YOZGAT OKURU

KONUK YAZAR

OKUL YOLU DÜZ GİDER

Sabahın erken saatlerinde içerisi defter kitap kalem silgi yüklenmiş çantaları sırtında evlerinden çıkan minikler mahalle aralarından okula doğru iki şerli beşerli gruplar halinde cadde sokak ve yollardan dikkatlice geçer ve hemen hemen herbirisi bir okulun kenarında olan okullarına varırlar. İl genelinde veya yurt genelinde baktığımızda ister ilköğretim ister ortaöğretim isterse yüksek okul olsun okulların tamamı yol kenarındadır. Hatta ve hatta birçok güzide okul ve üniversite otoyollar üzerinde olduğu malumdur.

İlimizde bulunan Bozok Üniversitesi gerek üniversitenin daha hızlı gelişmesi gerekse ulaşım probleminin aşılması babında ve gerekse şehrin gelişmesi açısından kampüs alanı Atatürk yolu kenarına kurulmuştu. Şimdilerde söylendiği gibi Atatürk yolu kampus alanı içerisinden geçmiyor, kampus mevcut yolun her iki kenarına kurulumunu tamamlamaya çalışıyor.

Bozok üniversitesinde öğrenim gören öğrenciler öğrenci yurdundan yolun karşı tarafında bulunan fakülte binalarına yada fakülte binalarından yolun karşı tarafından bulunan öğrenci yurtlarına veya sosyal tesislere geçerken mecburen anayol üzerinden karşıdan karşıya direk geçmek zorunda kalmışlardır. Yol genişletme ve çift yönlü yol yapımı sırasında öğrencilerin karşıdan karşıya güvenli geçişlerini sağlayacak alt geçit, üst geçit veya ışıklı sinyalizasyon sistemi planlı olarak ilk etapta yapılmadığından öğrenciler karşıdan karşıya geçişlerde güvenli bir ortam bulamamışlar sonradan öğrencilerin karşıdan karşıya geçmeleri için bir tane üst geçit ve bir tanede alt geçit yol üzerine yapılmıştır. Yapılan bu üst geçitlerin giriş ve çıkışlarının tamamı yol üzerine yapılmış kampus alanı içerisine alt geçit ve üst geçidin giriş ve çıkışları yapılmamıştır. Bu nedenle öğrenciler karşıdan karşıya geçerken mecburen kampus alanından mevcut yol üzerine çıkmakta ve hatta şehir içerisine gidip gelen halk otobüslerine öğrencilerin inip binmesi için yol üzerine birde durak yapılmıştır. Şayet mevcut üst geçit ve alt geçidin giriş ve çıkışları kampus alanı içerisine kadar yapılmış ve öğrencilerin karşıdan karşıya geçmeleri buralardan başlatılmış olsa idi öğrenciler Atatürk yolu üzerine çıkmadan kampus alanı içerisinden direk üst geçit veya alt geçitleri kullanarak karşıdan karşıya geçeceklerdi. Ayrıca fakülte öğrencilerinin bir çoğu mevcut üste geçit ve alt geçidi kullanmamayı ve yol güzergahından geçmeyi alışkanlık haline getirmiş durumda. Yani sayın rektörün söylediği gibi yol kampus alanından geçmiyor kampus alanı yolun iki tarafındadır. Mevcut yol Bozok Üniversitesi Kampüs alanından çok daha kadimdir.

Şehir içerisindeki onlarca ilköğretim okullu ve lise çok daha işlek yol ve cadde üzerinde kurulu ve minik öğrenciler okullarında kendilerini trafik kurallarında riayet ederek okullarında güvenle gidip gelmeyi alışkanlık halinde getirerek gidip geliyorlar okullarından evlerine.

Hatta hatta şehirler arası yol güzergahları üzerindeki köylerin hayvan ve tarım ekipmanlarını güvenli bir biçimde karşıdan karşıya geçmelerini sağlamak için devlet oralara alt geçitler yapıyor. Belli alışkanlıkları bırakmak zor olsa da zamanla köylerdeki büyükbaş ve küçükbaş hayvanlar o alt geçitten geçmeyi öğreniyor ve o alt geçitten başka yerden karşıdan karşıya geçmiyor yolu kullanmıyorlar.

