Gurbet ve Yozgatlı kelimelerinin yan yana gelmesini kimse yadırgamaz. Gurbet, eninde sonunda her Yozgatlının makûs talihi olarak arnacına çıkması muhtemel bir durumdur.
Sebepleri; üç aşağı beş yukarı, ya aş derdi ya iş derdi ya hayat standardını yükseltme gayreti ya da büyük şehirlerin karşı konamayan davetkâr sihridir. Kim bilir belki de iş meşgalesi sadece dedikodu üretmekle sınırlı olan bu diyardan, akıl sağlığını korumak için en kestirme ve yegâne kaçış formülüdür gurbete gidiş planları…
Hangi sebeple olursa olsun, arkada bırakılan hatıraların baskısıyla, bir müddet sonra sıladan giden herkesin ruhlarının kapısını hasret duygusu tıklatmaya başlar.
Bazen o ayrılışı; çok mu gerekliydi diye yargılar, bazen karşılaşılan her zorluğa “ah memlekette olsaydım” dedirten tepkiler verir beyin, kalp, gönül üçlüsü…
Evinden çıkıp işyerine gidinceye kadar onlarca dostuna selam verişleri veya karşılıklı ikram yarışları ve yarenlikleri gelir aklına, burnunun direği sızlar. O sırada, görme yetisindeki bulanıklığın nedeninin, gözlerinden inerek yanaklarını ıslatan acı suların, dudaklarının kenarına ulaşmasıyla fark eder!
Avucunun içiyle silerken mendil kullanmayış sebebi, belki de o acılıkla ellerini cezalandırmak için avuçlarının da hissetmesini sağlıyordur kendince…
O sırada Yozgat’ta yaşamaya devam etmekte olan bir dostunu aramak ve hiç olmazsa gönlüne bir yudum su serpmek gelir aklına. Aslında o sırada, tüm anılarıyla yüzleşmektir tüm maksadı… Uzun uzun konuşmakla hatta daha çok dinlemekle doldurur ciğerlerini yaylamızın havasıyla!
Üç gün önce beni o gurbetçilerden Ferhatoğlu Müslüm arkadaşım aradı.
Hani amatör takımlarımızın en kaliteli futbolcuları bir araya getirilerek kurulan, tamamen yerli Yozgatsporumuz vardı ya? İşte o takımın santroforu ve belki de kale hariç her mevkisinde oynayabilen, körük ciğerli Müslüm! Hani bir zamanlar Yozgat’ın hemen hemen her sokağında, her yapısında emeği, alın teri olan hafriyatçı Ferhat amcamızın oğlu Müslüm!
Müslüm de gurbetçiler kervanına katılıp İzmir’e yerleşti ve nakliyecilikle meşgul…
Önce Yozgat özlemini sıraladı, anlattı ve neredeyse sorulabilecek her soruyu kısa kısa sorup, uzun uzun cevaplar aldı. Gurbetten arayan her dost gibi, gönlünü ferahlatıcı güzellikler duymak istediği zaten belliydi.
Laf döndü dolaştı hanemizdekilerin sağlık durumlarını öğrenme klasiğine geldi. Sevgili eşimin diyabet hastalığının üstesinden gelmek üzere olduğunu söylediğimde, en az benim kadar sevindi ve heyecanla sordu. “Nasıl başardınız, doktoru kim?”
Diyet, egzersiz vs gibi uygulamaları anlattım ve doktorumuzun Dr. Selahattin Üstünel olduğunu söylediğimde, bizim memleketin bir türlü kıymetini bilmediği, bizim Selahattin hoca mı demesin mi? “Evet” cevabımın içinde nelerin yattığını o da anlamıştı.
“Bak sana başımıza gelen bir olayı anlatayım da var sen, memlekette kaldığının kıymetini bir kez daha anla” derken, sesindeki değişiklikten asabının bozulduğunu belli ediyordu.
