdin, kime, nasıl satacaksın? Patates, soğan yetiştirdin, kime, nasıl satacaksın? Bu pazar ve pazarlama meselesi, teşkilatlanmayı gerektiren özel bir uzmanlık alanı olduğu için, bu konuda şehrin üniversitesinin, Ziraat Odası’nın, Ticaret ve Sanayi Odası’nın, Valiliğin, Belediyenin birbirleriyle irtibat ve işbirliği hâlinde çalışması, diğer sivil toplum kuruluşları ve medyanın da yapılacak bu çalışmaları desteklemesi gerekiyor.
Aksi halde, köylerimiz büsbütün boşalacak ve şehrimiz de gıda ihtiyacını tamamen dışarıdan temin etmeye mahkûm hâle gelecek.
Lütfen dikkat buyurunuz, kısa bir süre sonra Avrupa’da çok daha ciddi ekonomik çalkantılar meydana gelecek ve ihracatımızın yüzde 60’ını yaptığımız Avrupa’daki bu çalkantı sonucunda hâliyle bizim ihracatımız da düşecek. Bu durumda, en büyük dayanaklarımızdan birisi tarım olacak. Eğer tarım da elden giderse, sarsıntı esnasında tutunabileceğimiz bir dalımız, dayanabileceğimiz bir bastonumuz da kalmaz.
Köyün ve köylünün kıymetini anlamamız için illâ ki bu sarsıntıyı yaşamamız mı gerekiyor? Aklımız, ancak o zaman mı başımıza gelecek?
Mesele sadece ekonomik bir mesele de değil. Boşalan köylerle birlikte koskoca bir kültür ve koca bir tarih de yok oluyor. Hem de göz göre göre…
Bu konuya devam edeceğim.
12.12.2011
12.12.2011
OKUR YORUMLARI
Yozgat'ta Günün Haberleri
YOZGAT'TA 5 GÜNLÜK HAVA DURUMU
YOZGAT İÇİN GÜNÜN NAMAZ VAKİTLERİ