Hadi diyelim Bozok Üniversitesi kadim yolun yönünü değiştirmeyi başardı. Bozok Üniversitesinde öğrenim gören öğrenciler ve öğretim görevlileri fakülteye her gün uçakla mı yoksa gökten zembille mi iniş kalkış yapacaklar. Yolsuz mu olacak gene yolla gelmeyecekler mi? Çözüm bence yolun yerini değiştirmek değil çözüm teknik anlamda eksikleri tamamlayarak karşıdan karşıya geçişlerde yol güveliğini sağlayacak tedbirler almaktan ve bir takım alışkanlıkları bırakarak güvenliğimiz için yapılan tesisleri kullanmaktan geçer. Akis halde şehir merkezinden geçen yolun yerini değiştir ilkokulun önünden geçen yolun yerini değiştir lisenin ordan geçen yolun yerini değiştir hangi akla mantığa sığar bu akıl.
Ama onu öyle demezler “okul yolu düz gider”.

Nuri Yıldız / Yozgat

15.06.2012
OKUR YORUMLARI
Mehmet KILIÇ
20.07.2012 09:17:00

Yozgatlı nüktedanların şahıslan ile ilgili bilgiler, daha geniş bir çalışma konusudur. Biz bu çerçevede, Osmanlı Döneminde yaşamış nüktedanlarımızdan bazılarının nüktelerinden birkaç örnek verebileceğiz.
Fakat, genç araştırmacıları bilgilendirmek bakımından, bilinen nüktedanlarımızın hiç değilse isimlerini sayarak, onların bu konuda çalışmalarını tavsiye edelim.
Türkiye çapında bilinen en ünlü nükteler Çapanoğlu'na aittir. Yozgatlı Neyzen Deli Salih Dede, Hüzni Baba, Ceritzade Hüsnü Efendi, Alçılı Kasım Bey, Kaykılılı Deli Emir, Eynelli Hüseyin Ağa (Üsük Ka), Şahmuratlı'h Hüseyin Ağa, Sannınviranlı Hüseyin Ağa, Battallı Bahri Ağa, ilk aklımıza gelen nüktedanlardır.
Nüktedanlarımız elbette bu kadarla sınırlı değildir. Üniversitelerimize ve araştırmacılarımıza, araştırmak ve yazmak, yazılmasına vesile olmak noktasında büyük iş düşmektedir.

Bazıları cesur olmadıkları halde cesurmuş gibi davranabilirler. Fakat nüktedan olmayan bir insan, hiçbir zaman, nüktedanmış gibi hareket edemez.

ÇAPANOĞLU NÜKTELERİ

"Büyük nüktedanların özellikleri pek çok şeyleri birkaç kelime ile ifade edebilmeleridir. Küçük nüktedanların belirli işaretleri ise, çok uzun konuşmalarına rağmen, hiçbir şey söylememiş olmalarıdır."
La Rochefoucauld

"Dazgirliğin Yanına Kalır."

Çapanoğlu Süleyman Bey, Ulu Cami'yi yaptırmıştır ve pek keyiflidir. Bozok'un en çok sevilen sayılan Alim kişisinin karşısına çıkar:

- Efendi hazretleri, Allah Zül Celal'in izni ve siz büyüklerimizin duaları ile Ulu Cami'yi yaptırdık. Elbette bu arada çok yorulduk, masraf ettik. Şimdi sizden, Allah indinde ne kadar sevap kazandım, onu öğrenmek istiyorum, der.
alim kişi, Çapanoğlu'nun zaman zaman zulme varan yönetimini bilmektedir. Cami yapımında da zorla işçi çalıştınp, zaman zaman da para vermeden işçileri kovduğu söylentileri vardır.
- Baka Çapanoğlu, der. Yapılan bir hayır işin karşılığı Allah'tan beklenir. Duydum ki çalıştırdığın kişilerin parasını vermemişsin. Onun için, şimdi işçi işinin sevabım, taşçı taşının sevabını alacak.
- Ya ben Hocam, bana bir şey yok mu?
- Sen avucunu yalayacaksın, Allah'a yaptığın dazgirlik (yağcılık) yanına kalacak!

Arkasına Çapanoğlu'nu Alan Eşek!

Çapanoğlu zaman zaman tebdil-i kıyafet edip Yozgat'ı dolaşırmış. Yine böyle bir gün, sokakta yaşlı ve hasta bir eşeğe rastlamış. Hemen eşeğin sahibini buldurup hesaba çekmiş:

- Bire mendebur herif. Nedir bu hayvancağızın hali. Niçin arpa vermez aç sefil bırakırsın.