Kocaeli’nden bir taşıma ihalesi aldıklarını ve mecburen oradayken, eşi Leyla Hanımın kalbinde bir sıkışma olduğu için hastaneye götürüldükten sonra yaşananları anlattıkça öfkesi artmaya başlamıştı.
Bizimkiler, yengen rahatsızlanınca devlet hastanesinin acil servisinden kardiyoloji polikliniğine sevk edildikten sonra, orada gerekli tetkiklerin yapılabilmesi için 6 – 7 ay sonrasına gün verilmesi üzerine, alelacele özel bir hastaneye gitmek zorunda kaldılar diyor ve anlatmaya devam ediyordu Müslüm!
O özel hastanede yapılan tetkiklerden sonra hemen anjiyo işlemi başlatan Kardiyolog, kısa bir süre sonra dışarı çıkıp, ameliyathane önünde bekleyen torununa “hastanın yakını sen misin?” diye soruyor. Evet cevabını alınca da “hastanın damarları tıkalı ve işlemi tamamlamak için 38 bin lira vermeniz gerekiyor, bunu veremeyecekseniz devam edemeyeceğim” diyor.
Torun, korku ve telaşla hemen dedesini yani Müslüm’ü arayıp durumu anlatıyor. “Aman ne gerekiyorsa halledelim, ne istiyorlarsa verin, ben de bastım geliyorum zaten” diye buyuruyor Müslüm… Konuyu aynı öfke ve o sırada yaşadıkları korkuyu tekrar yaşayarak anlattı. “Ya o parayı bulamasaydık başımıza ne gelirdi gardaşım?” Derken “devlet hastanelerindeki muameleye dikkat çekiyordu. “Orada olsaydık, en azından bir hemşerimiz duruma el koyar ve hastanede sıkıntımız giderilirdi” cümlesine itiraz etmedim.
Bu yaşanmışlıkta beni daha çok etkileyen durum; o özel hastanedeki kardiyoloğun hastayı masada bırakıp, paranın ardına düşmesiydi. Özel hastanelerin hepsinde aynı BUNALTMA ve kendi uydurduğu ya da gerçekten yaşanması muhtemel BUNALIMDAN yararlanma eğilimleri var mıdır, yok mudur bilemem ama gurbetçinin zayıf noktası da bu…
Elbette Müslüm Akşitoğlu kardeşimizin, henüz reşit bile olmayan torunundan taahhüt isteme kepazeliği, bu çirkin olayın bir başka yüzü…
Devletin hastanesinde, kendi vatandaşının kalp rahatsızlığına derhal ve acilen müdahalede bulunması gerekirken, tetkikler için dahi zamanı ötelemesi; işin başka ve belki insanın tüm duygularını ve devletine olan güvenini incitici bir boyutu!
Hatta bu aymazlık başlı başına bir inceleme konusudur…
Bu lakaytlık üzerine; yakın zamanda Suriyeli sığınmacılar(!)ın bilmem kaç milyonuna şu kadar milyon lira ayakta tedavi, şu kadar milyonuna bilmem ne kadar milyon yataklı tedavi, bilmem hangisi kadar milyon lira da ilaç ihtiyaçları için harcama yaptık diye, resmi ağızdan yapılan açıklamalar gelmez mi aklımıza?
Memleketin asıl sahiplerinin aylarca sonrasına randevu alabildiği kendi ülkesinde, “itilip kakılmışlık hissi” yaşamasına sebep olmaya utanılmadığı aşikâr!
Velhasıl gurbet kuşlarımızın memleketten ayrılmadan önceki duyumları, uzaklardaki diyarlarda hayatın gerçeği olarak karşısına çıkıyor. Paran varsa her yol Angara… O halde para kazanmak için gurbete yol aç!
Bu hikâyeyi okuyanların aklına “o özel hastanenin adını bilsek de Allah korusun başımıza benzer bir şey gelirse tedbir alsak keşke” sorusunun geçtiğini biliyorum.
Yazının başlığına yazdım ya a iki gözüm? Bir daha bakın isterseniz.