Adam gayet yüzsüzdür:

- Aman beyim, eşek yaşlandı, iş göremez. Hiçbir iş görmeyen eşeğe, niçin arpa vereyim. Masrafıma yazık değil mi? der.
Çapanoğlu küplere biner.
- Demek öyle. Hayvanı gençiğinde çalıştır. Üstüne bin, çuval taşıt, bağa bahçeye git. Ama yaşlanınca kapı dışarı öyle mi. İmdi beni dinle adam. Sana yirmi gün mühlet. Yirmi gün sonra, bu eşeğin sırtına onbeş çiniklik bir seklem vuracağım. Üstüne de bineceğim ve Çamlığa çıkacağım. Eğer bu hayvan bu halde Çamlığın başına kadar çıkamazsa, kelleni uçmuş bil. Şimdi var git işine hınzır herif, der.

Adamın paçaları tutuşmuştur. Hemen eşeği sıcak ahıra çeker. Korku belası, ılık su, kırma arpa, kuru üzüm derken, iyi bir bakıma alır.
Hayvancağız, üçüncü gün biraz kendisine gelir. Beşinci gün toparlanır. Onuncu gün düşmüş kulakları dikilir. Sahibi, onu bir yandan yemlerken, diğer yandan da kaşağısını, gerbesini eksik etmemektedir. Tüyleri yavaş yavaş parlamaya başlamıştır.
Onbeşinci gün hayvan artık tam bir eşek görünümü kazanmıştır. O gün, sahibi kendisini bir güzel kaşağılamış ve kalan kıllarının temizlenmesi ve parlaması için gerbelemektedir. Doğrusu hoşuna gider, keyiflenir ve sahibini şakadan duvara sıkıştırmaya çalışır. Bu arada da zevkle anırmaya başlar.
Sahibinin canı zaten burnundadır.

- Anır eşşoğleşşek anır, arkana Çapanoğlu'nu aldın da, anırırsın değil mi! der.

"Altından Çapanoğlu çıkar."

Çapanoğlu Süleyman Bey'in sarayına, ağzı kalabalık, ukela bir adam konuk olur. Kendi söylediklerine bakılırsa bu adam Allah'ın en yakın dostu, aynı zamanda büyük bir alimdir.
Ama Süleyman Bey de az değildir. Bu tür üç kağıtçıların, Allah adına halkı nasıl soyduklarını bilmektedir. Bir gün bahçede gezerlerken, adam ayaklarını ağaca dayar ve direnmeye başlar.

Çapanoğlu:

- Hayırdır Hocam, bu davranışınızın sebebi hikmeti nedir, diye alayla sorar.

Adam:

- Sormayın Beyim, der. İçi ümmeti Müslümanla dolu bir gemi Karadeniz'de batıyordu. O gemiyi doğrulttum, der.
Adamda palavra bol. Aynı gün, ellerini uzatarak koşar. Güya Hindistan'da ağaçtan düşen bir çocuğu da kurtarmıştır.
Çapanoğlu bıyık altından güler. Hizmetkarlarından birinin kulağına eğilir. Öğle için özel yemek hazırlanması emrini verir. Vakit gelir ve adamla birlikte sofraya otururlar.
Çapanoğlunun emri gereği, yemekte sadece bulgur pilavı vardır. Yanında yufka ekmek, iki baş kuru soğan. Bizim alim zatın suratı asılır.
- Aman Beyim, Çapanoğlunun kapısında kuzu mu bitti, culuk mu. Ben kuru pilava kaşık çalamam, der.

Fakat Çapanoğlunun sesi tehditkardır:

- Uzatma Hoca, misafir umduğunu değil bulduğunu yer, hadi buyur. Kaşıklar mecburen pilava dalıp çıkmaya başlar. Adamın kaşığı biraz
sonra ağır bir şeye takılır. Kaşığı zorlayınca ortaya kocaman, kızarmış bir hindi çıkıverir.

Adam kıpkırmızı olurken, Çapanoğlu gürler:

- Ulan dürzü, Karadeniz'deki gemiyi doğrultursun, Hindistan'daki çocuğu da kurtarırsın, ama pilavın altındaki culuğu bilemezsin, bu nasıl iştir.
Adamda tıs yoktur. Çapanoğlu adamlarına döner.
- Yıkın şu dürzüyü, der.
Adamı falakaya yatırır, iyi bir sopa çekerek bırakırlar. Can havliyle Saray köyüne gelen adama yine pilav ikram ederler. Pilavı gören adam korkuyla irkilir.
- Sakın altından Çapanoğlu çıkmasın!

Çapanoğlu, patavatsız konuğu ile aynı tastan çorba içmektedir. Kendisi kızarmış ekmek sevdiği için, kendi önüne ekmek doğramaktadır. Konuğu ise, beyaz ekmeği doğramakta ve arada bir de karıştırmaktadır.
Çapanoğlu bir iki oflar puflar ama, adamın aldırdığı yoktur. Hizmet-karlardan birisi, beyinin vaziyetini anlar.

Adamın kulağına eğilir ve şöyle der:

- Aman ahbap fazla karıştırma, altından Çapanoğlu çıkar!

Çapanoğlu Süleyman Bey, Saray'a karşı hep doğru bir politika izlemiştir. Özellikle III. Selim'in yenilik hareketlerini desteklemiş ve Nizamı Cedit ordusunun bir uygulamasını Yozgat'da yapmıştır.
Fakat Süleyman Bey'in II. Mahmut'la arası iyi değildir. Çünkü Padişah tüm idareyi İstanbul'da toplamak istemektedir. Ama, Saray'ın Süleyman Bey'i Bozok Sancak Beyliğinden alacak gücü yoktur. Bu yüzden Süleyman Bey'in ölümü beklenecektir.
II. Mahmud'un, Süleyman Bey'i hiç sevmediği ve "Bu gök gözlü adamdan çekinmek gerektir" dediği rivayet edilir. Saray da Çapanoğulları'na karşı hep ikili bir politika izlemiştir.

Çapanoğulları da az değildir. Kendi adamlarını Saray yönetimine sokmak için rüşvetle adam elde ederler. Zaten rüşvet almış yürümüştür. Padişah bu durumdan rahatsızdır. Yakın adamlarından birine araştırma yaptırır.

- Bir bak bakalım, nedir bu kargaşanın sebebi?
Padişahın adamı araştırmasını yapar. Bir de görür ki, kim görevden alınmışsa Çapanoğlu'nun etkisi iledir. Bir yere bir adam atanmışsa, yine Çapanoğlu istediği için atanmıştır.
Adam araştırmalarının sonucunu saray bahçesinde Padişaha arzeder. Sultan Mahmut şaşırmıştır.
- Demek bu işlerin hepsinin altında Çapanoğlu'nun parmağı var.
- Öyle görünüyor Sultanım.
- Oysa biz bu atamaları hep kendimiz yaparız sanırdık.
Bu arada yürürlerken, patika yolda bir taş görülür. Adam, padişaha hürmet için o taşı alıp yoldan kaldırmak ister.

Padişah:

- Sakın dokunma, belki o taşın altından da Çapanoğlu çıkar! der. "Benzemiyor Dürzü!"
Çapanoğlunun kapısında Deli Tayip adı ile bilinen, yarı meczup bir yanaşma vardır. İyice saf olduğu için, Çapanoğlu onu yakın hizmetine almıştır. Zaman zaman da Tayip'in saflıklarına, verdiği aptalca cevaba güler.
O gün çevre beyler ve Çapanoğlu Süleyman Bey sohbettedir. Sohbet biraz "tavsamış" olacak ki, Süleyman Bey Tayip'e sataşır.
- Haydi bakalım Tayip, şu beyleri bir güzel benzet, öv onları, der. Tayip emri alır da durur mu. Zaten bey yanında kala kala yağcılığa
alışmıştır. Başlar övmeye.
- Filan beyim aslan gibi, filan beyim kaplan gibi, filan beyim hanedan, filan beyim yiğit.
Tayip bütün beylere övgüler yapmış. Her birini güzel bir şeye benzetmiş. Süleyman Bey şakadan sataşmış.
- Ulan deli, tüm beyleri bir güzel şeye benzettin. Beni niçin benzetmedin.
Tayip sıkıntıyla cevap vermiş.
- Ama beyimi güzel bir şeye benzetemedim. Benzettiğim şeyi de söylemeye cesaret edemedim, demiş.
Çapanoğlu bir yandan, diğer beyler bir yandan Tayip'i sıkıştırmaya başlamışlar.

Süleyman Bey:

- Konuş ulan deli dürzü, yoksa karışmam. Beni neye benzettin. Ben neye benziyorum?
Eh, bu tehdit karşısında Tayip ağzından baklayı çıkarmış.
- Beyim sen bizim çomar köpeğe benziyorsun, demiş.
Elbette Çapanoğlu büyük adam. Götürün dese zavallı Tayip'in kellesi gider.
- Git ulan ekmeksiz dürzü. Yıllarca ekmeğimi yersin ama beni köpeğe benzetirsin. Benim topraklarımı terket. Gözüm görmesin seni. Topla pilini pırtım.
Tayip üzgün, bir eşeğin sırtına dürülecek kadar eşyasını toplarken, Çapanoğlunun hanımı bunu görmüş ve sormuş.
- Hayırdır Tayip, nereye gidiyorsun?

Tayip başına gelenleri bir bir anlatmış:

- Böyle iken böyle yenge, beyim beni kovdu, demiş.

Yenge Hanım kızmış:

- Hay benim deli oğlum, dilinde mi kalırdı. Beyine de güzelsin, yakışıklısın, yiğitsin deseydin, bir güzel şeye de onu benzetseydin ha, demiş.

Tayip başını iki yana sallamış:

- Haklısın yenge hanım. Haklısın ama, benzemiyor kahpe avratlı, benzese söylemez miydim!

Yenge hanım, kızsın mı, gülsün mü şaşırmış:

- Allah canını almasın, sen iki gün beyin gözüne görünme, ben hallederim, demiş.
Tabii, iki gün sonra Tayip yine Çapanoğlunun yakın hizmetine başlamış.

YOZGATLI DELİ SALİH DEDE

"Hiciv bir testere gibi değil kılıç gibi olmalı. Kesmeli ama parçalamamalıdır."
Jonathan Sıvift

"Deli Salih de Sen misin?"

İstanbul, sadece imparatorluk değil, ilim, sanat ve kültür merkezi idi. İlim yapmak için de oraya gidilirdi.
Bizim Yozgatlı Neyzen Salih de İstanbul'a gitmiş, Yenikapı Mevlevihanesi'ne kapılanarak, kısa zamanda zekası ve nükteleri ile kendisini kabul ettirmişti.
Kayseri Mevlevihanesi şeyhi Süleyman Ataullah Efendi'nin oğlu ve Şeyh Ahmet Remzi Efendi'nin ortanca kardeşi olan Şemseddin Efendi tahsilini ikmal etmek üzere İstanbul'a gelmiş, Sultanahmet civarındaki Ağakapısı medresesine girmişti.
Tekke şeyhleri ve mevlevilerin birbirlerini ziyaretleri adettendi. Bir gün Yenikapı Mevlevihanesine gelen Şemseddin Efendi tekkede Yozgatlı Neyzen Salih Dede'yi gördü. Aslında gıyablarında birbirlerini tanıyorlardı. Yozgat ve Kayseri ağızlarının yakınlığı, telaffuzları birbirlerini tanımalarına yetti.

Kayserili Şemseddin Efendi:

- Sen de Yozgatlı Deli Salih misin? dedi.
Neyzen Salih Dede, yaşça kendisinden küçük olan Kayserili Şeyhin oğluna muzipçe göz kırptı.
- Sen de dedi, bizim pastırma şeyhinin oğlu olmalısın!

"Adını Bir Kere Deliye Çıkar Gerisi Kolay"

Belli bir yaştan sonra Yozgat Mevlevihanesine gelen Salih Dede, mevleviler arasında, 'Yozgatlı Deli Salih" diye isim yapmıştı. Çevresindeki genç dervişlere, semt çocuklarına para vererek, kendisine "Deli Salih" diye hitab ettirirdi. Zaman zaman da, kendisine "Deli Salih" diye bağıran çocuklara para verirdi.

Durumu bilen birisi:

- Yahu Salih Dede, kendine "deli" dedirtmek için bu çırpınışının sebebi hikmeti nedir, bilmek isterim, dediğinde Salih Dede:
- İş, bir defa olsun adını deliye çıkarmaktadır. Ondan sonra her ne yaparsan "delidir" deyi hoş görürler, şimdi anladın mı, niçin kendime "deli" dedirtmeye çalışıyorum! demiştir.
"Bir Parçası Bir Mecidiye"
Yozgatlı Neyzen Salih Dede, "deli" namını almış ve herkes tarafından sevilmişti. Yenikapı Mevlevihanesi şeyhi Celalettin Efendi, Ankara sofundan yapılmış çok kıymetli cübbesini Salih Dede'ye hediye ederken:
- Baka Derviş Salih, seni bilirim, bunu götürür satar, fakirlere dağıtırsın. Fakat bunu böyle yapma. Bir yere giderken temiz temiz giy, dedi.
Deli Salih adım boşa "deliye" çıkarmamıştı.

Şöhretinin verdiği rahatlıkla şöyle dedi:

- Hay hay Şeyhim. Siz hayatta olduğunuz müddetçe satmam. Ama vefatınızdan sonra, cübbenizi yüz parçaya bölerim. Sizin cübbenizin bir parçasını elde edebilmek için bizim dervişler her parçaya bir mecidiye verirler, onlara satarım! dedi.
Deli Salih'in bu hoş cevabına, koca Mevlevi Şeyhi bile gülümseyerek karşılık verdi.Ne Mutlu Türküm Diyene
TurkmenCopur
Genelkurmay Başkanı


Mesajlar: 11545
Kayıt: 29 Eki 2010, 17:26 Başa Dön
--------------------------------------------------------------------------------

Re: OSMANLI DÖNEMİ YOZGAT'DA NÜKTELER VE YOZGATLI NÜKTEDANLA
gönderen TurkmenCopur » 16 Ara 2010, 19:56


BOZOKLU AKİF PAŞA

Alim, şair ve devlet adamı, Bozoklu Mehmet Akif Paşa vezirdir. Bu sırada yazdığı bir şiiri Padişaha sunar.

Padişah şiiri çok beğenir ve başvezire gösterir:

- Baka Lala, Bozoklu Paşa ne güzel yazmış, der.
Doğrusu, Padişahın bu iltifatı başveziri kıskandırmıştır. Dudak büker.
- Ya, der. Ben Bozok'tan deveci çıkar sanırdım, demek şair de çıkarmış!
Bu söze birlikte gülüp geçmişler. Fakat takip eden zaman içerisinde, başvezirin başına bir haller gelmiş. Önce başvezirlikten alınmış, sonra bir yere sürgün edilmiş, sonra bir sürgün daha derken, sonunda katline ferman çıkmış, bu işle de Bozoklu akif Paşa görevlendirilmiş.
Akif Paşa, sürgündeki başvezirin yamna gitmiş, idam fermanım göstermiş.

Eski başvezir perişan, iki gözü iki çeşme, Akif Paşa'ya dert yanmaya başlamış:

- Aman Paşam, Padişahımıza devletimize hizmetten başka ne yaptım ki bu işler başıma gelir.Katlime ferman çıkaracak ne suç işledim ki, der.

Akif Paşa gülümser:

- Paşa paşa, bütün bunlar işlediğin suçlardan değil, bilgisizliğinden başına geldi, der.

Eski başvezir şaşırır:

- Nasıl yani bilgisizliğimden?

Neyi bilmediğimden? deyince, Akif Paşa:

- Sen, Bozok'tan şair mi çıkar, deveci mi çıkar bilemedin. Anladın mı suçunu! der.
Başvezirin bütün başına gelenleri, Akif Paşa ayarlamıştır. Adamın yalvarmalarına dayanamaz, tekrar Padişah'la görüşür ve Başvezirin affedilmesini sağlar.

BELEDİYE REİSİ AKİF PAŞA

"Büyük Adamda Gönül Kibir mi Olur?"

Osmanlı son dönem Yozgat Belediye reisi Akif Paşa, nüktedan bir zattır. O gün Dedili Köyü'nde düğün vardır. Kendisi de davet edilir. Davet eden hatırlı bir zat olmalı ki, Koca akif Paşa çıkar düğüne gider.
Paşa'nın şerefine çadırlar kurulur, kuzular kesilir, yenir içilir. Bu arada düğün davetlileri, kuyruğa girip Paşa'nın elini öpme yarışma girerler.
Bu arada, akif Paşa'nın sevdiği bir kişi de kuyruktadır.

Akif Paşa O'nu görünce:

- Vay köpek, demek sen de burdasın, der.

O zat Paşa'nın elini öpüp çıktıktan sonra, çevresindekilere böbürlenerek bakar:

- Görüyorsunuz değil mi, büyük adamda gönül kibir mi olur. Paşa bana "köpek" dedi.

SARAYLI AHMET BEY

"İş Bizimkilerin Koynuna Girmekte!"

Saraylı Ahmet Bey, Bozok'a yeni tayin olunmuş Mutasarrıf Beyi yolda karşılar ve o gün Saray'da dinlenerek, ertesi gün Yozgat'a gitmesi için ikna eder. Çünkü yorgun argın Yozgat'a girmemesi doğru olandır.
Hanedan ve nüktedan Ahmet Bey, Mutasarrıf Beyi yedirir içirir. İstanbul'dan başka bir yer görmemiş olan Mutasarrıf Bey'e, Sarayköy sokaklarını da gezdirir. Sokakta, inek-camız mayısından "yapma" yapan kadınlar görürler.
Mutasarrıf şaşırmıştır.
- Aman Ahmet Bey, bu kadınlar çok kötü kokuyor.
- Doğrudur efendim, kötü kokarlar.
- İyi de bunlarla nasıl yatılır, nasıl dayanıyorsunuz.

Ahmet Bey bıyık altından güler:

- Aman Paşa hazretleri, sizin İstanbul hanımları gül gibi kokarlar. Onlarla nasılsa yatılır. Asıl yiğitlik, bizimkilerle yatmakta! der.

"Kaç Meresindesiniz?"

O gece hoş sohbetler edilir. Sohbet esnasında Ahmet Bey Mutasarrıf Bey'e sorar.
- Efendimiz kaç mereslerindedir acaba? der. İstanbullu mutasarrıf anlayamaz. Ahmet Bey açıklar.
- Yani efendim sinniniz kaç? Mutasarrıf onu da anlayamaz.
- Yani efendim kaç yaşmdasınız. Siz ananızdan doğalı kaç yıl oldu? Nihayet Mutasarrıf anlar.
- Yani siz "tevellüt" dediğimiz "kaç yaşmdasınız" anlamındaki kelimeye demek "meres" diyorsunuz.
- Evet efendimiz, biz tevellüt ya da kaç yaşındasınız demeyiz, "kaç meresindesiniz" deriz, der.

Mutasarrıf:

- O zaman ben ellibeş meresindeyim, siz kaç meresindesiniz Ahmet Bey?
- Ben de altmış meresindeyim efendimiz, der.
Tabi Ahmet Bey, nükteyi seven bir zattır. Yozgat ve yöresinde "hayvan yaşı" olarak kullanılan "meres" kelimesini insanlar için kullandıklarına Mutasarrıfı inandırmıştır.
Mutasarrıf ertesi gün Yozgat'a varır. Belediye Başkanı Akif Paşa onu karşılar, ağırlar, yedirir içirir. Akşam yemeğinden sonra sohbet başlar. Mutasarrıf Bey, sohbet icabı Akif Paşa'ya sorar.
- Efendi hazretleri kaç meresindesiniz acaba?
Bu sorunun sorulması ile birlikte ortaya bomba düşer gibi olur. Herkes donmuş kalmıştır. Akif Paşa durumu anlamıştır.
- Dün Saraylı Ahmet Bey'in misafiri idiniz değil mi Mutasarrıf Bey? der.
- Evet, sağolsun beni ağırladılar. Doğrusu bu "meresi" de ondan öğrendim.
Herkes bıyık altından güler. Tek tek "kaç meresinde" olduklarım söylerler. Herkesin kanaati, Saraylı Ahmet Bey'in, yeni mutasarrıf vasıtası ile, akif Paşa'ya güzel bir şaka yaptığı şeklindedir.
Mutasarrıf Bey, ortada bir fevkaladeliğin olduğunu anlamıştır. Ertesi gün, "meres" kelimesinin gerçek anlamını öğrendiğinde hem gülmüş, hem mahcup olmuştur.

CERİTZADE HÜSNÜ EFENDİ

Ceritzade Hüsnü Efendi'nin zamanın Yozgat mutasarrıfı ile arası yokmuş. Yozgat'tan Ankara'ya, her beş on km.'de bir, bir at hazırlatmış. Sonra para ile tuttuğu ayak takımı üç-beş kişiye mutasarrıfın evini taşlatmış. Akabinde binmiş ata, her beş-on km. de bir at değiştirerek sabah olmadan Ankara'ya yetişmiş. Ankara valisi sabah makamına gelir gelmez elindeki dilekçeyi kendisine takdim ederek, Yozgat Mutasarrıfından şikayetlerini dile getirmiş.
Gelin görün ki, o gece Yozgat Mutasarrıfı da, Ankara Valisine bir telgraf çekerek, Ceritzade Hüsnü Efenndi'nin kendisine yaptığı ezaları anlatarak şikayette bulunmuş.
Ankara Valisi, bir elinde Yozgat Mutasarrıfının Ceritzade Hüsnü Efendi'yi şikayet eden telgrafı, diğer elinde Ceritzade Hüsnü Efendi'nin Yozgat Mutasarrıfı hakkındaki şikayet dilekçesi baka kalmış.
Ankara Valisi, bir Hüsnü Efendi'ye bakmış, bir dilekçeye, bir de gece gelen telgrafa. O zamanın imkanlarında, bir adamın, bir gecede Yozgat'dan Ankara'ya gelmesi mümkün değilmiş.

Ceritzade boynunu bükmüş:

- Görüyorsunuz efendim, bu da, diğer söyledikleri de iftira! Vali, mutasarrıfı görevden almış.

"Yüzüm Kara Elim Boş"

Yozgat'da, Karahacızade Mustafa Efendi, düğünde halay çeken gençleri izlemiş ve başlamış ağlamaya.
- Niçin ağlıyorsun, demişler.

Oda:

- Niçin ağlamayayım, gençler "yarin yanma varsam, yüzüm kara elim boş" diye türkü söylüyorlar. Peki ben şu yaşta hakkın huzuruna varsam ben de aynı durumdayım, ona ağlıyorum! demiş.

"Senin Gibi Müslüman Olmam"

Karabıyıklı bir Ermeni var. Eyi adam, hoş adam. Çevre köylerdeki tüm Türkler adamı seviyorlar.
Yakın köylerden biri de var ki, patavatsızın biri. Ermeninin de eyi dostu. Gelip gidip sataşıyormuş.
- Bırak şu çürük dini, bak ne iyi adamsın, gel Müslüman ol. Ermenicik, hiç de Müslümanlıkla ilgisi olmayan arkadaşının bu sataşmalarından bıkmış.
- Bak dostum. Paşaköylü Hafiz hoca gibi Müslüman ben olamam, senin gibi Müslümanlığı da ben kabul etmem. Gel en iyisi ben böyle kalayım!

DİVANLI'LI DELİ İMAM "Eşeğe Verilen Fitre"

Divanlı Köyü'nde adamın biri var, eşeğine bakmıyor. Sebep, eşeği yaşlanmış, işe yaramıyor. Deli İmam, üzülüyor hayvanın haline. Sahibini tehdit ediyor, olmuyor. Ayıp diyor, adam tınmıyor. Günah diyor, nafile...
İşte bu eşeğine yem vermeyen köylü, bir ramazan bayram namazı sonrasında fitre vermediğini hatırlar. Camiden çıkar çıkmaz da Deli İmam'ın yakasına yapışır.
- Söyle bakalım imam efendi, ben fitreyi unuttum, ne yapmam gerekir?
Deli İmam'ın eline firsat geçmiştir.

Bıyık altından gülümser:

- Bayram namazına kadar verilmeyen fitreden sahibine bir hayır gelmez, geçmiş olsun, der.

Adam başlar yalvarmaya:

- Aman Deli İmam, bunun bir yolu olmalı. Hele bir deyiver.
- Dinle efendi. İşte sana, fitrenin günahından kurtulmanın bir yolu. Sen otuz gün oruç tuttun ama, eşeğini de aç bıraktın. Bu iş altmış bir gerektirir. Senin eşeğe altmış bir gün, her gün bir çinik arpadan az olmamak üzere yem vereceksin. Verdin verdin, vermedin kendin bilirsin! dedi.

Yozgat'ta Günün Haberleri
YOZGAT'TA 5 GÜNLÜK HAVA DURUMU
hava durumu
YOZGAT İÇİN GÜNÜN NAMAZ VAKİTLERİ